Sömürücü sınıfların sonuncusu burjuvazinin, üretim araçlarının sahibi olduğu günden beridir, işçileri makinelerle yarıştırmak için döndürmediği dümen kalmadı. İşçiler ve patronlar arasındaki ip çekme yarışı iş saatlerinin artması ve azalmasında sürüp gitti. Kapitalizmin ilk dönemlerinde işçilerin çalışma süresi 15-16 saatti. Yani yarımyamalak uykunun dışında işçiler sürekli çalıştırılıyordu. Hem de elde kırbaç kamçı, ağızda düdük borazan “haydi, haydi, haydi, çalış, çalış, çalış” baskıları eşliğinde. Bugün de burjuvazinin yöntemleri pek değişmiş değildir. Belki şimdi kamçı ve borazan kullanmıyor ama onların yerine işçilerin kollarına elektronik kelepçe takıyor.
Meramımızın iyice anlaşılması için bazı sorular sorarak ilerleyelim. Bu sorularımız bizedir. Yani kendimize. Yani işçi kardeşlerimize, yani işçiden işçiyedir. Mesela 8 saatlik çalışma süresi içerisinde aynı işi yapan iki işçiyi ele alalım. Bu iki işçiden birinin mengeneye sıkıştırılmış gibi baskı altında çalıştırıldığını düşünelim. Yemek molası 30 dakika. Yemekhane ile üretim alanı arasında en az 8 dakika yürüme mesafesi var. Tuvalet ve lavabolar tam ters yönde. Yani işçi kardeşimizin yemek molasına giderken elini yüzünü yıkaması demek en az 5 dakikasının boşa gitmesi anlamına geliyor. Yani 8+5=13 dakikası yolda çalındı. Yemek molasından geriye sadece 17 dakika kaldı. Bu durumda işçinin yemeğini yemeye değil, sadece ve sadece yutmasına yetecek zamanı kaldı. Hele ki sigara içiyorsa, poşete doldurur gibi ağzından aşağı tepmesi gerekiyor. Diğer işçinin ise 8 saatlik çalışma süresi içerisinde en az 1 saat yemek molası olsun. 15 dakikadan en az üç de çay molası. İhtiyacı halinde süre sınırı olmadan tuvalet molası hakkının olduğunu düşünün. Siz bir işçi olarak hangi koşullarda çalışmak isterdiniz? İkincisinde tabii ki… Tıpkı tüm işçiler gibi. Patronlar da bunu iyi bildiği için ve eskisi gibi kamçı kırbaç kullanamadıkları için, işçileri bileklerine GPS cihazı takarak ve psikolojik açıdan baskı altına alarak bunu yaptırmaya çalışıyorlar.
Evet, işçi kardeşlerimiz, teknoloji ışık hızıyla yarışıyor adeta. Patronlar ücretlerini arttırmadıkları halde işçileri daha fazla sürelerde veya aynı sürede daha yoğun bir tempoda çalıştırmak için her şeyi deniyorlar. Geçtiğimiz günlerde medyaya yansıyan bir haberde Akkuyu Nükleer Güç Santralinin inşaatında çalışan işçilerin bileklerine saat şeklinde GPS cihazı takıldığı yazıyordu. Böylece patron, işçinin her an nerede olduğunu, mesela tuvalette olduğunu ve orada ne kadar zaman geçirdiğini takip edebiliyor. Eğer işçi kendisine ayrılmış süreyi (yani beş dakikayı) aşarsa bu süre ücretinden düşülüyor. Bu, bir yandan işçinin ücretinin emek-zaman ile doğrudan bağlantılı olduğunu gösterirken diğer yandan da patronun iş saatleri içinde işçinin her anını takip ederek bir saniyesini bile kendisine ayırmaması için psikolojik ve maddi baskı kurmasını beraberinde getiriyor.
İşçinin tuvalette veya çay-su molasında 5 dakika bile fazla kalmasını patron istemiyor. Bunun kendisine zarar ettireceğini, kârını azaltacağını düşünüyor. Ayrıca o molalarda işçilerin birbirleriyle konuşmasını, haza sendikalaşmak amacıyla bir araya gelmesini hiç istemiyor. Bu şekilde işçiler maazallah çalıştığı işyerindeki sorunları işçi arkadaşlarıyla beraber çözmenin yollarını arayabilirler! Yahut örgütlenmeye, hatta mahallesindeki herhangi bir sorundan, ülke ve dünya sorunlarına kafa yormaya çalışabilirler.
Tam bu noktada başka bir örnekten bahsedelim. Yaklaşık 20 yıl önce tekstil fabrikasında makineci olarak çalışıyordum. Uzun saçlı erkek bir üretim planlayıcısı vardı. Adı Harimann’dı. 55 yaşındaydı. Adındaki iki n harfini vurgulayarak söylerdi. Adının anlamının “çok iyi, şefkatli ve koruyucu” olduğunu söylerdi kırık Türkçesiyle. Tam bir keçi postuna bürünmüş çakaldı. Makinelerin üzerine adına termal dedikleri dijital ekranlı el kadar bir cihaz monte etmişlerdi. Harimann, bu el kadar cihaz için “artık tek bir saniyenizi bile kaydedecek. Tuvaletten 5 dakikadan geç mi geldin, benim bilgisayarıma kaytaranın kim olduğunu bildirecek. 1 saniye kaytaranın 1 saatlik ücreti kesilecek” diyerek konforlu, pirüpak odasından bağırırdı. Yaka takmak 9 saniye, omuz çatmak 3 saniye, yan çatmak 5 saniye. İşçiler olarak biraz el yordamıyla biraz da aklımızın kıyısında gerilere ittirdiğimiz deneyimlerimiz sayesinde bunun ne anlama geldiğini iyi anlamıştık. O el büyüklüğündeki cihazın elinde oyuncağa dönmüştük.
İşler o noktaya gelmişti ki artık hepimizin bir gözü bu cihazda, diğer gözü de yaptığımız işteydi. Önceden 5 dakikada yaptığımız işi 9 saniyede yapar hale gelmiştik. Süreyi tutturamayan “usta” işçilerin çoğu işten atılmıştı. Hepimiz o minik cihaza ölesiye hınçlanmıştık. Çektiğimiz çilenin sorumlusu olarak bu küçük cihazı görüyorduk. İşimizi kaybetmemizden ve ölesiye çalışmamızdan o cihazı sorumlu tutuyorduk. Tıpkı yüzyıllar önceki “makine kırıcı” işçiler gibiydik. Vakti zamanında da, henüz sınıf bilincine sahip olmayan işçi atalarımız, çalışma koşullarından makineleri sorumlu tuttukları için, yeri gelmiş balyozlarla o makineleri kırmışlar. Tabii sermaye sınıfının koruyucusu devlet hemencecik “makine kırıcılar idam edilecek” diye yasa çıkartmış. Neyse ki işçiler de bir süre sonra kör karanlığın şafağa doğru aydınlanmaya yüz tuttuğu gibi, asıl düşmanın sermaye sınıfı olduğunu gösteren parmağın hedefine doğru yönelmişler.
Evet, aradan asırlar gelip geçti. Ama burjuvazi hâlâ kanla besleniyor. Sömürü düzenini ancak ve ancak korku ve baskı ile, özellikle de işçilerin beynine vuracağı pranga ile sürdürebiliyor. Teknolojinin kumandası sermaye sınıfının elindedir. Yani sermaye sınıfı tepeden tırnağa zırhlarla kaplıdır. Yani örgütlüdür. Kendileri örgütlü, işçi sınıfı ise zırhsızdır. Yani örgütsüzdür. Bu nedenledir ki, o işçilerin bileklerine taktıklarıyla beyinlerini istedikleri gibi korkutarak yönetebiliyorlar.
Evet, işçi kardeşlerim, bir düşünelim. Sorun sadece işçilerin bileğinden patronun bilgisayarına bağlanmasında mı? Şayet sorun işçinin bileğine vurulan pranga ise, işçi bileğindeki prangayı kırıp çıkartır. “Al pranganı ben gidiyorum” diyebilir. Veya mevcut tüm işçiler hep birlikte ve aynı anda o bileklerindeki prangayı çıkartıp patronun adamlarının tepesine fırlatabilirler. Dolayısıyla pranga sorununu birkaç saniye içerisinde hep birlikte çöpe atabiliriz. Kardeşler, patronların işçilere vurduğu asıl pranga gözle görülmeyen prangalardır. Yani örgütsüz her işçinin beyninde bir mengene, bir pranga, bir darbeli matkap sürekli çalışıyor. Mengene sürekli sıkıyor. Pranga beyni sürekli eziyor. Matkap darbe vurarak sürekli derine dalıyor. Evet, işçiler tüm bunlara karşı tek başlarına hiçbir şey yapamazlar. Çünkü karşılarındaki sermaye sınıfı tepeden tırnağa örgütlüdür. Ve yaptığı her işi, ettiği her sözü örgütlü yapar. Sözün özü, işçiler de kendi sınıf örgütlerinde, sendikalarında örgütlenmek zorundalar. Yani işçi sınıfı örgütlü olmadığı sürece, burjuvazi uzaktan kumandayla beynimizde cirit atmaya devam eder.
link: İzmir’den MT okuru bir işçi, Sermayenin “Kelepçe” Oyununu Örgütlü İşçi Sınıfı Bozar, 31 Temmuz 2023, https://marksist.net/node/8027
Akbelen’de Talan ve Direniş