Ecevit öldü. Ardından dökülen gözyaşlarına bakınca burjuvazinin başı sağ olsun demeden edemiyor insan. Medya kalemlerinden sağlı sollu politikacısına, bürokratından devlet adamına kadar düzenin neredeyse tüm önde gelen temsilcileri Ecevit’i yere göğe sığdıramadılar. Dürüsttü, ilkeliydi, demokrasi savaşçısıydı, kahramandı, nazikti, mütevazıydı, çalıp çırpmamıştı, entelektüeldi, şairdi, duygu adamıydı… Doğrusu Ecevit’in Türkiye’deki burjuva düzenin bekası için geçmişte gördüğü hizmetler düşünüldüğünde, burjuvazi onun için ne denli methiyeler düzse ve onu halkın gözünde parlatmaya çalışsa yeridir.
Ama Ecevit’in burjuvazi için elbette ki övgü konusu olacak hizmeti, onu tarihe işçi sınıfının, devrimcilerin ve ezilen Kürt halkının kararlı ve sinsi bir düşmanı olarak geçirecektir. Ecevit’in işçi sınıfı için tarihsel ve siyasal anlamı budur. O işçi sınıfının özellikle 70’li yıllardaki devrimci yükselişini yolundan saptırma misyonunun önde gelen bir görevlisi, devrimcilerin kanını döken birçok katliamın ya bizzat hamisi ya da göz yumucusu ve Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşın da kararlı bir destekçisi ve sürdürücüsü olmuştur.
Yakın siyasal tarihe ilişkin burjuva değerlendirmelerde Türkiye’yi “komünizmden” kurtarmanın “onuru” çoğu zaman Demirel’e ya da MHP’ye verilir. Oysa böyle bir “onur” varsa bunu asıl hak eden politik lider Ecevit olmalıdır. Ecevit uzak görüşlülüğüyle zamanında burjuvazi için bu işi görürken, kendi kısa vadeli çıkarlarının perspektifinden bakıp onu anlamazlıktan gelen ve onu hedef almış olan sermaye sahiplerinin şimdi övgü korosuna katılması aslında bu gerçeğin de itiraf edilmesidir.
Ecevit’i Ecevit yapan ve “Karaoğlan” ya da “Halkçı Ecevit” gibi sıfatlarda sembolik ifadesini bulan şey budur. O 60’lı ve 70’li yıllardaki devrimci kitle kabarışının kokusunu en erken alan ve bunun için gerekli politik önlemleri geliştirmeye kendini adayan burjuva politikacılarından biriydi. Örneğin Çalışma Bakanı olarak görev yaptığı 1961-65 döneminde Sendikalar ve Grev ve Toplu Sözleşme Yasalarının çıkarılmasını sağlaması bu misyonunun ilk önemli adımlarıydı. Ölümünün ardından düzülen övgü kervanına katılmakta gecikmeyen düzen yalakası sendika liderlerinin, Ecevit’in asıl sahibi biziz havalarında, onun “işçi babası”, “işçi dostu” olduğunu söyleyip, işçilere nice haklar bahşetmiş olduğundan dem vurmalarının, işçi sınıfının “onu unutmayacağı” mesajını vermelerinin en önemli gerekçesi budur. Oysa Ecevit bu yasaların çıkarılması için uğraşırken ne yaptığının çok iyi bilincindeydi. O günlerde gazetecilere söylediği şu sözler bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır: “Bildiğiniz gibi kuzeyimizde ve batımızdaki komşularımız ayrı, sosyalist bir düzene sahip. Güneyimizdeki Arap ülkelerinde de yeni sosyalist iktidarlar kuruluyor. Türkiye sanayileşme yolunda bir ülke. Er veya geç işçiler temel hak ve özgürlüklerini isteyecekler. İş bu noktaya geldiğinde gözlerini kuzeye veya güneye çevirmemeleri için şimdiden bu yasaları bizim çıkarmamız gerekiyordu.”
Diğer taraftan bu yasalar hiç de gökyüzü bulutsuzken çıkarılmadı. İşin aslı, 1961 Anayasasında zaten öngörülen ve buna göre çıkarılması gereken yasalar, daha o günlerde hazırlanmış ama sonra kurulan CHP hükümeti döneminde çekmecede beklemeye alınmıştı. Yasaların Ecevit tarafından gündeme getirilmesi için 200 bin işçinin katıldığı büyük Saraçhane mitinginin yapılması ve ardından Kavel işçilerinin günlerce süren ve yasadışı olarak yürüyen grevi gerekmişti. Böylece çekmeceler açılmış ve tasarı gün ışığına çıkarılarak yasalaştırılmıştı. Ama “işçi dostu” Ecevit’in önergesiyle, kamu çalışanlarına sendika hakkıyla ilgili maddeler yasa tasarısından çıkarıldıktan sonra! Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor ki, işçilere toplu sözleşme ve grev hakkını tanıyan bu yasa aynı zamanda patronlara da lokavt hakkını getiriyordu.
Yani Ecevit’in “işçi dostu” olduğu gerçekte tam bir efsanedir. İşçi sınıfının sopasıyla “işçi dostu” olan Ecevit’in, 1980 faşist darbesiyle işçi sınıfı ezilip örgütsüzleştirildikten sonra, yani işçi sınıfının bir süre için elinden sopasını düşürmüş olduğu bir dönemde başbakan olarak çıkardığı emeklilik yasasını hatırlamak yararlı olabilir. Emeklilik yaşını yükselten ve Ecevit’in başında olduğu koalisyon hükümetinin yoğun eleştiriler nedeniyle çıkarmakta zorlandığı yasa tasarısı (“mezarda emeklilik” yasası olarak anılıyordu), ülke büyük bir depremle sarsılıp onbinlerce ölü ve yaralının acısıyla kavrulurken sinsice parlamentodan geçirildi. Bunu yapan sadece “işçi dostu” Ecevit değil aynı zamanda “dürüst” Ecevit’ti, “duygu adamı” Ecevit’ti. Yine aynı günlerde “dürüst” ve “işçi dostu” Ecevit, sözümona depremzedelere yardım ve afet konutları inşası için “geçici olacak” yalanıyla, esas yükü yine işçi sınıfının sırtına binen yeni vergiler salmakta duraksamadı. Bunda duraksamadığı gibi toplanan muazzam fonların büyük bölümünün depremzedelere gitmeyip bütçe açıklarının kapatılmasında kullanılmasını ve hükümete yakın müteahhitlerin cebine hortumlanmasını pek de güzel “içine sindirdi.”
Ama Ecevit burjuva politikacılara özgü bu ve daha birçok suçu işlemekle kalsaydı yine de sıradan bir burjuva politik lider olarak hayata gözlerini yummuş olurdu. Onu Ecevit yapan şey asıl olarak 1960’ların ortalarından itibaren “ortanın solu” adıyla başlattığı ve 70’lerde gerçek kapsamına kavuşturduğu hareketle CHP’de gerçekleştirdiği değişimdir. Bu değişimdir ki Ecevit’e tarihi karşı-devrimci rolünü oynama fırsatını vermiştir. Ecevit bir yandan bir devlet partisi olan CHP’nin o şartlarda asla hayatta kalamayacağını, diğer yandan da burjuva düzenin bekasını sağlamak için toplumdaki sola kayışın kontrol altına alınıp düzen içi kanallara sevk edilmesi gerektiğini görmüş ve bu uğurda İsmet İnönü’yü bile tasfiye edecek olan süreci başlatmıştı. Buna her ne kadar CHP’nin “sosyal-demokratlaşması” süreci denmekteyse de, bu süreç daha ziyade CHP’nin salt bir devlet seçkinleri partisi olmaktan çıkarılıp ona popülist bir kitle partisi hüviyetinin kazandırılması süreciydi. Bu sayede Ecevit yükselen işçi hareketini ve sol dalgayı düzen içi kanallara akıtmayı becermiş ve devrimin önünü kesmede kilit bir rol oynamıştır.[*]
Ecevit’in tarihsel anlam ve önemi buradadır. Misyon bu olunca onun devlete olan derin aşkını ve devrimcilere ve Kürtlere yönelik düşmanlığını anlamak da zor olmamaktadır. Ecevit tüm politik hayatı boyunca devleti koruma ve kollamayı temel düsturu olarak bellemiştir. Aynı zamanda onunla ilgili efsanelerden biri olan kontrgerilla konusu buna iyi bir örnektir. Doğrusu ölümünün Susurluk’un 10. yıldönümüne denk gelmesi de bu efsane açısından ilginç bir tesadüf olmuştur. Kontrgerillayı ilk kez telaffuz ederek açığa vuranın o olduğu söylenerek, bu vesileyle cesareti ve demokratlığı övülmektedir. Oysa Ecevit bunu sadece telaffuz etmekle yetinmiş, iktidarda bulunduğu çeşitli dönemlerde asla elindeki olanakları bu gücü teşhir etmek ya da ortaya çıkarmak (tasfiye etmeyi zaten geçtik) için ısrarla kullanmamış ve devletin özünü oluşturan bu çekirdeğin tüm karanlık karşı-devrimci faaliyetlerine açık çek vermiştir.
Bu aygıtın 1980 öncesi tezgâhladığı Maraş benzeri katliamlarda Ecevit başbakanlık yapıyordu. Ve Maraş katliamına dair istihbarat MİT’teki CHP’lilerce Ecevit’e ulaştırıldığı halde, bu istihbari raporlar Ecevit’in çalışma masasında “çok gizli” ibaresiyle yıllar boyunca saklı kalacak, aynı Ecevit Maraş Katliamının ardından sıkıyönetim ilan etmekten çekinmeyecekti! 1977’de bu aygıt kendisine karşı suikast düzenledikten sonra bile “devlete zeval gelmemesi” için olayın üzerini örtmeyi tercih etti. Daha sonra 90’ların ikinci yarısında Susurluk ortaya çıktığında da Ecevit’in sesini pek duymadığımız gibi, 1999’da başbakan olduğunda da yine elini kıpırdatmadı. Aksine bu aygıtın tahkimi için elinden geleni yaptı. Kaldı ki Ecevit artık bu aygıtın sivil uzantısı konumunda olan faşist partiyle resmi bir koalisyon hükümeti kurmuştu. İşte size demokrat Ecevit!
Ecevit’in başbakan olarak faşistlerle kol kola kurduğu hükümet, cezaevindeki devrimcilere karşı da eşi görülmemiş bir katliama imza attı. Üstelik cezaevlerinin bağlı olduğu Adalet Bakanlığı, koalisyonda Ecevit’in partisi olan DSP’deydi. Hem bunun öncesinde ölüm oruçlarında canlarını kaybeden devrimcilerin hem de utanmazca “Hayata Dönüş” diye adlandırdıkları katliam operasyonuyla öldürülen devrimcilerin kanı Ecevit’in ve partisinin ellerindedir. Aynı Ecevit tüm 90’lar boyunca ve onun hükümeti döneminde Kürt halkına karşı yürütülen imha savaşında onbinlerce Kürdün katledilmesinde dolaylı ve doğrudan sorumluluk sahibidir. “Kibar” bir “duygu adamı”na ne de yakışan bir sicil!
Ezcümle, DİSK’in resmi beyanatlarında dediği gibi “işçi sınıfı Ecevit’i unutmayacak!” Ama DİSK’in kastettiği anlamda değil. O işçi sınıfının devrimci mücadelesinin, devrimcilerin ve Kürtlerin tescilli bir düşmanı olarak sınıf mücadelesi tarihinde yerini alacaktır. Ecevit işçi sınıfı hareketi için bedeli ağır bir derstir. İşçi sınıfı bu dersle, misyonu onu aldatmak ve kendi devrimci yolundan saptırmak olan böylesi sahte kahramanlara karşı bağışıklığını daha da güçlendirmelidir.
link: Deniz Moralı, Ecevit Kimdir?, 15 Kasım 2006, https://marksist.net/node/937
Emperyalizm ve Papalık
Küçük-Burjuvanın Anatomisi