Filistin’de sorunlar çözülmek bir yana yıllardır ağırlaşarak devam ediyor. Son olarak ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü resmen İsrail’in başkenti olarak tanıdıklarını ve Tel Aviv’deki Büyükelçiliği buraya taşıyacaklarını açıkladı. ABD’nin Kudüs kararını geri almasını öngören tasarı BM genel kurulunda ele alındı ve ABD’nin tehditlerine rağmen 128 oyla kabul edildi. Pratikte bu kararın ABD’yi veya İsrail’i durduramayacağını herkes biliyor. 1948 yılından bu yana Siyonist İsrail devleti Filistinlilere adeta kan kusturuyor. Kendi topraklarından zorla göç ettirilen, katledilen ve işkencelere maruz kalan Filistin halkı o yıllardan bu yana direnmeye çalışıyor.
Filistin toprakları üzerinde Siyonist İsrail devletinin kurulduğu 1948’den beri, Filistinliler tarafından 15 Mayıs “Nekbe” yani “Büyük Felâket” olarak anılıyor. İsrail, Nekbe sırasında yaklaşık bir milyon Filistinliyi zorla topraklarından çıkararak sürgün etti, Filistinlilere ait 675 köy ve kasaba yok edildi, binlerce Filistinli öldürüldü. Nekbe’den bu yana, nüfus artışıyla birlikte Filistinli mültecilerin sayısı dünya genelinde 6 milyona ulaştı. Bunların 5 milyonu Birleşmiş Milletler (BM) Filistinli Mültecilere Yardım Ajansına (UNRWA) kayıtlı görünüyor. Filistinlilerin dünya çapında toplam nüfusu 12 milyon civarında ve bunların neredeyse yarısı mülteci durumunda yaşıyor. Ülke içi ve dışında oluşturulan 61 kampta kalan milyonlarca Filistinli, zor şartlar altında hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Ürdün ve Suriye’deki 61 kampta yaklaşık 4 milyon Filistinli iskân ediliyor, geri kalanlar da dünyanın çeşitli ülkelerinde mülteci statüsünde yaşam mücadelesi veriyor.
Kampların durumu
Filistinlilerin yaşadıkları kamplarda yoksulluk ve sefalet had safhada. Kalabalığın çok yoğun olduğu, hijyen koşullarının olmadığı, salgın hastalıkların kol gezdiği bu koşullarda Filistinliler hayata tutunmaya çalışıyorlar.
Gazze’deki Şati Mülteci Kampında yaşayan Filistinli Ebu Şakfe yaşadıkları kamptaki şartlar için şunları söylüyor: “Ailemle 3 yıl boyunca birçok kamp ve bölge değiştirdik. Ardından Akdeniz’e uzanan çalı ve otlarla dolu bu bölgeye yerleştik. Bu arada sürekli köyümüze dönüşün hayaliyle yaşıyorduk, ancak UNRWA görevlilerinin gelip burada kamp çalışmalarına başlamasıyla endişelendik. UNRWA, 1950 yılında buradaki çadırları kerpiçten evlere dönüştürerek Eş-Şati Mülteci Kampı’nın temelini atmış oldu. Aileme de o zaman 3,5 metrekarelik iki oda verildi. Kampta kerpiçten inşa edilen evlerde kış aylarında su sızmasının yanı sıra her türlü böcek ve haşarat nedeniyle son derece zor bir hayat geçirdik. Tuvaletler halka açık ve topraklar kanalizasyon sularıyla kirleniyordu.” Evlerin yapısının salgın hastalıklara da sebep olduğunu belirten Ebu Şakfe, iki çocuğunu bu yüzden kaybetmiş. 80 bini aşkın Filistinlinin barındığı Şati Mülteci Kampının şu anki hali ise içler acısı. İsrail ablukası nedeniyle yeterli yardımın ulaşmadığı kampta yoksulluk ve çaresizlik kol geziyor. İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları Şati Mülteci Kampındaki hayatı daha da zorlaştırmış. Kampın altyapısı saldırılardan büyük zarar görürken, birçok mülteci de evini veya işyerini kaybetmiş.
Şam merkezine yalnızca birkaç kilometre uzaklıkta bulunan Yermuk Kampı, 1947 Arap İsrail Savaşından sonra binlerce Filistinlinin sığınması için 1957 yılında kuruldu. Ülkedeki en büyük Filistinli mülteci kampı olan Yermuk neredeyse bir yıldır kuşatma altında. Aralık 2012’deki çatışmalardan kaçıp gelen 160 bin Filistinliden 18 bini kampta kalmaya devam ediyor. Filistin’deki savaştan kaçıp Suriye’ye sığınmaları ne yazık ki onları savaştan kurtarmadı. Bu sefer de Suriye’de savaşın içinde buldular kendilerini. Suriye ordusu Yermuk kampını abluka altına aldığı için kampa gıda, tıbbi malzeme vs. ulaşması mümkün değil. Çaresizlikten dolayı bu kampta insanlar kedi, köpek etlerini ve otları yiyerek hayatta kalmaya çalışıyorlar. Kuyulardan içilen sular sağlıksız. Yetersiz beslenme nedeniyle salgın hastalıklar çok sık yaşanıyor. Birçok sorunların yanı sıra sağlık sorunlarıyla da baş etmeye çalışarak hayat mücadelesi veriyorlar. Çocuklarını beslemek için ot toplamaya çalışan kadınlar keskin nişancılar tarafından vuruluyor. Dört ayda açlıktan 50 çocuk ve yaşlı hayatını kaybetti. Kamptaki mültecilerden 26 yaşındaki Kais Saed insanların artık kedi ve köpek etini yemesinin normal hale geldiğini anlatıyor. Kendisiyle yapılan söyleşi sırasında Saed en son üç gün önce yemek yemiş. En son tok hissettiği zamanı hatırlamadığını söyleyen Saed’in üç gündür boğazından geçen tek şey ise baharatla tatlandırılan su olmuş. Bölgede kalan mültecilerin çoğu elektrik kesintisi, tıbbi malzeme eksikliği ve hastanelerin de saldırıya uğramasıyla işleyişin aksaması gibi nedenlerle hayatlarını kaybediyor. Salgınlar ise çocukların hızla hastalanmasına ve ölmelerine neden oluyor. Bölgedeki sığınmacılardan Ebu Muhammed ise, “Niçin bizi kimyasallarla öldürmüyorlar? Birkaç dakika içinde hayatımızı kaybederiz. Bu şekilde ölmekten daha iyidir” diyor.
Lübnan’daki Sabra ve Şatilla mülteci kapmalarında da durum diğerlerinden farklı değil. Lübnan’daki Filistinli mülteciler, pek çok haktan mahrum bırakılıyor. Bu ülkedeki mülteciler arasında işsizlik had safhada, üstelik ülke nüfusuna entegre olmaları Lübnan hükümeti tarafından istenmiyor. Çoğu Sünni Müslüman olan yaklaşık 200 bin mültecinin, ülkedeki hassas Hıristiyan-Müslüman dengesini bozmasından korkuluyor. Lübnan hükümeti, Filistinli mültecilere sağlık ve eğitim hizmeti vermiyor. Bu yıl alınan bir kararla, mültecilerin Lübnan’da mülk edinmesine de yasak getiriliyor. Lübnan hükümeti mültecilerin çalışma koşullarına yasal sınırlar getirdiği için %80’i işsiz. Kamplar dışında ev almaları yasak. Kamplara giriş çıkış kısıtlı. Bir kilometrekarelik alanda 16 bin kişi yaşıyor. Evlerdeki koşulların fareler için bile yetersiz olduğunu söylüyor mülteciler. Elektrik, su yok. İş yok, yardım yok. Kamptaki mülteciler yoksulluk, sıkışmışlık ve çaresizlik içinde insanlık dramı yaşıyorlar.
İsrail’in yıldırma ve yok etme politikaları
İsrail devletinin amacı, Filistinli Arapları baskı ve terör yöntemleriyle korkutup kaçırmak, bu başarılamadığı takdirde de fiziksel imha yoluna başvurmak ve sonuçta onların topraklarına el koymak. Bu doğrultuda pek çok katliam gerçekleştirildi. Siyonist İsrail devleti Filistinlileri yıllardır yerlerinden yurtlarından ederek nüfusun neredeyse yarısını mülteci durumuna düşürdü. Filistin topraklarını yüzlerce kilometre uzunluğunda yüksek duvarlarla ikiye ayırdılar. Yıllardır Filistin’de etnik temizlik yapıyorlar. Kentleri, köyleri yakarak, bombalayarak, toplu katliamlar yaparak yıldırma-yok etme politikası uyguluyorlar. İsrail dünyanın gözü önünde zulmüne hâlâ da devam ediyor. Canlarını kurtarıp hayatta kalmaya çalışan Filistinliler kamplara yerleştiğinde de can güvenlikleri ne yazık ki sağlanamıyor. İsrail devleti bu kamplara da saldırmaya devam ediyor.
Sabra ve Şatilla mülteci kampında geçmişte yaşananlar insanın kanını donduracak cinstendi. İsrail’le ittifak kuran Falanjistler, 16-18 Eylül 1982 tarihleri arasında İsrail birliklerinin kuşattığı Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında, silahsız, savunmasız yaklaşık 3500 Filistinliyi vahşice katletti. Bu katliam, İsrail-Filistin sorununun başladığı tarihten o yana yaşanan en büyük katliamdı. 16 Eylül 1982’de, İsrail’in desteklediği faşist Hıristiyan Falanjist milisler Beyrut’un güneyinde bulunan Sabra ve Şatilla kamplarına İsrail ordusunun gözetimi altında saldırarak çoğu kadın ve çocuk savunmasız Filistinliyi cesetleri tanınmaz hale gelecek şekilde katletmişti. Katliamın ertesi sabahı, tecavüz edilmiş, işkenceye uğramış, şişmiş cesetler, Sabra ve Şatilla sokaklarında üst üste yığılmışlardı. Dönemin savunma bakanı olan Ariel Şaron bu katliam gerçekleştikten sonra “Beyrut Kasabı” adıyla anılmaya başlandı.
1982 yılında yaşanan bu katliam ne yazık ki sonuncu olmadı. Filistinlilerin olduğu kamplar ve yerleşim yerleri ya sürekli abluka altında tutulmaktadır ya da kamplara saldırılar düzenlenerek hayatta kalmaya çalışan Filistinlilere hayat zehir edilmektedir.
Türkiye ve İslam ülkelerinin lafta kalan yardımları
Trump’ın Kudüs çıkışıyla tekrar gündeme gelen Filistin sorununa Erdoğan “Kudüs Müslümanların kırmızıçizgisidir” diyerek esip gürledi: “ABD’yi bir kez daha ikaz ediyorum. İsrail ile diplomatik bağları koparırız.” Oysa İslam dünyasının hamisi pozlarındaki AKP iktidarı, bir yandan Filistin’deki Müslümanlar için sahte gözyaşı dökerken diğer taraftan İsrail’le ticari anlaşmalar yapmaktan geri durmuyor. İsrail gazının Avrupa’ya nakil güzergâhı olmak isteyen Türkiye’nin bunun yanı sıra İsrail’le milyarlarca dolarlık silah anlaşmaları mevcut. Filistin halkını bombaya boğan İsrail jetlerine Konya’da askeri eğitim yaptıran bir devlet Türkiye. Malatya’nın Kürecik ilçesinde ise İsrail’i korumak için füze kalkanı sistemleri mevcut.
Ekonomik ve siyasi çıkarlar söz konusu olunca hangi din ve milliyetten olunduğu egemenler için pek bir şey ifade etmiyor. Ezilen Filistin halkının çıkarları doğrultusunda bir adım atmak şöyle dursun, ABD ve İsrail’le birlikte davranmaya devam ediyorlar. İrili ufaklı İslam devletlerinin hepsi aynı korodan şarkı söyler gibi ABD’yi sözde kınadılar. Kendilerine düşen ikiyüzlülük görevlerini yerine getirdiler. “Erdoğan’ın çağrısıyla olağanüstü toplanan İslam İşbirliği Teşkilatından (İİT) yine somut bir şey çıkmadı. 56 İslam ülkesinden, sadece 16’sı lider düzeyinde olmak üzere 48 ülkenin temsilcisinin katıldığı bu toplantıda ne ABD’ye ne de İsrail’e dönük şu ya da bu alanda tek bir ciddi yaptırım kararı alınamadı. Toplantıda bol bol Kudüs lafı geçse de sonuç bildirisine yalnızca «Doğu Kudüs» sözcükleri geçirildi, böylelikle Batı Kudüs’ün zaten İsrail’e ait olduğu kabullenilerek onun Kudüs’teki işgali meşrulaştırılmış da oldu.” (Özgür Doğan, Ortadoğu Savaşı, Kudüs ve Filistin Sorunu, Marksist Tutum) Üstelik sonuç bildirgesindeki “Doğu Kudüs Filistin’in başkentidir” ibaresi, aslında 1980’deki İİT toplantısında alınan bir kararda ve hatta BM’nin konuyla ilgili bir kararında da geçmekteydi. Yani yeni hiçbir karar alınmadı.
Filistin sorununun Müslüman-Yahudi meselesi olarak ele alınması da bir diğer ikiyüzlülük ve manipülasyon örneğidir. Oysa gerçekliğin bu olmadığını anlamak için Arap burjuvazisinin kimin tarafında durduğuna bakmak yeterli olacaktır. Bu konu her gündeme geldiği zamanda İslam ülkelerinin liderleri mangalda kül bırakmayıp nutuklar atarak Filistin halkını sahiplenir gözükmektedir: “İslam ülkelerinin Siyonizmi lanetlemekte birbiriyle ikiyüzlü bir yarışa tutuşmak dışında neden tek bir ciddi adım dahi atmadıklarını, hiçbirinin İsrail’e gerçek bir yaptırım uygulamaya neden girişmediğini, neden hiçbirinin Filistin halkının davasına sonuna kadar sahip çıkmadığını, neden hepsinin de «Hıristiyan ABD» ve «Siyonist İsrail»le arayı bir biçimde bozmamaya çabaladığını açıklamaya da pek tenezzül edilmez. Zaten açıklayamazlar da! Çünkü dünya dinler arasındaki çatışma ekseninde dönmüyor, dünya kapitalist sömürü ve irili ufaklı kapitalist güçlerin çıkar kavgaları ekseninde dönüyor. Paranın dini imanı yoktur!” (age)
“İslamcı” egemenler ikiyüzlülükte birbirleriyle yarışırken İsrail devleti Filistin halkını katletmeye devam ediyor. Sürgünler devam ediyor. Çok zor şartlar altında mültecilik devam ediyor. Filistin’deki dava Kudüs davası değil yıllardır yerlerinden yurtlarından edilen, katliamlarla yok edilemeye çalışılan, ezilen yoksul bir halkın özgürlük ve bağımsızlık sorunudur. Bir halkın kendi topraklarında yaşayamama sorunudur. Kendi ülkelerinde ve komşu ülkelerde neredeyse nüfusun yarısının mülteci konumuna gelme sorunudur. Karmaşayı ve savaşı yaratan Siyonist İsrail devleti ve bu bölgede emperyalist çıkarları olan devletler çözüm sunamazlar. Filistin halkının gerçek dostları ve destekçileri tüm bölge ve dünya emekçileridir. Bu sorunun çözümü de bu desteğin gücüne bağlı olarak şekillenip hayata geçebilir.
link: Çiğdem Berrak, Filistin Halkının Bitmeyen Çilesi, 29 Ocak 2018, https://marksist.net/node/6186
“Ayaklar” Kim, “Babayiğitler” Kim Ola?
Kıyamete 2 Dakika Kaldı!