Umut yolculuğu denizlerin karanlık sularında son bulan binler; savaştan, ölümden, açlıktan, işsizlikten kaçarak iyi bir yaşam hayaliyle yollara düşen, sınır kapılarında bekletilen, şiddete maruz kalan, hastalık ve açlıkla boğuşmak zorunda kalan, insanlık dışı kamplarda tutulan milyonlar; tacize, tecavüze uğrayan kadınlar ve çocuklar… Tarihsel krizin içinde debelenen kapitalizmin insanlığa yaşattığı cehennemin sadece bir kesiti bu. Birleşmiş Milletler’in verilerine göre 2017 yılının sonunda uluslararası göçmenlerin sayısı 258 milyonu buldu. Bu rakam aslında açıklandığından daha fazla, çünkü özellikle savaş bölgelerinden kaçanların sayısı tam olarak bilinmiyor. Ancak eldeki verilere göre savaş ve çatışmalardan kaçarak başka ülkelere sığınan mültecilerin sayısı 68,5 milyona ulaşmış durumda. Ve bu rakamlar her geçen gün büyüyor. Bu rakamların büyüklüğüne bir de göçmenlerin yaşadığı insanlık dışı koşullar eklenince ortaya gerçekten de bir cehennem tablosu çıkıyor. Yasal yollardan Avrupa ülkelerine girişleri engellenen göçmenler bu sefer deniz yolunu kullanıyorlar. Ancak özellikle son iki yıldır Akdeniz kıyılarındaki ülkelerin göçmen teknelerine ve kurtarma gemilerine limanlarını kapatması nedeniyle denizlerde batan teknelerin, yaşamını yitiren göçmenlerin sayısı da giderek artıyor. Geçtiğimiz Haziran ayında Akdeniz’de umut yolculuğuna çıkan her 7 göçmenden biri boğularak yaşamını yitirdi. Oysa geçen yılın ilk altı ayında bu rakam 38’de 1 idi. Diğer yandan Sırbistan, Makedonya, Hırvatistan, Macaristan ve Bulgaristan sınırında göçmenler insanlık dışı muameleye maruz kalıyor, en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılıyor, şiddet görüyorlar.
ABD’de ise Trump’ın göçmen düşmanı politikaları yeni dramların yaşanmasına neden oluyor. Başkanlık yarışını yürütürken Meksika sınırına duvar çekmekten, ülkeye kaçak yollarla giren göçmenlere yönelik daha sert önlemler almaktan söz eden Trump, şimdi bu söylediklerini hayata geçirmek için adımlar atıyor. ABD yasalarına göre ülkeye giriş yapan göçmenler sığınma başvurusu yapmalarının ardından durumları belli olana kadar ülke içinde serbestçe dolaşabiliyorlardı. Ancak adına “sıfır tolerans” politikası denilerek 5 Mayıs-9 Haziran tarihleri arasında ülkeye kaçak yollarla giriş yapan göçmenler tutuklandı ve 2342 çocuk ailelerinden koparılarak sığınma kampı adı altında kafeslere kapatıldı. Bu insanlık dışı uygulamanın basına yansımasıyla Haziran ayında yüz binlerce kişinin katıldığı 600’ün üzerinde protesto gösterisi düzenlendi. Burjuvazinin kendi içinde de gerilimlere sebep olan ve bazı Cumhuriyetçilerin dahi yanlış bulduğunu söylemek zorunda kaldığı bu uygulamaya, gelen tepkiler üzerine son verildiği açıklandı. Ancak Trump “sıfır tolerans” politikasını sürdüreceklerini söylemeyi ihmal etmedi. Yani ülkeye kaçak giriş yapanlar hakkında dava açılması ve ailelerin bu sefer çocuklarıyla birlikte gözaltında tutulması devam edecek.
AB ise İkinci Dünya Savaşından bu yana karşılaştığı en büyük göçmen dalgası karşısında tutuşmuş durumda. Bir taraftan göçmen karşıtlığını siyasetlerinin temel argümanı haline getirerek peş peşe iktidara gelen sağ partiler daha sert önlemlere başvururken diğer taraftan göçmen akışını durduracak yol arayışları sürüyor. Bu çerçevede 28 Haziranda Brüksel’de bir araya gelen AB liderler zirvesinde ortak kararlar alındığı açıklandı. Anlaşmaya göre ülkeler sınır kontrollerini arttıracaklar. Göçmenlerin giriş yaptığı ülkelerde ortak göçmen merkezleri kurulacak. Bu merkezlerde göçmenlerin iltica etmek istediği ülkeler için başvuruları alınacak ancak reddedilmeleri halinde ülkelerine geri gönderilecekler. Yine anlaşma gereği ülkelerin mülteci kabulü gönüllülük esasına göre olacak ve herhangi bir kota zorunluluğu getirilmeyecek. Yunanistan ve İspanya’dan diğer Avrupa ülkelerine giriş yapan göçmenler bu ülkelere tekrar geri gönderilecek. Ortaklaşılan konulardan biri de Avrupa dışında göçmen merkezleri oluşturarak göçmenleri daha Avrupa’ya ayak basmadan durdurmak. Bunun için Kuzey Afrika ülkelerine, AB’ye sığınmak isteyen göçmen ve mültecilerin durumları belli olana kadar buralardaki göçmen merkezlerinde tutulması için teşvikler önerilecek. Ayrıca Kuzey Afrika ülkelerine finansman desteği arttırılacak ve Türkiye’ye Suriyeli mülteciler için vaat edilen yardımın ikinci dilimi olan 3 milyar euro ödenecek.
Açıklanan kararların çoğu fiili durumun daha da katılaştırılarak ilanından başka bir şey değil aslında. Deniz yoluyla kıyı ülkelere ulaşan göçmenler zaten kamplarda tutuluyorlar ve durumları belli olana kadar kamp dışına çıkmalarına izin verilmiyor. Daha geçtiğimiz yıl Yunanistan iltica başvurusu reddedilen binlerce göçmeni zorla ülkelerine geri göndermişti. Sığınmacıların AB ülkeleri arasında kota konularak paylaşılması talebi zaten Orta ve Doğu Avrupa ülkelerince kabul görmediği için uygulanmıyordu. Bu anlaşmanın göç sorununu çözmek adına Avrupa’nın “belayı kendisinden uzak tutmak” meselesine odaklandığı, göçmen karşıtı aşırı sağ partilerin ve otoriter liderlerin iktidarda olduğu İtalya, Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin memnuniyetlerini ifade etmekteki aceleciliklerinden de anlaşılıyor. Kısacası kapitalistler büyük bir ikiyüzlülükle bir taraftan Asya, Afrika ve Ortadoğu’yu yangın yerine çevirirken diğer taraftan bu yangın yerinden kaçmaya çalışan milyonları durdurabilmenin hesaplarını yapıyorlar. Ancak bu o kadar da kolay değil. Yangın devam ettiği sürece göç dalgası da kaçınılmaz olarak büyüyecek ve Avrupa sınırlarına dayanmaya devam edecektir.
Üstelik bugün yaşanan göç dalgası kapitalizmin önceki dönemlerinde yaşananlardan farklıdır çünkü kapitalizmin içine girdiği tarihsel kriz sürecinde yaşanmaktadır. “Geçmişteki büyük göçlerde hâkim etmenlerden biri olan ekonomik kurtuluş arayışı iki temel şart üzerinde yükseliyordu. Birincisi, dünya üzerinde henüz büyük ölçekte bakir toprakların var olması; ikincisi, dönemine göre gelişmiş ülkelerin emek gücü ihtiyacı. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrası yükseliş konjonktüründe (ve savaşın yol açtığı üretici nüfus kaybı etmenini telafi amaçlı) Avrupa’nın güney ve güneydoğusundan, Türkiye’den işgücü ithal etmesi bunun bir örneğiydi nitekim. Günümüzün (son çeyrek yüzyılın) büyük göç dalgası ise bakir alanların ve ekonomik yükseliş etmeninin yokluğunda gerçekleşiyor. Anayurtlarında yaşanan savaş, kıtlık ve ekonomik yıkım koşullarından kaçıp kurtulmaya çalışan yığınlar, uzak geçmişteki birçok durumun aksine artık hiç de talepkâr olmayan coğrafyaların kapılarını zorluyorlar…. Sonuç olarak kapitalizmin uzun süredir içinde olduğu tarihsel kriz nedeniyle, hem yeryüzünde sefalet artıyor, hem bu krizin bir ifadesi olan emperyalist savaş süreci nedeniyle gitgide artan sayıda bölge yaşanılmaz hale geliyor, hem de kaçıp kurtulmak isteyenler için göç etmeye çalıştıkları ülkelerde eskisi gibi bol iş ve aş yok. Bunların hepsi kapitalizmin krizini özetliyor.” (Levent Toprak, Göç, Mülteciler ve Kapitalizm (7 Mayıs 2016), marksist.com)
Kapitalizmin içine girdiği tarihsel bunalım ve eş zamanlı olarak yaşanan hegemonya krizi, uzatmalı ve çok parçalı bir emperyalist savaşa yol açtığı gibi kapitalistleri dünyayı yok oluşa götürmek pahasına çok daha saldırgan ve tahripkâr adımlar atmaya zorluyor. Suriye, Libya, Irak ve Yemen yangın yerine çevrildi ve bu topraklarda yaşayan milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı. Emperyalist savaşın bir parçası olarak radikal İslamcı grupların saldırılarına maruz kalan, bölgesel çatışmaların yaşandığı Afrika ve Asya ülkelerinde de milyonlarca insan çatışmalardan, açlıktan ve geleceksizlikten kaçarak yeni bir yaşam umuduyla Batı’ya gitmeye çalışıyor.
Kapitalist sistem dünyayı “iklim mültecileri” kavramıyla da tanıştırdı. Kapitalistlerin daha fazla kâr uğruna sebep olduğu küresel iklim değişikliklerinin sonucu olarak kuraklık, aşırı sıcaklar, sel gibi yaşanan büyük felaketler de insanları göçe zorluyor. İsveç düşünce kuruluşu FORES yaptığı araştırmaya dayanarak hazırladığı raporda son 10 yılda iklim mültecilerinin sayısının 21,5 milyon olduğunu söylüyor. Kapitalizmin varlığını ve dolayısıyla tahribatlarını devam ettirmesi durumunda 2050 yılına kadar 200 milyon insanın iklim nedeniyle Avrupa’ya doğru göç edeceğini öngörüyor.
Kapitalizmin tarihsel krizi sadece nüfuz alanı paylaşımının yaşandığı bölgeleri etkilemiyor. Bizzat bu paylaşımı yürüten kapitalist ülkelerde yaşayan emekçiler de bu süreçten fazlasıyla nasibini alıyor. Periyodik krizlerin çok daha şiddetli ve sık yaşandığı, durgunluk döneminin neredeyse süreklilik kazandığı koşullarda kapitalistler bütün faturayı emekçilere kesiyorlar. Dünyanın her yerinde zengin ile yoksul arasındaki uçurum giderek büyüyor. İşsizlik artıyor, reel ücretler düşüyor, çalışma ve yaşam koşulları ağırlaşıyor. İşte daha iyi bir yaşam umuduyla Avrupa’ya gelen göçmenleri bu koşullar karşılıyor. İşin aslı bütün melanetlerin sorumlusu olarak göçmenleri göstererek kendi günahlarını örtmek ve gerektiğinde “yerli” işçilerin üzerinde bir baskı unsuru olarak onları kullanmak bugüne kadar kapitalistlerin işine geldi. Halen de öyledir. Avrupa’nın pek çok ülkesinde daha otoriter, baskıcı ve sağ partilerin iktidara gelebilmesinde göçmen karşıtı söylemlerin çok büyük bir etkisi olmuştur. Ancak kapitalistler açısından büyük çoğunluğu niteliksiz işgücü anlamına gelen, entegrasyon politikalarının ciddi maliyet ve zaman gerektirdiği ve kontrol edebileceklerinin ötesinde bir sayıya ulaşan göçmenleri kabul etmek hiçbir kapitalist ülkenin işine gelmiyor. Onlar sadece işlerine geleni alarak kullanmak, gelmeyenleri de kapı dışarı etmek istiyorlar.
Bugüne kadar kapitalist ülkelere giriş yapabilmiş olan mülteciler dillerini bilmedikleri, kültürlerini tanımadıkları bu ülkelerde gerçekten de büyük sorunlar yaşıyorlar. En demokrat geçinen Avrupa ülkelerinde bile tam olarak işleyen bir entegrasyon programı olmadığı için içe kapanma ve gettolaşma artıyor. Gettolarda yaşayan göçmenlerin dil sorunu da çözülemiyor. Toplumda büyüyen göçmen karşıtlığı ve bunun sağ partiler tarafından siyasi bir malzeme haline getirilerek körüklenmesi göçmenlerin içe kapanmasını daha da arttırıyor. Hayal kırıklığı ve çaresizlik psikolojik travmaları da beraberinde getiriyor. Toplumun geneline göre daha kötü koşullarda yaşayan, doğru düzgün bir eğitim olanağı olmayan, sürekli bir işte çalışamayan, dışlanan ve horlanan göçmenlerde suç oranları da kaçınılmaz olarak artıyor. Neden-sonuç ilişkisinin iç içe geçtiği bu durum şimdilik örgütsüz olan “yerli” emekçiler arasında öfkenin göçmenlere yönelmesine yol açıyor. Avrupa ülkelerinde yapılan bir araştırmaya göre toplumdaki göçmen karşıtlığının arkasında göçmenlerin “kriminal bir tehdit”, “kültürel bir tehdit”, “dini bir tehdit” olarak görülmesi ve işini kaybetme ve refah düzeyinin düşmesi korkusu bulunuyor.
Aslında çok uzağa gitmeden en büyük Suriyeli mülteci nüfusu barındıran (yaklaşık 4 milyon) Türkiye’ye bakmak yaşanan sorunları anlamak için yeterli olacaktır. Türkiye sadece Suriyeli mültecileri değil Afganistan’dan, Pakistan’dan gelen on binlerce kaçak göçmeni de barındırıyor. Türkiye Suriyelileri mülteci olarak kabul etmek yerine “geçici koruma” statüsü veriyor. Dolayısıyla pek çok yasal zorunluluktan otomatik olarak muaf oluyor. Herhangi bir entegrasyon programından söz etmekse mümkün değil. Görünürde Suriyelilerin sağlık hizmetinden faydalanması, çocukların eğitimi, dil sorununun çözülmesi ve entegrasyonun sağlanması konusunda AB ile işbirliği içerisinde birtakım sosyal destek programları var. Ancak bunların yalnızca Batı’ya gösterilecek bir vitrin olmanın ötesine geçemediği de ortadadır. Yaklaşık 4 milyon Suriyelinin 216 bini kamplarda yaşıyor. Şehirlerde yaşayanların yarım milyondan fazlası İstanbul’da bulunuyor. Bugüne kadar yasal olarak çalışma hakkı tanınan Suriyeli sayısı sadece 20 bin. Peki geri kalanlar ne yapıyor? Yaklaşık 1,5 milyon Suriyeli başta tekstil atölyeleri olmak üzere inşaatlarda, gündelik işlerde, mevsimlik işlerde kayıt dışı olarak, çok düşük ücretlerle ve kötü koşullarda çoluk çocuk hep birlikte çalışarak yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Çok az bir kesimi kendi işyerini açmış durumda. Çoğunlukla işçi semtlerinde esnaflık yapan bu kesim yerli esnafın tepkisiyle karşı karşıya kalıyor. Sağlıksız evlerde yüksek kiralar ödeyerek birkaç aile birden yaşıyorlar. İşsizliğin ve ev kiralarının artmasının sebebi olarak Suriyeliler görülüyor. Suriyeli çocuklar görünürde devlet okullarına gidebiliyorlar. Ancak aileler geçinemediği için çocuklarını okula göndermek yerine çalıştırmak zorunda kalıyor. Gönderebilenlerse başka sorunlarla boğuşuyor. Zira dil bilmeyen çocuklar için devlet okullarında uygulanan herhangi bir özel program yok. Çocuklar dışlanıyor, dil sorunu yaşadığı için okuma yazma öğrenemiyor. Başarısızlık ve dışlanma bu çocukları daha hırçın ve içe kapalı hale getiriyor.
Çoğu Suriye’nin kırsal bölgelerinden Türkiye’de büyük şehirlere gelen göçmenler kültürel olarak da uyum sorunu yaşıyorlar. Bu da tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de gettolaşmayı beraberinde getiriyor. Uyum sorunu gettolaşmayı doğururken gettolaşma da uyum sorununun çözülmesini engelliyor. Kısacası her fırsatta Türkiye’nin milyonlarca Suriyeliyi misafir ederek ne büyük bir gönül zenginliğine sahip olduğunun propagandasını yapan AKP iktidarı gerçekte hiçbir şey yapmayarak kendi kaderine terk ettiği Suriyelileri Türkiyeli emekçilerle karşı karşıya bırakıyor. Zaten kendileri de düşük ücretlerle, geçim sıkıntısıyla boğuşan Türkiyeli emekçilerde göçmenlere karşı bir tepki içten içe birikerek büyümeye devam ediyor. Sokakta, otobüste, işyerlerinde, okullarda yani toplumsal yaşamın her alanında her an bunu görmek mümkün. Bu tepki bazen bir bakışla, hor görmeyle, aşağılamayla sınırlı kalırken bazen de linç girişimlerine kadar varabiliyor. İktidarın içi kof kardeşlik söylemleriyle tüm bu sorunların üzerini örtmeye çalışması meselenin bir toplumsal sorun boyutuna geldiği gerçeğini değiştirmiyor. Her yönüyle bütün tarafları etkileyen bu sorun gelecekte çok daha büyük gerilimleri ortaya çıkarma potansiyeli taşıyor.
Sözün özü kapitalizm dünyanın hiçbir yerinde insanlığa gelecek vaat etmiyor. Yaşamları kendi ülkelerinde zaten altüst olduğu için başka ülkelere göç etmek zorunda kalan yüz milyonlarca insanın iyi bir yaşam umudu daha yollardayken yitip gidiyor, ayak bastıkları ülkelerde ise kendileri için gelecek diye bir şeyin kalmadığını görüyorlar. Karşılıklı olarak yüz milyonlarca insanın yaşamını altüst eden göç sorunu kapitalizm ortadan kalkmadığı sürece çözülemez. Ne yazık ki bugün farklı düzeylerde de olsa Avrupa’da da Türkiye’de de emekçiler yaşadıkları sorunların sebebi olarak göçmenleri görüyorlar. Avrupa ve Amerika’da siyasi iktidarlar halen göçmen düşmanlığı üzerinden siyasi rant sağlıyorlar. Yine de göçmen düşmanlığıyla malul olmamış kesimler de var ve bunların kendi hükümetlerinin göçmen düşmanı politikalarını protesto etmeleri umut vericidir. Bugün izlenmesi gereken yol göçmenlerle enternasyonal dayanışmayı güçlendirmek ve emekçilerin sorunların gerçek kaynağını görmelerini sağlayarak toplumda biriken öfkeyi kapitalist sisteme yönlendirmektir.
link: Demet Yalçın, Kapitalizmin Tarihsel Kriz Sahnesinde Büyüyen Göç Dalgası, 17 Temmuz 2018, https://marksist.net/node/6442
Sınıf Penceresinden Bakmak Gerek
Kupanın İçinde Bir Top, Topun Ağzında Bir Dünya