Burjuvazi, her fırsatta kapitalizmin bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün sistemlere göre en demokratik, en yaşanabilir sistem olduğunu söylüyor. Burjuva ideologlar bunun gibi birçok “en”leri sıralayıp kapitalizme yakıştırsalar da, insanlık için bu sistemin tam bir bataklık olduğunu hepimiz görüyoruz.
Neredeyse bütün emperyalist kapitalist ülkelerin tarihi kanlıdır, kirli ve yoğun bir emek sömürüsünün üzerine kuruludur. Burjuvazi ne kadınları ne de çocukları esirgemiş, hepsini iliklerine kadar sömürmüş, halkları soymuş, dünyayı yağmalayıp talan etmiştir. İşte bu yoğun emek sömürüsünün, hatta çocuk köleliğin en çok uygulandığı ülkelerden bir tanesi de bugünün özgürlükler ve demokrasi ülkesi olarak pazarlanan İsviçre’dir. Alp Dağlarının eteklerinde kurulu, sütü ve çikolatasıyla meşhur, özgürlüğün ve demokrasinin simgesi haline gelmiş İsviçre, aslında çok az bilinen bir şeyin de simgelerinden biridir; ikiyüzlülük.
İsviçre’de 1800’lerden itibaren kapitalizmin gelişmeye başlaması, özellikle büyük tarım şirketlerinin ve tarım gereçleri üreten işletmelerin gözünü çocuk emeğine dikmesine yol açmıştı. Çocuk emeği adeta burjuvazinin iştahını kabartıyor, çocuk emeğinin sömürüsü için çeşitli yol ve yöntemler aranıyordu. Bu noktada devlet ve kilise burjuvazinin yardımına koşuyordu. Burjuvazi “verdingkinder” diye bir uygulamayı devreye sokmuştu ve bu uygulama 1974’lere kadar gelmişti.
Verdingkinder uygulaması 5 ile 16 yaş arası çocukların köleleştirilmesine dayanıyordu. Bu uygulamaya göre, fakir ailelerin, suç işlemiş ailelerin, yasalara ve devletin uygulamalarına muhalefet eden ailelerin çocuklarına zorla el konuluyor ve bu çocuklar bakıcı aile adı altında çocuk pazarlarında satışa çıkarılıyordu. Kilise ve devlet bir taraftan çocuk ticareti yaparken, diğer taraftan satılan çocuklar köleleştiriliyordu. Çocuk emeği sömürüsünün hangi dereceye ulaştığını olayı bizzat yaşayanlardan biri şöyle anlatıyor:
“Bize insan gözüyle bakmıyorlardı. Sabah hava aydınlanmadan kalkar, gece geç saatlere kadar çalışırdık. Ceplerimizi mutlaka dikerlerdi ellerimizi sokmayalım diye. Şiddet ve cinsel şiddet sıradan bir şey haline gelmişti. Devlet ve kilise olanları çok normal karşılıyordu. Fırsat buldukça yüksek tepelere çıkıp uzaklara bakardık belki annemiz bizi almaya gelir diye, ama gelen olmazdı ve biz gece oldu mu evin dışındaki kulübelerde köpek yavrusu gibi kıvrılır uyurduk. Ne acı günlerdi o günler hâlâ boğazım düğümleniyor, hastalanmak suçtu biz çocuklar için, hâlâ dövülerek öldürülen çocukları unutamıyorum.”
Bu acıları yaşayanların tanıklıkları kapitalizmin ne menem bir sistem olduğunu, burjuvaların biriktirdikleri sermayenin ne büyük acılar üzerinde yükseldiğini, uygarlık ve demokrasi görüntüsü altında ne denli insanlık dışı uygulamalara imza atıldığını çok iyi özetlemektedir. Aradan geçen on yıllara rağmen hâlâ çocuk emeği veya kölelik son bulmuş değil, bu sistem devam ettiği sürece bulmayacak. Dünya halklarının, kadınların, erkeklerin, çocuk ve gençlerin, doğanın ve tüm canlıların başına musallat olmuş, belki de gelmiş geçmiş en vahşi sistem olan kapitalizmi yıkmak ve yerle bir etmek bugünün işçi sınıfı ve gençliği açısından hiç olmadığı kadar elzemdir. Konu her ne kadar İsviçre olsa da diğer ülkelerde de bu örneği aratmayacak nice acılar yaşanmıştır, yaşanıyor. Bunun için, işçi sınıfının gençliğini yeni bir dünya inşa etmek için mücadele saflarında kenetlenmeye davet ediyoruz.
link: Esenyurt’tan MT okuru bir metal işçisi, Sahip Olduğunuz Servet Bizden Çaldıklarınızdır, 19 Ağustos 2020, https://marksist.net/node/7008
Cezaevleri Kaşıkla Boşaltılırken Kepçeyle Dolduruluyor
Köleci Roma’dan Kapitalizme: Çöküşün Anatomisi