Kapitalizm yarattığı dayanılmaz koşullarla insanın her geçen gün daha da aşağılanmasına ve horlanmasına yol açıyor. Birbirlerine kelepçelerle bağlanmış yüzlerce mahkûmun yarı çıplak halde peşi sıra dizildiği yukarıdaki fotoğraf El Salvador’dan. Bu mahkûmlar bazı uyuşturucu ve suç çetelerinin üyelerinden oluşuyor. Hükümet benzer görüntüleri dünya kamuoyuna servis ederken çetelerle ve uyuşturucu baronlarıyla savaştığını iddia ediyor. Ama bu görüntüleri aslında en çok da kapitalizmin insanı alçaltan doğasını teşhir ediyor. Unutmayalım ki çeteleri yaratan da işsiz, yoksul ve hedefsiz insanları suça itip uyuşturucu baronlarına mahkûm eden de kapitalizmdir. Zaten alçaltıcı koşullar nedeniyle suça bulaşmış bu insanları çıplak halde dünyaya teşhir etmek onların onurlarını kırıp daha fazla insanlıktan çıkarmaktan başka işe yaramaz! Korkunç bir yoksulluğun ve kıtlığın hüküm sürdüğü Haiti’de 14 Temmuzda çeteler arası çatışmada 52 kişinin ölmesi ve 100’den fazlasının yaralanması, kapitalizmin toplumları sürüklediği çukuru resmediyor. Kapitalizmin yarattığı çıkışsızlık lümpenleşmeyi, suça bulaşmayı, cinayetleri arttırıyor. İşçi sınıfının örgütlü bir güç olarak siyaset sahnesinde yerini alamadığı koşullarda, işsizlik, yoksulluk, sefalet, geleceksizlikten bıkan ve ne yapacağını bilemeyen insanlar uyuşturucu çetelerinin ağına düşüyorlar. Aşağılayıcı koşulların itmesiyle bu çetelerin bir parçası olan insanlar, çeteler arası savaşta kullanılıyorlar. Latin Amerika başta olmak üzere birçok ülkede gördüğümüz üzere, devletle iç içe geçmiş uyuşturucu çetelerinin arasındaki savaş onlarca insanın canını alıyor. Bu tablo da gösteriyor ki kapitalist sömürü düzeninin insana verebileceği bir şey yoktur ve tarih sahnesinden defedilmedikçe insanı alçaltmaya devam edecektir.
El Salvador’da bu görüntüyü yaratan güncel koşullara ve yoksul halkın neler yaşadığına geçmeden önce bu ibretlik görüntü üzerinden gelin geçmişe uzanalım. Kendilerine süper güç diyen emperyalist haydutlar ve onların yerli işbirlikçileri eliyle, başta El Salvador halkı olmak üzere dünya halklarına yaşatılan acılara ve kapitalizmin kanlı tarihine bir kez daha tanıklık edelim. Zira bu tanıklık olmadan mevcut durumu kavramak da mümkün değildir.
El Salvador’un kanlı ve karanlık mazisi
El Salvador’un kökenlerinin Maya ve Aztek uygarlıklarına dayandığını söyleyenler olduğu gibi, bölgenin ilk yerli sakinlerinin Pipiller adlı bir kabile olduğunu söyleyenler de var. Buna göre M.S. 11. yüzyılda Pipiller daha iyi bir yaşam umuduyla Meksika’dan El Salvador’un yer aldığı topraklara göç ettiler ve tarım merkezli bir yaşam sürdürdüler. Kendilerine ait dilleri, töreleri olan bu yerli kabileler toprağı işleyerek fasulye, balkabağı, biber, avokado, papaya, domates, kakao, pamuk, tütün, çivit otu yetiştirdiler. Ta ki Aztek imparatorluğunu yok eden İspanyollar 1524’te yeni topraklar için güneye yönelene dek. Güneyin işgal edilmesinin ardından Guatemala ve El Salvador başta olmak üzere pek çok bölgede yerli halklar büyük bir kıyımdan geçirildi. Burjuva tarihçilerinin “keşif” olarak adlandırdığı bu tarihi kesitte yerli halklar acımasızca yok edildi. Törelerini temsilen inşa ettikleri kutsal mabetler yakılıp yıkıldı. Halkın ezici çoğunluğu zorla köleleştirildi ve askerler tarafından birçok kadın ve çocuğa tecavüz edildi. Kimi tarihçiler, İspanyol istilasının ilk elli yılında, El Salvador’un yerli nüfusunun 500 binden yaklaşık 75 bine düştüğünü tahmin ediyor. Nüfustaki bu dramatik düşüş, bölgenin nasıl bir kıyımdan geçirildiğini tek başına özetliyor.
İspanyol sömürgeciliğinin ardından sistematik ve kapsamlı bir kültürel asimilasyon süreci başlatıldı. Egemenler küçük ölçekli tarımsal üretimin yerine büyük toprak mülkiyetini geçirmek istiyorlardı. 18. yüzyılın ortalarından itibaren oluşturulan çivit otu plantasyonlarıyla bunu belli ölçüde gerçekleştirdiler. Ancak büyük toprak mülkiyeti yine de tüm tarımsal üretime damgasını vuramadı. Bunun için aradan neredeyse yüz yıl geçmesi gerekecekti. 19. yüzyılın ortalarında sentetik boyaların doğal boyaların yerini almaya başlamasıyla dünya pazarında çivit otuna olan talep düştü. Çivit otunun yerini kahve almaya başlıyordu. İspanyol sömürgeciliğinden yeni kurtulmuş diğer Orta Amerika ülkelerinde olduğu gibi, El Salvador’da da kahve, ilerleyen süreçte toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmeye damgasını vurmaya başladı. İspanyol sömürgeciliğinin kanlı izleri silinmeden, bölge bu kez ABD istilasının karanlığına boğuldu. Ancak önce, bölge halklarına kan kusturacak ve ABD’ye kâhyalık yapacak “kahve oligarklarının” gelişimine kısaca bir göz atalım.
1800’lerin sonunda, El Salvador’daki toprakların yarısını on dört aile kontrol ediyordu. Toprak sahipleri üretimi neredeyse yalnızca kahve, şeker kamışı ve pamuk üzerine yoğunlaştırdılar. Pipillerin bir zamanlar 15’ten fazla farklı ürün yetiştirdiği toprakların çoğunda, şimdi oligarşinin kâr güdüsüyle belirlediği az sayıda ürünün üretimi yapılıyordu. Kahve üretimi devlet tarafından desteklendi ve yaygınlaştırıldı. Kahve yetiştirmek istemeyen toprak sahiplerinin topraklarına el konuldu ve bu topraklar artık çivit otu ekiminden vazgeçmeye başlayan büyük toprak sahiplerine satıldı. Kahvenin El Salvador’un tüm ihracatı içindeki payı, 14 yılda yüzde l’den (1865) yüzde 50’ye (1879) yükseldi. 1930’lara gelindiğinde kahve ihracatı tüm ihracatın yüzde 95’ini geçiyordu. Böylece çalışma saatlerinin uzatılmasına, ücretlerin çok düşük tutulmasına dayanan yoğun emek sömürüsüyle zenginleşerek ülke ekonomisinde ve siyasetinde belirleyici olan bir “kahve oligarşisi” doğmuştu. Bu ticaretin ipleri ise “Las Catorce” (on dört) sözcüğü ile anılan 14 ailenin elindeydi. Bu kahve oligarkları ABD ile yakın ilişki içindeydi.
1870-1930 yılları arası ABD’nin Güney Amerika ve Karayip Adaları’nı ekonomik hâkimiyeti altına aldığı yıllardır. ABD’nin kıtayı istila ettiği yıllar boyunca tekelci burjuvazi Orta Amerika’nın pek çok ülkesinde adeta sömürge üsleri kurar. El Salvador özelinde “Las Catorce” ile girilen kirli ittifak neticesinde başta topraklar ve zengin tarım arazileri olmak üzere şirketler, gümrükler ve hükümetler ABD finans kapitalinin tahakkümü altına girer. Tekelci burjuvazi ve yerli oligarklar (kahve oligarşisi) hem tarım arazilerinde hem de madenlerde 6-7 yaşlarındaki çocukları çalıştırarak bir yandan dizginsiz bir emek sömürüsü gerçekleştirerek çok kısa bir süre içerisinde devasa kârlar elde etmeye başlar. Köylülerin topraklarına zorla el konulur. Yönetici ailelerin kontrolüne girmeyi reddetmek ve ücretli işçi olarak çalışmamak cezai bir suç haline getirilir. Bu kölelik düzenine karşı gelenler ekonomik ve yasal baskılarla sindirilir, susturulur. Muhalifler kâh yerli oligarkların militarist güçleri kâh ABD’nin özel askeri birlikleri tarafından katledilir.
Bu azgın sömürü ve baskı dönemi 1920’lerde kahve fiyatlarındaki sert düşüş sonrası çok daha ileri bir boyuta varır. Baskı ve yasakların alabildiğine arttığı, işçi ücretlerinin yarıya düşürüldüğü bu dönemde başta yerli halklar olmak üzere El Salvadorluların öfkesi de alabildiğine artmış ve düzen karşıtı hareketler mayalanmaya başlamıştır. 1924’te kötü yaşam koşullarına ve baskıya dayalı yönetime karşı örgütlenmeler başlar. Bu tarihte kurulan El Salvador Bölgesel İşçi Federasyonu (FRTS) sendikal hareketin yükselişinde büyük rol oynar. Üyelerine Regionaller denilen Bölgesel İşçi Federasyonu, devlet topraklarının köylülere dağıtılmasına öncülük eder, bir halk üniversitesi kurar ve sekiz saatlik işgünü için mücadele eder. Kırsal kesimde de tarım sendikaları ve köylü birlikleri oluşturulur. 1927-28’de işçilerin verdiği mücadeleler sonucunda bazı sosyal haklar ve sekiz saatlik işgünü kabul ettirilir. Ama tarım işçileri bunun dışında tutulur. Hükümetin baskıcı önlemlerine karşın Regionaller ülke içinde büyük etki kazanmışlardır.
Tarih 1930’ları gösterdiğinde, Regionaller üç ay içerisinde 80 bin tarım işçisini örgütlemeyi başarır ve ülkeyi bir sessiz yürüyüşler dalgası kaplar. Gelişmelerden ürken hükümet derhal sıkıyönetim ilan eder. Zira Komünist Partinin üye sayısında da muazzam bir artış yaşanmaktadır. Hükümet zor yoluyla eylemleri bastırmaya çalışsa da olayların akışını durdurmayı başaramaz. Aralık 1930’da ordunun müdahalesi ile bir darbe gerçekleştirilir. Hızla yükselen kitle hareketini yatıştırmak üzere sözüm ona bir “Subay, Asker, İşçi ve Köylü Konseyi”nin kurulduğu ilan edilir. General Martinez’in başında olduğu bu askeri yönetim halkın güvenini sarsmamak için anti-komünist bir tutum sergilemekten bile kaçınır. Böylesi bir politik atmosferi fırsat olarak gören Komünist Parti seçimlere katılmaya karar verir. Kazanma olasılığı yüksektir ancak Ulusal Muhafızlar tarafından seçim sonuçları değiştirilir ve Komünist Parti fiilen engellenir. Bunun üzerine parti ayaklanma kararı alır ve daha iyi yaşam ve çalışma koşulları için bir halk ayaklanması örgütlenir. Farabundo Marti (daha sonra FMLN adlı örgüte de esin kaynağı olacaktır) öncülüğünde ayaklanmanın hazırlıkları başlatılır. Ancak ayaklanma tarihinden günler öncesinde bir polis baskını sonucunda ayaklanma planı ele geçirilir. Yerel önderlerin çoğu daha ayaklanma başlamadan kurşuna dizilir. Parti önderleri tutuklanır. Ayaklanma önderlikten yoksun, dağınık ve ülkenin çeşitli yerlerinde birbirinden kopuk halde başlar. Ordunun içinde KP’yi destekleyen subayların önceden harekete geçmesi engellenir ve ayaklanma üç gün içinde bastırılır. Ulusal Muhafızlara güveni sarsılan Martinez hükümeti büyük toprak sahiplerinin silahlı gruplarını da yanına alarak tarihin gördüğü en büyük kıyımlardan birini gerçekleştirir. Komünist Partinin sempatizanları dâhil şüpheli kişiler yakalanıp topluca kurşuna dizilir. Kentlerde idamlar haftalarca sürer. Kırsal bölgelerde ise pogrom boyutuna varan katliamlar gerçekleştirilir. “Karışıklık çıkarma” şüphesi taşıyan tüm köylüler öldürülür. Ayaklanma bölgelerinde isyana katılmış olabilecekleri düşünülen 16 yaşın üzerindeki gençler, mezarları kendilerine kazdırılarak yok edilirler. Ayaklanmayı önceden haber alan ve dehşete kapılan oligarşinin ve Amerikan tekelci burjuvazisinin amacı ayaklanmanın bir daha asla tekrarlanmamasıdır. Tüm bu katliam ve kıyımlar neticesinde nüfusun yüzde 4’ü olan 30 bin kişi katledilerek ayaklanma bastırılır. Bu katliam “La Matanza” olarak tarihe geçer.
1932 katliamının ardından Martinez 12 yıl daha iktidarda kalır. Birkaç göstermelik parti dışında bütün örgüt ve sendikalar kapatılır. Hükümet partisi Pro Patria açıkça Hitler ve Mussolini hayranı olduğunu tüm dünyaya deklare eder. Dil, geleneksel kıyafetler ve müzik de dâhil yerli kültürün her kalıntısı baskıcı yönetim tarafından yasaklanır. Yerli halk ise hükümet birlikleri tarafından daha fazla zulüm ve cinayetten kaçınmak için, kimliklerini gizlemeye başlar. El Salvador halkı böylesi bir karanlığa mahkûm edilmişken, 1940’larda kahve piyasasının yüzde 90’ının ABD’nin elinde olduğunu geçerken belirtelim.
La Matanza (katliam) ve onu izleyen askeri yönetim, El Salvador’da gelecek on yılların siyasi tonunu da belirler. Tahmin edileceği üzere bu ton zifiri karanlıktan başka hiçbir renge geçit vermez. Katliamın ardından askeri diktatörler 1970’lere kadar birbirlerini takip ettiler. Denilebilir ki bu tarihsel kesit, El Salvador için yeni bir “diktatörlükler çağı”ydı. 30 yıllık bu süre zarfında en az 5 kez askeri darbe yapıldı. Darbelerin hemen hepsinde amaç ABD finans kapitalinin ve yerli oligarkların çıkarlarını korumaktı. Bu dönemde, General Foods, Procter and Gamble, ESSO, Westinghouse, Kimberly-Clark ve Texas Instruments gibi birçok Amerikan şirketi, düşük ücretlerden ve işçileri koruyacak yasaların eksikliğinden yararlandı, sermayelerini hiç olmadığı kadar büyüttü. Gelir dağılımındaki adaletsizlik olanca hızıyla derinleşmeye devam etti. 1960’larda görülmeye başlanan sanayileşme atılımı da bir değişiklik yaratmadı. Nüfusun çoğunluğu yoksulluk içinde yaşarken, içme suyu, eğitim ve sağlık hizmeti gibi olanaklardan da yoksundu.
Halkın değişim arzusu
Cunta hükümetlerinin baskı ve teröründen oligarşinin zulmüne gün yüzü göremeyen El Salvador halkı, 1970’lere gelindiğinde devasa bir sorunlar yumağının içinde debeleniyordu. Bir yandan dizginsiz sömürü mekanizmasının yarattığı sefalet koşulları, öbür yandan askeri ve siyasal baskılar yaşamı iyice çekilmez hale getiriyordu. Kitlelerin öfkesi birikmiş, sloganlar ekonomik taleplerin çok daha ötesinde politik taleplere dönüşmüştü. Bu durum halktaki değişim arzusunun her ne olursa olsun baki kalacağını da gösteriyordu. Nitekim 70’li yılların başı ve ortası bu değişim isteğinin ete kemiğe büründüğü yıllardı. Toplumsal örgütlenmeler pıtrak gibi her yerde çoğalıyordu. İşçi hareketinden sosyalist harekete, öğrenci hareketinden yerli-köylü ayaklanmalarına ülkede gözle görülür bir hareketlilik yaşanmaya başlanıyordu.
Yapısal bir dönüşüm ihtiyacı içindeki sanayi burjuvazisini temsil eden Hıristiyan Demokrat Parti, 1972 seçimlerine, birtakım reform vaatleriyle hareketin düzen sınırlarının dışına çıkmasını engellemek üzere sosyal demokratlarla ve Komünist Partiyle ittifak oluşturarak seçimlere girdi ve bu seçimleri Hıristiyan Demokrat Parti lideri Jose Napoleon Duarte kazandı. Ama büyük toprak sahipleri ve ABD tarafından örgütlenen bir darbeyle alaşağı edildi. İlerleyen yıllarda da benzer girişimler ve darbeler birbirini izledi. Kitlesel ayaklanmalar da dizginsiz bir devlet terörüyle ezildi. Öyle ki 1980’lerin başlarında, katledilenlerin sayısı 30 binlere yükselmişti. Bu arada Nikaragua’da 1979 yılında gerçekleşen Sandinist devrimin dalgaları El Salvador’u da etkisi altına alacaktı. Çeşitli devrimci örgütlerin birleşerek oluşturduğu Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) de, 1982’de, bu devrimden etkilenerek kurulacaktı. Gerilla mücadelesi veren bu örgütle rejim arasındaki çatışmalar giderek iç savaş boyutuna evrilecek ve El Salvador ordusu ABD’nin yönlendiriciliğinde 80 binden fazla insanı katledecekti. Havadan bombalanan yerleşim yerlerinden ve zulümden kaçan yüz binlerce insansa ülkeyi terk edecekti. Bu süreçte ABD, Honduras ve Meksika’ya kaçan El Salvadorluların sayısı 1 milyonu geçmişti. Kaybolanların, katledilenlerin ve siyasi mahkûmların anneleriyse, tıpkı bizim Cumartesi Annelerimiz gibi, beyaz tülbentleriyle, ellerinde taşıdıkları mumlarla ve yüreklerindeki tarifsiz sızıyla kayıplarının ardından verdikleri mücadeleyi kesintisiz sürdüreceklerdi.
FMLN askeri ve toplumsal gücüne karşın, ideolojik ve politik netliği olmayan, küçük-burjuva devrimciliğine has taktik ve yöntemleri ilke edinen bir cephe örgütüydü. Salvador işçi sınıfı özellikle bu yıllarda sürekli artan grevler ve işgallerle toplumsal mücadelenin başını çekmesine rağmen, FMLN onun ekonomik ve siyasal örgütlenmesinin iktidara giden yolun zorunlu koşulu olduğunu görememişti. Esasen görmesi de mümkün değildi. Zira bunun için gerekli ideolojik ve örgütsel donanımdan yoksundu. İlkay Meriç’in “Nikaragua Devrimi ve Sandinizmin Dünü, Bugünü” adlı makalesinde FSLN için tespit ettiği tarihsel açmazlar El Salvador’daki FMLN için de fazlasıyla geçerliydi. Daha da ötesi FMLN, kuruluş bildirgesinde devlet iktidarı ve burjuva mülkiyet ilişkilerine dair en ufak bir söz etmeden, burjuva demokrasisinin asgari koşullarını vaat ediyordu. Nihayetinde tıpkı Sandinist devrimin hazin sonu gibi FMLN’nin hikâyesi de Amerikancı faşist parti ARENA ile 1989 seçimlerinde yaptığı anlaşmayla küçük-burjuva özüne uygun bir boyut kazandı. FMLN’nin bu hususta da ibret verici bir geçmişi vardır. Askeri ve toplumsal gücünü kaybetmesi, ülkenin önemli bir bölümünde denetimini yitirmesi gibi olgular, egemenlerin FMLN ile masaya oturmasının başlıca nedenleri olmuştur. Ancak bu reformist yolun bedeli hayli ağır olacaktır. FMLN yanı başındaki Kolombiya’da gerilla örgütlerinin yaşadığı “barış” sürecinden bile ders çıkaramamıştır. FMLN liderlerinin tekelci Amerikan burjuvazisiyle masaya oturdukları sırada El Salvador köylerinde FMLN gerillalarının ölüm mangaları tarafından topluca kurşuna dizilmesi, çıplak bedenleriyle teşhir edilmeleri ve insanlık dışı nice uygulamaya maruz bırakılmaları burjuva devletin asıl yüzünü ortaya sererken, reformist solun kaypaklığının da acı örneklerinden biri olmuştur. 1992’deki barış görüşmelerinden sonra sağcı ARENA yıllar boyu iktidarda kalmıştır. ARENA’yı fonlayan ve yönetenler esas olarak kahve oligarşisini oluşturan 14 ailedir.
FMLN liderliğinin izlediği politik hat son derece netti: Burjuva demokrasisinin son derece daraltılmış sınırları içerisinde parlamenter mücadelenin konforlu alanlarından seslenerek, “sol”da umut arayan kitleleri demagojik söylevlerle efsunlamak! Bu hattı kusursuzca izleyen FMLN, egemen sınıfların icazetini de alarak 2009 seçimlerinde Mauricio Funes önderliğinde iktidar koltuğuna oturmuştu. FMLN’nin bu zaferini kapitalizmin yenilgisi olarak okuyan ve zafer sarhoşluğu içerisinde Amerikan emperyalizmine sövenleri, ertesi sabah kötü bir haber bekliyordu. Zira Funes lafı hiç eğip bükmeden burjuvazi için çalışacağını, bankaları, toprak sahiplerini ve uluslararası yatırımcıları krizin ağır sonuçlarından koruyacağını tüm dünyaya ilan ediyordu.
Çete savaşlarının gizlediği trajik gerçek
İç savaş sonrası yıllarda da emekçiler tekelci Amerikan sermayesinin ve bu yerli oligarkların sömürü çarklarında öğütüldükçe öğütüldü. El Salvador’un neredeyse makûs talihi haline gelmiş nüfusun yüzde 70’inden fazlasının açlık ve yoksullukla boğuşması bu dönemde de sürdü. Ülke bu yıllarda artık iyice açığa çıktığı üzere Dünya Bankasının, IMF’nin ve CIA’in tüm sosyal, ekonomik ve askeri operasyonlarının denendiği bir laboratuvara dönüştürüldü. Emekçiler için ölüm ve sefalet kusan bu laboratuvarda ülkenin gelecek yıllarında sözü çok edilecek olan bir sosyo-ekonomik olgu peydahlandı: çete savaşları ve burjuva hükümetlerin “çete şiddetiyle tavizsiz mücadele” adı altında izlediği baskı politikaları!
O dönem başta bulunan Francisco Flores hükümeti, çeteler ve çete bağlantılı şiddetle mücadele için Mano Dura (demir yumruk) adını verdiği politikaları başlattı. Elbette bunlar da ABD finans kapitalinin vazettiği yaratıcı fikirlerdendi. Bu politikalar sonucunda cezaevi nüfusunda 2000 yılından 2016 yılına dek devasa bir artış yaşandı. Hem silah hem uyuşturucu hem seks ticareti yapan çetelerin asli işlevi oligarkların ve tekelci burjuvazinin çıkarlarını korumaktı. Burjuvazi bu çeteleri paramiliter kuvvetler olarak kimi zaman rakiplerini hizaya getirmek, kimi zaman karşı-devrimi örgütlemek üzere her daim kullandı. Çetelerle mücadele adı altında çıkarılan yasalar ve tanınan yetkiler ise burjuva hükümetler için son derece kullanışlı bir araca dönüştü. El Salvador’da sınırsız kuvvet kullanımı ve keyfi uygulamalar hükümetlerin bu çetelerle yaptığı kirli ittifakla alabildiğine yaygınlaştı. Suç oranları ve hak ihlalleri akıl sınırlarını zorlayacak ölçüde arttı. Çetelerle mücadele görüntüsü adı altında kitleler burjuva hükümetlerin yaptığı her türlü melanete alıştırıldı.
Meselenin trajik yönü ise tam da bu noktada başlıyor. Zira bu çete üyelerinin neredeyse hepsi ailesini iç savaştan, sefaletten veya Amerika’ya doğru göç yollarına düşerken kaybetmiş gençlerden oluşuyor. Bu genç kadın ve erkekler El Salvador’un zenginliğine el koyan ve onlara bu cehennemi yaşatanlara karşı durması gerekirken, ne yazık ki onların besleyip palazlandırdığı suç çetelerinin ve uyuşturucu baronlarının kucağına çaresizce itiliyorlar. Daha da trajik olanı gencecik kızların açlığın ve sefaletin insan ruhunu acımasızca kemirdiği koşullar yüzünden, bu çeteler aracılığıyla seks ticaretine ve porno sektörüne kurban edilmesidir. Elbette bu trajik gerçek çete liderlerinin ve uyuşturucu baronlarının umurunda değil. Egemen sınıfın sadık uşakları zehir tacirliğiyle elde ettikleri zenginlik sayesinde günlerini gün ederken, emekçi sınıfın evlatları her an ölümle burun buruna gelerek, düzenin yarattığı uyuşturucu ve seks bataklığında kimliksiz, sahipsiz ve çaresiz çürüyüp gidiyorlar. Dediğimiz gibi egemenler böylesi trajediler üzerinden egemenliklerini sürdürüyorlar. Bugün iktidar koltuğunda oturan Bukele de dâhil olmak üzere burjuva siyaset arenasına çıkan tüm hükümetler hep aynı söylem ve vaatlerle emekçileri aldattılar. Çetelerle, yoksullukla ve adaletsizlikle mücadele edeceklerini söyleyip çeteleri palazlandıran, yoksulluğu derinleştiren ve adaletsizliği katmerleştiren hep bu hükümetler oldu. Hükümetler değişse de kanla, sömürüyle ve vahşice işletilen kâr çarkları dönmeye ve sermaye sınıfını semirtmeye devam etti. Bugün de burjuva düzenin tüm kokuşmuşluğunu yansıtan Nayib Bukele diktatörlüğü altında bu çarklar aynı şekliyle dönmeye devam ediyor.
Kendine dünyanın en havalı diktatörü diyen Nayib Bukele, 2019 yılında iktidara geldiğinde “kimse çalmazsa hepimize yetecek kadar para var” sloganıyla yolsuzluklardan ve yoksulluktan sıdkı sıyrılmış emekçilere parlak bir gelecek vaat ediyordu. Gençlere bir uyanışın kıyısında olduklarını söyleyerek ülkeyi çetelerden arındıracağını anlatıyordu. Lakin akan zaman içerisinde ülke çok daha koyu bir karanlığa gömüldü. Bukele söylediklerinin tam tersi istikamette yol aldı. Kot pantolon ve deri ceketle sahneye çıkması, gençliği, girişkenliği, sosyal medyayı kullanmadaki ustalığı, onun burjuvazinin sadık bir hizmetkârı olduğu gerçeğini değiştiremezdi. O da diğerleri gibi burjuvazinin çıkarlarına hizmet etti. Hatta pandemi ve kapitalizmin tarihsel krizinin yarattığı koşullar sayesinde, kendisi de muazzam bir servet birikimi oluşturarak “nev-i şahsına münhasır” bir diktatör oldu.
Çetelerle mücadele vaadiyle göreve gelen Bukele bunun için “Bölge Denetim Planı” diye bir plan hazırladı. Plan doğrultusunda, ülkedeki belirli bölgelerde güvenlik güçlerinin sayısı ve yetkileri arttırıldı. Silah sanayine özel teşvikler getirildi. Kendisine sıkı bir şekilde bağlanmış asker ve polis birliklerini hem nicel hem nitel olarak güçlendirdi. Öyle ki bütçe görüşmelerinde istediği kararı aldırtmak için silahlı asker ve polislerle Meclise baskın düzenletmekten çekinmedi. Tehdit ve baskılarla toplumsal muhalefete sürekli parmak salladı. Ülkenin muhalif gazetelerinde kendisiyle ilgili çıkan haberlere yayın yasakları getirdi, gazetecilere soruşturmalar açtı. Haberlerde kendisinin çetelerle iş birliği yaptığı ifşa ediliyordu. El Salvador yasalarına göre devlet başkanı seçilen kişinin yeniden seçime girmesi için 10 yıl beklemesi gerekiyordu. Bukele yargının üzerindeki hâkimiyetini kullanarak bunu değiştirtti. Böylece iktidarda kalmayı sürdürebilirse 2024’te ikinci kez seçime girebilecek. Eylül 2021’de yapılan bu değişikliğe binlerce kişi protestolarla karşılık vermişti. Protestocular “Diktatör Bukele” sloganlarıyla istifasını istemişti. Bukele’nin dünya gündemine oturan diğer icraatı Bitcoin’i resmi olarak tedavüle sokması oldu. Bukele’nin bu kararı da benzer bir tepkiyle karşılandı. Binlerce kişi sokaklara döküldü ve yönetim karşıtı sloganlar attı. ATM benzeri Bitcoin otomatları yakılırken, bir kez daha “Diktatör Bukele” yazılı pankartlar taşındı. Diktatörün bu kararı, geçtiğimiz aylarda Bitcoin’in çökmesi sonucunda ülke hazinesinin tümüyle boşalmasıyla sonuçlandı.
Kürtajı soykırım olarak niteleyen, her türlü farklılığa karşı kin besleyen Bukele 2022’nin başında çetelerle savaş bahanesiyle olağanüstü hâl ilan etti. Buna dair yasal düzenlemeler yaptı. Yine sözüm ona çetelerin bildirilerini engellemek için çıkarttığı basın yasasıyla baskıları daha da arttırdı. Uluslararası Af Örgütü yayınladığı açıklamada çetelerle mücadele gerekçesiyle ilan edilen olağanüstü hâl sırasında 36 binin üzerinde kişinin tutuklandığını, yaklaşık 2 ay içinde en az bin 190 çocuğun gözaltına alındığını söylüyor. Nayib Bukele döneminde ülkenin bir insan hakları krizine sürüklendiğini ifade ediyor. Son 3 yıl içinde binlerce kişinin keyfi gözaltılarda işkence ve kötü muameleye maruz bırakıldığını ortaya koyuyor. Yerel medyada çıkan haberlere göre mayıs sonu itibariyle ülkenin 18 yaş üstü yetişkin nüfusunun yüzde 1,7’si tutuklu. Bu ise ülkedeki hapishane kapasitesinin yüzde 250’den fazla dolu olması anlamına geliyor. Bukele hükümeti çetelerle savaş adı altında yoksul halka savaş açmış durumda. Nayib Bukele El Salvador’daki durumun kitleler için sürdürülebilir olmadığını biliyor. Kendi diktatörlüğüne yönelecek bir toplumsal öfke patlamasından ölesiye korkuyor. Son dönemde tüm bu baskılarla birlikte örgütlenme hakkını ortadan kaldırmak üzere yapılan hamleler bunu gösteriyor.
Sömürge yıllarından 1930’lara, iç savaştan Bukele’nin diktatörlüğüne asırlar değişmiş olsa da emekçi halkların yaşadığı acılar değişmiyor. Orta Amerika’nın yüzölçümü bakımından en küçük ülkesi olan El Salvador’da halkın ezici çoğunluğu hâlâ yoksulluk içinde debelenirken, kapitalizm tarafından en aşağılayıcı ve insanlık dışı koşullara mahkûm ediliyor. El Salvador özelinde ortaya serdiğimiz tarihsel arka plan ne yazık ki dünya yüzeyindeki diğer pek çok halkın da geçmişine ayna tutuyor. Benzer şekilde bugün El Salvador emekçilerinin yaşadığı zulüm, dünyanın başka bölgelerinde pek çok halkın ve toplumun egemenlerce hapsedilmeye çalışıldığı fasit daireyi gösteriyor. Bu nedenle bir fotoğraf karesi üzerinden çıktığımız tarihsel yolculuğun, 1930’lar itibariyle anlattığımız kesiti sınıflar savaşımında özel bir anlam taşıyor. Bugün insanı insanlıktan çıkaran, kendine, topluma ve doğaya yabancılaştıran ve böylece tüm dünyada yaşamı cehenneme çeviren kuşkusuz kapitalist sömürü sistemidir. Lakin çürümüş düzen kendiliğinden yok olmayacak. Tarihsel miadını çoktandır doldurmasına rağmen hâlâ tarih sahnesinden yok olmaması bunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Uzak ve yakın tarihin prizmasından yansıyan nice gerçeğin apaçık bir şekilde gösterdiği üzere, bugün dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey devrimdir. Ancak devrimin kendisi kadar hayati olan bir şey var ki, o da devrimi varması gereken menzile ulaştıracak devrimci öncünün varlığıdır. Devrim öncüyle tarihsel kucaklaşmasını yaptığında işte o vakit bütün kurumlarıyla kapitalizm asar-ı atika müzesini boylayacaktır. Bunun için Elif Çağlı ve yoldaşlarının Marksist Tutum aracılığıyla yıllar evvelinden önümüze koyduğu görev, tüm yakıcılığıyla karşımızda durmaya devam ediyor: Örgütlü, planlı ve sebatlı bir çalışmayla devrime hazırlanmak!
Kaynakça:
- Historical Dictionary of El Salvador, Orlando J. Perez, Published by Rowman & Littlefield
- https://www.teachingcentralamerica.org/history-of-el-salvador
- https://www.yolsiyasidergi.org/el-salvador-ayse-tansever
- Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yay.
- https://bianet.org/bianet/
link: Can Aytekin, El-Salvador’da Dünden Bugüne Sömürünün ve Zulmün Zincirleri, 3 Ağustos 2022, https://marksist.net/node/7719
Nijerya’dan Türkiye’ye Sermaye Sınıfının Tıyneti
Top Gun “Maverick”: Zamanlaması Manidar Bir Film!