Kapitalizmin sistem krizine bağlı olarak emperyalist savaşların yaygınlaştığı, dünya genelinde otoriterleşme eğiliminin yükseldiği, kitleleri derin bir huzursuzluk ve mutsuzluğa sürükleyen istikrarsız ve kaotik bir dönemden geçiyoruz. Kapitalizmin bu çürüme çağında, yoksul işçi-emekçi kitleler, yıkılmadığı sürece insanlığın başına daha nice belâlar saracak olan bu düzenin yoğunlaşan sömürü, baskı ve acımasızlığıyla karşı karşıya bulunuyorlar. Kapitalizm altında bu kara tabloyu pembe renklere boyayacak hiçbir mucize gerçekleşmeyecek! Dünyamızı ve insanlığı batağa sürükleyen bu çürümüş düzenden kurtuluşu mümkün kılacak yegâne yol, kitlelerin devrimci mücadelesidir.
Günümüzde çekilen acıların katmerleşerek büyümesinin başlıca nedeni, işçi-emekçi kitlelerin mücadeleyi yükseltebilecek bilinç ve örgütlülük düzeyinden henüz yoksun bulunmalarıdır. Fakat unutulmasın ki, dünya genelinde yakın gelecek için umutlu olmayı müjdeleyen yeni bir devinim yaşanıyor. Burjuva düzenin uzun süre genç kuşaklara enjekte ettiği “kapitalizmin ölümsüzlüğü” palavrası büyük çatırtılar eşliğinde çöküyor ve sistem krizinin yarattığı sarsıntıların içinden, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin genç kuşaklarının “kapitalizme ölüm” sloganları yükseliyor. Özetle günümüz dünyası, insanlığı gerici burjuva düzenlerin karanlığına sürükleyen gelişmelerin yanı sıra, aydınlık bir geleceği yaratacak olan mücadelenin yeşeren tohumları eşliğinde dönüyor. Türkiye, bugün dünya üzerinde olumsuzundan “örnek bir ülke” olarak öne çıkmış olsa da, tarihin bu geçici parantezi er geç kapanacaktır.
Benzerlikler ve farklılıklar
Bonapartizmden Faşizme adlı kitapta (Bkz. Elif Çağlı, Tarih Bilinci Yay., 2004) ve Marksist Tutum’da yer alan pek çok yazıda, gerek Bonapartist ve faşist rejimlerin gerekse Türkiye’de bu doğrultuda yaşanan gelişmelerin üzerinde uzun boylu duruldu. Burada yalnızca bazı hatırlatmalardan hareketle, günümüz Türkiyesindeki durumu aydınlatacak önemli noktalara kısaca değinelim. Öncelikle belirtmek gerekir ki, dünün Bonapartlarının veya Hitlerlerinin, bugünün Trumplarının ya da Erdoğanlarının iktidar koltuğunu ele geçirebilmelerinin asıl nedeni, onların diğer burjuva politikacıların yapamadıklarını yapmaya hazır, fütursuz kişilik özellikleriyle kendilerini öne fırlatmış olmaları değildir. Asıl neden, kapitalist sistemin içine yuvarlandığı olağanüstü koşullarda, burjuva düzenin “normal dışı” işleyişler için “normal dışı” kişilere duyduğu ihtiyaçtır. Derin krizler, iç veya dış savaşlar, sınıf çatışmasının sarsıcı dalgaları gibi çeşitli nedenlerle burjuvazi hegemonyasını parlamenter işleyişle sürdürmekte zorlandığında, yasama, yargı, yürütme yetkilerinin giderek bir kişide (tek adam) toplandığı olağanüstü bir rejim biçimlenir.
Burjuva siyasal yapılanmada, olağan parlamenter rejimden olağanüstü rejime geçiş öncesinde, mutlaka çeşitli gelişmeleri içeren bir “tırmanış” süreci yaşanır. İşçi-emekçi kitlelerin ve çeşitli demokratik muhalefet güçlerinin dirençli mücadelesiyle bu tırmanış durdurulamamışsa, süreç, olağanüstü rejimin kurulması ve siyaset tekelinin tek bir kişinin (duçe, führer, reis, başkan vb.) elinde yoğunlaşmasıyla sonuçlanır. Olağanüstü rejim, somut koşullara bağlı olarak Bonapartist ya da faşist diye tanımladığımız farklı biçimlerde yapılanabilir. Örneğin, Türkiye’de 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında yaşanan sürecin gözler önüne serdiği gibi, burjuva düzende Bonapartist otoriter rejimden totaliter rejime doğru bir gidiş yaşanabilir.
İşin gerçeğinde, burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimleri arasında uçurumlar yoktur. Çeşitli özellikleriyle ayrı ayrı kavrayabilmek bakımından değişik kavramlarla tanımlanan bu olağanüstü burjuva rejimler arasında elbet bazı farklılıklar mevcuttur, ama benzerlikler de büyüktür. Örnekse, rejimi sembolize eden tek adamın (führer, duçe, reis, kurtarıcı vb.) varlığında somutlanan yürütme tekeli, burjuva muhalefet dahil her türlü muhalefet kaynağına tahammülsüzlük, artan baskılar, değişik derecelerde devlet şiddeti gibi hususlar olağanüstü burjuva rejimlerin ortak özellikleridir. Yine de aralarındaki bir nüansa işaret etmek gerekirse, faşizm koşullarında tam anlamıyla totaliter bir iktidar yapılanmasının oluştuğunu söyleyebiliriz. Faşist iktidar, başka hiçbir odağa siyasal hak tanımamak üzere, kendi özel vurucu güçlerini, polisiye aygıtlarını da örgütleyip seferber ederek baskı rejimini tam anlamıyla pekiştirir.
Marksist teori, somut koşulları ve buradan türeyen farklılıkları hesaba katmadan, her zamanda ve her mekânda aynen tekrarlanacak kalıplardan oluşan bir dogma değildir. Marksizm, yaşamla ve mücadeleyle iç içe gelişen canlı bir eylem kılavuzudur. İşçi-emekçi kitlelerin mücadelesine yol gösterecek hazır reçeteler yoktur; Marksist teorinin ve tarihsel deneyimlerin ışığı eşliğinde somut koşulların titizlikle değerlendirilmesiyle yol belirlemek ve ana halkayı kavramak zorunludur. Faşizm söz konusu olduğunda da geçmiş çözümleme ve deneyimler donmuş kalıplar gibi algılanmamalı, günün somut koşulları çerçevesinde değerlendirilip gereken sonuçlar sentezlenmelidir. Yaşamın akışıyla uyuşan bu diyalektik çerçevesinde bugün Türkiye’deki siyasal rejimin özelliklerini irdelediğimizde, daha önce Türkiye’de yaşanan tepeden inme 12 Eylül askeri faşizmine oranla farklılıklar içerdiğini görürüz. Buna karşılık, zaman ve zeminden kaynaklanan pek çok farklılığı saklı tutmak koşuluyla, klasik örnekler olarak sivrilen İtalyan ve Alman faşizmiyle bazı benzerlikler içerdiğini de gözlemleyebiliriz.
İkinci Dünya Savaşı öncesinden başlayarak İtalya ve Almanya’da egemen olan faşist rejimler, Avrupa’yı sarsan emperyalist savaş, kriz ve işsizlik koşullarında yoksul kitleleri ölümüne aldatarak hüküm sürdüler. Kapitalist sistemin tepesinde yer alan mali sermaye çevrelerinden aldıkları esas destek bir yana, bu faşist diktatörlükler, yarattıkları “yalan imparatorluğu” sayesinde toplumun önemli bir bölümünü de yanlarına çekmeyi başardılar. Toplumun muhalif bölümünü ise burjuva devletin çıplak terörüyle bastırarak, yok ederek var oldular. Her iki örnekte de, faşist liderler daha önceki burjuva siyasetçilerin sergilediği elit görünüme oranla sanki halkın içinden çıkmış izlenimi vermeye özen gösterdiler. Faşist ekip, bu izlenimi sürdürmeye hizmet eden tutum ve davranışların üretimine hız verdi. Bu faşist rejimler bütünüyle kapitalist düzenin militarist giysilerini kuşanarak, ülkelerini emperyalist paylaşım maceralarına sürüklediler. Geniş kitleleri bu maceralarına alet edebilmek için, ırkçılığa, milliyetçiliğe, ayrımcılığa, ötekileştirmeye dayanan faşist bir propaganda dili yarattılar ve gündelik yaşamda bunu egemen kıldılar. Bu gibi hususlar İtalyan ve Alman faşizminin ortak özellikleri oldu. İşsiz ve yoksul halk kitlelerinin sırtına basarak yukarıya tırmanmaları nedeniyle de, bu rejimler “aşağıdan faşizm”, “sivil faşizm” şeklinde değerlendirildiler.
İtalyan ve Alman faşizmi, İkinci Dünya Savaşının sonunda rakip emperyalist güçler ve özellikle Sovyet Kızıl Ordusu karşısında aldığı büyük yenilgi neticesinde yıkılıp gitti. Fakat İspanya’da 1936-1939 arasında yürüyen iç savaşta, devrimcileri de içeren “Cumhuriyetçi” cephenin yenilgisi neticesinde kurulan faşist Franco diktatörlüğü 1975 yılında onun ölümüne dek varlığını sürdürdü. Bu gibi gerçeklere rağmen, salt İtalyan ve Alman faşizminin yıkılışına dayanarak, burjuva sol “artık faşizm olmaz” dedi. Oysa tıpkı emperyalist savaşlar gibi, faşizm de, dara düşen kapitalist sistemin yoksul kitlelerin başına tekrar ve çeşitli biçimlerde musallat edeceği bir belâ olacaktı. Nitekim tarihin akışı içinde çeşitli Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye, bu kez askeri darbeler biçiminde tepeden gelen ve burjuva düzenin parlamenter işleyişini açık biçimde feshederek iktidara kurulan askeri faşizm örneklerine sahne oldu. Netice olarak faşizmin sivil denileni de askerisi de, burjuva düzenin şu ya da bu derecede açık devlet baskısı ve şiddeti eşliğinde biçimlendirip sürdürdüğü olağanüstü rejimlerdi. Bunlar, burjuva diktatörlüğün parlamenter işleyişle dizginlenmemiş, fütursuz, kuralsız ve çıplak çeşitlemeleriydi.
Sivil faşizmle askeri faşizm, bir başka deyişle aşağıdan faşizmle tepeden faşizm örnekleri arasında, son tahlilde burjuva rejimin niteliği açısından özde büyük farklılıklar yoktur. Ancak buna rağmen, siyasal ve toplumsal yaşamda doğurdukları sonuçlar bakımından her biri kendi özgünlükleri temelinde incelenmeyi gerektiren deneyimler sergilemişlerdir. Burada birincisiyle ikincisi arasındaki önemli bir farklılığa işaret etmek yararlı olacaktır. Sivil faşizm örneklerinde, faşist güçler egemen demagojilerini o toplumda geniş kabul gören tarihsel-toplumsal temalardan hareketle oluşturarak süreç içinde aşağıdan kitle desteği sağlamakta ve bu sayede iktidara yürüyüp iktidara yerleşmektedirler. Bu çeşitlemelerinde faşizm, ortalama insanın nabzına göre verilen şerbet kıvamına getirilmiş (gerçekte acı) yalanlarla kendini “onların iktidarı” olarak yutturabilmektedir. Sivil faşizm, burjuva düzenin krizli dönemlerinde parlamenter işleyişin içinden çıkıp, onun zaaflarını kullanarak ve bu zaafları büyütüp parlamentoyu paralize ederek iktidara tırmanmaktadır. Eğer bu süreçte kendisine karşı duran muhalefeti bastırabilirse, parlamenter rejimin kurallarını tamamen bir kenara fırlatıp, kendi kurallarıyla (daha doğrusu KHK benzeri kuralsızlıklarla) iktidarını kurumsallaştırmaktadır.
Sivil faşizm örneklerinde parlamenter sistem, askeri faşist rejimin kuruluşunda olduğu gibi ani bir darbeyle lağvedilmediğinden, yarattığı toplumsal etki de farklıdır. Faşist iktidarın artık kurumlaştığı bir dönemeç noktasına dek, toplumun genelinde olağanüstü bir rejimin (faşizmin) iktidara yerleşmekte olduğu algısı zayıf kalmaktadır. Bu algı güçlenmeye başladığında ise, birilerinin dediği gibi “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” olmaktadır.
Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, askeri faşizm iktidar koltuğuna kurulur kurulmaz sağı ve soluyla sivil siyaset güçlerine ani bir darbe indirerek siyasi yaşamı açıkça sona erdirir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme misali, ülkedeki çatışmalı ortama son verdiği görüntüsü sergileyerek, kendi askeri diktatörlüğünün toplum tarafından ehven-i şer görülmesini sağlar. Sivil faşizmde ise durum biraz daha farklıdır. Ülkeyi kendi ilan ettiği olağanüstü hal yasalarıyla (KHK’larla) yönetmeye başlayan iktidar partisi, bu süreçte diğer tüm örgüt ve çevrelerin siyasetini adım adım boğma pahasına, kendi “sivil” siyasetini sanki normal burjuva rejim işliyormuş süsü vererek sürdürür. O nedenle de, toplumda, siyasi yaşam (artık bu biçimde de olsa!) devam ediyormuş gibi bir kabullenme hali egemen olur.
Sivil faşizm iktidara tırmanma kesitinde ve iktidarının ilk döneminde, özellikle işçi-emekçi kitlelerin mücadeleci örgütlerine seçmeli biçimde baskı-şiddet yöneltmekte, toplumun geri kalanına ise dokunmayacağı algısı yaratmaktadır. Kendi özel harekât güçleri eşliğinde gerçekleştirdiği “saray” veya “seçim” darbeleriyle iktidara tırmanan sivil faşizm, bu süreçte püskürtülmediği takdirde iktidara iyice yerleşmek için büyük fırsat kazanmış olmaktadır. Şu da bir gerçektir ki, zamana yayılmış biçimde ve dozu alıştıra alıştıra arttırılan faşist uygulamalar, faşizmin iktidara yerleşmesini engelleyecek geniş ve birleşik bir mücadelenin örülmesi sürecini pörsütmektedir.
Askeri faşist diktatörlükler tepeden inen darbelerle parlamenter işleyişi, sivil siyasi yaşamı, siyasal örgütleri ani biçimde ve açıkça imha ederler. Bunlar, işçi-emekçi kitlelerin mücadelesini şiddetle bastırmak üzere alenen devletin silahlı güçlerini seferber eder ve bu karakteristikleriyle tüm toplum tarafından (kendilerini destekleyen ve desteklemeyen kesimleriyle) tepeden inen olağanüstü bir rejim olarak algılanırlar. Askeri darbeler kendi mantıkları gereği önceden bildirilmeden “bir gece ansızın” tepeden inseler bile, bunların öncesinde de parlamenter işleyişin paralize olduğu ve toplumun adım adım adeta darbeyi bekler hale getirildiği bir tırmanış süreci yaşanır. İşte bu süreçte darbe tehdidine karşı yürütülecek ortak demokrasi mücadelesi yaşamsal önemdedir. Zira, burjuva devletin polisiye ve askeri gücünü, yani tankıyla topuyla vurucu ordusunu sokaklara indiren askeri faşist darbe gerçekleştiğinde, bir anlamda iş işten geçmiş olmaktadır. Kuşkusuz askeri faşist diktatörlükler de, darbe sonrasında iktidar koltuğuna iyice yerleşip kurumlaşmaları ve varlıklarını sürdürebilmeleri için, açık baskı silahının yanı sıra toplumu aldatacak faşist propaganda makinesini işletirler. Faşizmin ortak bir özelliği olarak, toplumun mücadeleci kesimleri açık baskı ve şiddet araçlarıyla bastırılıp hatta imha edilirken, ideolojik aygıtların seferberliği sayesinde kitlelerin bir bölümü korkutulup sindirilir, bir bölümü de kendi destekçileri kılınır.
Açık baskı yöntemi ve ideolojik propagandalarla kitleler ne denli bastırılıp veya kandırılsa da, askeri faşist rejim nihayetinde toplumun çoğunluğu tarafından geçici bir rejim, görevini tamamlayıp yerini tekrar olağan parlamenter işleyişe bırakacak bir dönem olarak algılanmaktadır. Oysa sivil faşist rejim, içteki muhalefetin büyümesi veya dış basınç, savaş yenilgisi gibi faktörlerin etkisi saklı tutulmak koşuluyla, faşist propagandayla kitle desteğini arttırdığı ölçüde ömrünü uzatabilmektedir. Sivil faşist rejim, demagojiyle kandırdığı kutba kendi anormalliğini normalmiş gibi benimseterek ve kandırmayı başaramadığı diğer kutbun değişim umudunu ise yarattığı baskı ve bezginlik atmosferinin içinde boğarak toplumu paralize eder. Askeri faşist rejim esas gücünü bizzat iktidar olan topun, tüfeğin, tankın yarattığı baskı ve şiddetten alırken, sivil faşizm de aynı baskı araçlarını kullanmakla birlikte, daha önemlisi ve tehlikelisi, geri kitlelerin sıradanlığını okşayan sinsi bir propagandayla geniş kitlelerin hücrelerine nüfuz eder. Bunu başardığı ölçüde de toplumun dokusunu bozunuma uğratır. Unutulmasın ki, tank ve toplar sokaklardan çekilip burjuva düzen olağan parlamenter işleyişe geri döndüğünde, askeri faşist rejim genel anlamda sona ermektedir. Yarattığı kurumların ve koyduğu yasakların kalıntıları bir yana, toplum yeni bir ruh haline bürünmektedir. Oysa sivil faşizmin, işçi-emekçi kitlelerin önemli bir bölümünü kucaklayarak yarattığı düşmanlaştırıcı kutuplaşmanın sonuçları daha zehirlidir. Geniş kitlelerin uğratıldığı dokusal bozunumun etkileri çok daha derin, kalıcı, uzun vadeli ve dolayısıyla tehlikeli olmaktadır.
Türkiye’de olağanüstü hal ve sivil faşizm
Bonapartizmden Faşizme kitabının 2004 tarihli önsözü şu satırlarla sona eriyordu: “Bazı Avrupa ülkelerinde faşist partiler belirli düzeylerde yükseliş kaydediyor olsalar da, faşizmin bu ülkelerde henüz güncel bir tehdit boyutuna ulaşmadığı doğrudur. Ama yarın neler olacağı belli mi olur? Ekonomik krizlerin, yeniden paylaşım savaşlarının sarsıntılarıyla dönen, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın tırmandırıldığı günümüz dünyasında, başı fena halde sıkıştığında kapitalist sistemin içinden yine faşizm belâsını çıkartabileceği gerçeği asla küçümsenemez.”
Bu satırlarda yazılanları doğrulamak istercesine, ne yazık ki, Türkiye bir kez daha faşizm gerçekliğiyle yüz yüze gelmiş durumda. Ama bu kez 12 Eylül’dekinden farklı koşullarda ve farklı bir tarzda. Tek adamın otoriter yönetimi altında biçimlenen ve giderek kurumsallaşan bugünkü olağanüstü rejim, 12 Eylül askeri faşizminden çok, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da (Almanya, İtalya) yükselen sivil faşizm örneklerini hatırlatmaktadır. Bugün Türkiye’de egemen siyasal rejimin özelliğini ve olası etkilerini kavrayabilmek bakımından bu hususun göz önünde bulundurulması önemlidir. Diğer yandan daha önce de belirttiğimiz gibi, çeşitli örnekleri genel anlamda faşizm başlığı altında toplamak doğru olsa da, her bir rejim kendi özgünlükleri temelinde ele alınıp kavranmalıdır. Bu noktada belirtmek gerekir ki, ne Türkiye İtalya ve Almanya gibi bir Avrupa ülkesidir ne de bugün dünün aynısıdır. Yine de farklılıkları hesaba katarak bir karşılaştırma yapmak yararlı olacaktır. Türkiye’deki tek adam rejimi, parlamenter sistemin olağan işleyişinin içinden çıkarak, olağandışı yöntemlerle iktidarının önünü açmıştır. Haziran 2015 seçim sonuçlarıyla oluşan parlamento dengesi yadsınmış, parlamenter sisteme Kasım 2015 seçim darbesi indirilmiş ve bugünkü totaliter rejimin temelleri böyle atılmıştır.
Bugün Türkiye’de tek adam rejimi, geçmişteki sivil faşizm örneklerinde olduğu gibi, geniş kitlelerce kabul gören ve gündelik yaşamın içinde olağan kabul edilen temalar eşliğinde toplumun dokularına nüfuz ettiriliyor. Burada başrolü, 60’lar sonrasından başlayarak devletçi, milliyetçi ve mukaddesatçı bir öğreti temelinde tırmandırılan ve Türk-İslam sentezi denilen ideolojik tema oynuyor. Bu tema eşliğinde yürütülen propaganda ve kutuplaştırma siyasetiyle totaliter iktidarın yanına çekilen kitleler, toplumun diğer yarısına karşı düşmanlaştırılarak kindar kitlelere dönüştürülüyorlar. Elbet burada sorunun kaynağı, işçi-emekçi kitlelerin inanmış Müslümanlar olması değildir. Tersine, İslam faktörünün tek adam rejimi tarafından iktidara yerleşmeyi ve kurumlaşmayı sağlayacak bir kitle anahtarı olarak kullanılmasıdır. Altını çizerek belirtmemiz gerekir ki, işçi-emekçi kitlelerin olağan bir parlamenter işleyişte ortaya koyacakları şu ya da bu siyasal tercihten bağımsız olarak, kendi yaşamlarında zaten önemli kıldıkları din, bir toplumu faşizme sürüklemez. Fakat faşizme ilerleyen bir Bonaparte’ın bu amaçla kullandığı din faktörü, geniş kitlelerin tarihsel bir aldanma ve çarpılmaya uğrayıp, faşist rejimin destekçisi kılınmalarına pekâlâ hizmet eder.
Yoksulluk ve işsizlik bataklığının içinde kendi hallerinde yaşayan işçi-emekçi kitlelerin, acılarını dindirici bir ilaç gibi sarıldıkları sosyal bir olgudur din. Ancak, iktidarını yıkılmaz kılmanın peşindeki bir diktatörün elinde bir kitle aldatma aracına dönüştürüldüğü ölçüde, işçileri-emekçileri kötücül anlamda etkisi altına alan bir siyasallaşma niteliğine bürünür. Böylece, o yıllardır bildiğimiz sıradan iyi kalpli Müslüman işçi ve emekçiden, faşizmin destekçisi olacak kertede zehirlenmiş bir taraftar yaratılmak istenir. Bu noktadan bakıldığında açıkça görülür ki, iktidarını ağırlıklı olarak topunun-tüfeğinin yarattığı şiddetle sürdüren ve bu nedenle de ömrü o kadar da fazla olmayan askeri faşist rejime oranla, sivil faşist rejim toplumun derinlerine inen daha uzun dönemli bir tehlike kaynağıdır. Nihayetinde askeri olanı, toplumsal yaşama gündelik siyasal akışın “dışından” doğrultulan bir tehdit ve onun inanılmaz baskı-şiddet ve işkence mekanizmasının yarattığı korku imparatorluğu olarak hüküm sürer. Sivil faşizm ise, bazen sana tezgâh başındaki sınıf kardeşinden veya mahallendeki kapı komşundan yöneltilebilecek “olağanlaştırılmış” bir “iç” tehdit olarak varlığını sürdürecektir. Bu temelde sivil faşizm işçi ve emekçi kitleleri yalnızca korkutup sindirerek değil, daha da kötüsü onların bir bölümünün gözünü kör edip diğer bölümüne düşmanlaştırarak iktidarını kurumsallaştırabilir. Bugün Türkiye’de yaşanan budur.
Türkiye’de yaşanan sürecin bir özgünlüğü de, burjuva parlamenter işleyişten totaliter bir rejime adım adım geçişi yürüten partinin ve onun değişmez liderinin uzun yıllar boyunca toplumda tam tersi bir beklenti, yani demokratikleşme doğrultusunda iyimser bir beklenti yaratmış olmasıdır. Gerçekten de AKP’nin iktidar olduğu 2002 yılından 2010 sonrasında gidişatın değiştiği dönemeç noktasına ve hatta azalan ölçüde bile olsa neredeyse 2015 Haziran seçimlerine dek, bu iktidar toplumun geniş kesimlerinden pozitif beklentiler temelinde destek görmüştür. AB ülkelerindeki standartları yakalama, demokratikleşme, Kürt sorunu gibi kangrenleşmiş tarihsel sorunların çözümü, yıllarca geniş halk kesimlerini bezdiren askeri vesayet sisteminin tasfiyesi vb. şeklinde sıralayabileceğimiz bu pozitif beklentiler nedeniyle, AKP iktidarı kendini umutlu bir geleceği yaratan iktidar olarak lanse edebilmiştir. İşte böyle bir noktadan hareketle totaliter sisteme kayış, genelde işçi-emekçi kitlelere bu değişimi çaktırmayacak ve onların muhalefet duygularını köreltecek bir pörsütme süreci içinde yaşanmıştır. Bu nokta bugün Türkiye’deki durumu kavrayabilmek bakımından son derece önemlidir.
Kendi halindeki işçilerin-emekçilerin giderek totaliterleşen AKP iktidarını hâlâ kendi içlerinden çıkma ve kendilerini temsil eden bir iktidar olarak algılamalarına yol açan başat faktör, o işçi ve emekçilerin gündelik yaşamını bütünüyle esir alacak dozda kullanılan “din kardeşliği” faktörüdür. Bu nedenledir ki, aslında işçi sınıfının en yaşamsal ekonomik-sendikal haklarını gasp eden bir iktidar, henüz pek çok işçiye hâlâ “bizim iktidar” gibi görünebilmektedir. Kuşkusuz, milyonlarca işçi salt din faktörüne bakıp, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, sendikal ve ekonomik hakların gaspı, grevlerin yasaklanması gibi işçilere düşman uygulamaları peş peşe yürürlüğe koyan bir iktidardan hoşnut olacak kadar aptal değildir. Ne var ki, yaratılmış olan kutuplaşmadan beslenen taraftarlık psikolojisinin aşılabilmesi ve derinlerdeki hoşnutsuzluk duygusunun açık bir muhalefete dönüşebilmesi de öyle kolay değildir. Bunların başarılabilmesi, ancak sınıf devrimcilerinin sabırlı aydınlatma çabası ve pratiğin indireceği acı şamarlar sayesinde mümkün olabilecektir. Yıllarca sözde bir laiklik adına kitlelerin dinini baskılayan statükocu burjuva iktidarların karşısında, Erdoğan-AKP iktidarının kendini kitlelere din kardeşi olarak yutturabilmiş olmasının etkisi küçümsenmemelidir. Irk ve milliyet gibi faktörlere oranla Türkiye toprağında çok daha ortaklaştırıcı ve doğal kabul gören din faktörü, Erdoğan-AKP iktidarının bugüne dek bir anlamda işçi-emekçi kitleleri fazlaca huzursuz etmeden totaliterleşme yolunda ilerleyebilmesini sağlamıştır.
Türkiye’deki gidişat, yabancı yorumcular tarafından parlamenter rejimin kurumlarını çökerten karanlık bir dönem olarak tasvir ediliyor. Başkanlık rejiminin Türkiye’ye istikrar getirmek yerine, ülkeyi yoğun bir şiddet ve kaos sarmalına sürüklemesinin fazlasıyla muhtemel olduğu belirtiliyor. Gerçekten de, bölgede kızışan paylaşım savaşı ve Türkiye’yi fena halde etkileyecek kriz koşulları hesaba katılacak olursa, tek adam rejiminin böyle bir tarih kesitinde ve böyle bir ülkede istikrar yaratması mümkün değildir. Erdoğan büyük emperyalist güçler arasındaki rekabetten faydalanıp aradan sıyrılmayı düşünüyor. Fakat her defasında top direkten dönüyor ve iktidar bu güçlerle şu ya da bu şekilde çatışmalı konuma sürükleniyor. Bu rejim altında Türkiye’deki bu gidişatın değişmesi mümkün değildir.
Genel olarak faşist rejimler, olağan burjuva işleyişte rahatça yüzdürülen gemileri öylesine yakarak bilinmezliklere yol açarlar ki, onlar için tekrar olağan koşullara dönüş şansı yoktur. Hadi diyelim, askeri faşist rejim “vadem doldu, orduyu daha fazla yıpratmayalım” hesabıyla yerini kontrollü bir parlamenter işleyişe bırakarak çözülebilir. Ne var ki sivil faşist rejim, tüm kaderini “başkan”ın kaderiyle özdeşleştirmekte ve böylece daha ılımlı görünen politikalara manevra olanaklarını ortadan kaldırmaktadır. O nedenle de dış güçlerle arasındaki çelişkileri keskinleştirmekte ve ömrünün sona ermesinde, emperyalist güçler arası rekabetin bindirdiği basınç, savaş yenilgisi gibi dış faktörler önemli bir rol oynamaktadır. Dış tehditlerle yüz yüze geldiğinde, ömrünü uzatma çabası içinde ve gücü yettiği sürece başvuracağı yegâne çare ise, içte baskı ve şiddeti arttırmak olmaktadır. Türkiye’de bundan sonra ne gelişmeler olur, neler yaşanır, falcı değiliz bilemeyiz. Ama son derece açık olan bir gerçeklik var. Bu olağanüstü burjuva rejim devam ettiği sürece, işçi-emekçi kitleler bu rejimin bindirdiği ekstra baskı, şiddet ve demokratik-sendikal hak kayıplarından asla kurtulamayacaklar.
Bugünün Türkiyesine egemen olan somut gelişmeler temelinde dile getirmeye çalıştığımız tüm bu hususlar, kısa vadede insanın içini daraltan olasılıklara işaret ediyor olabilir. Ne var ki gerçeklik budur ve acı gerçekleri içeren bir siyasal-toplumsal tablo bu gerçeklerden kaçarak değil, tersine onları derinden kavrayan bir mücadeleyle değiştirilebilir ancak.
Tarih örnekliyor
Kapitalizmin ve tarihin ilerleyişi içinde pek çok ülkede burjuvazinin olağan yönetimi parlamenter rejim çerçevesinde kurumlaşmış ve burjuva demokratik işleyiş bu temelde biçimlenmiştir. Burjuvazinin bu yönetim biçimi kitlelerin parlamenter yolla yönetime “rıza” vermesini mümkün kılar ve burjuvazi hegemonyasını garantide gördüğü sürece burjuva düzen bu şekilde devam edebilir. Burjuva parlamenter rejimde kitlelerin seçime katılan partiler temelinde biçimlenen toplumsal “rıza” duygusu, olağanüstü rejimlerde yerini diktatörün dayattığı sözde referandumlara (plebisitlere) ve bu temelde arttırılmaya çalışılan “evet”lere terk eder.
Totaliter rejimi sembolize eden parti ve lidere karşı olan çeşitli siyasal parti ve örgütlerin muhalefet olanakları tepenin artan baskılarıyla giderek kısıtlanır ve rejimin yasal çerçevesi bakımından neredeyse yok edilir. Muhalefet üzerinde giderek yoğunlaştırılan baskıların yanı sıra, sonuçlarıyla rahatlıkla oynanan diktatoryal referandumların düzenlenmesi de olağanüstü burjuva rejimin önemli bir özelliğidir. Bu rejimin uygulamalarının en başta geleni de, toplumu asla kendi haline bırakmamak ve ideolojik aygıtları tam gaz çalıştırarak “düşmanlaştırma” kampanyalarını daha da derinleştirmektir. Bu kampanyalar, ülkeye ve içinden geçilen zaman dilimine bağlı olarak Yahudilere ya da Kürtlere, çeşitli azınlıklara, dinsel-mezhepsel farklılıklara düşmanlık biçimindeki çeşitli argümanlar eşliğinde yürütülür. Bu sayede işçi sınıfı ve emekçi kitleler bölünür ve önemli bir bölümü sanki kendi varoluşlarına ihanet edercesine, aslında kendi sınıflarının düşmanı olan bu olağanüstü burjuva diktatörlüğünün destekçisi olurlar.
Derin bir aldanma ve akıl tutulmasına sürüklendikleri için faşist diktatörlüğe onay veren işçi-emekçi kitleler, pozitif beklentilerden uzaklaşıp düşmanca tutumlar geliştirmenin yerleştirdiği bir negatif toplumsal tutumun batağında hastalıklı bir ruh haline sürüklenirler. Bu negatif ruh hali, bu kitleleri oluşturan bireylerin parlamenter rejimin işlediği olağan günlerde burjuva siyasetlere pozitif beklentilerle verdikleri “rıza” durumundan çok farklıdır. Unutulmasın ki, kişiyi kendi sınıf kardeşine düşmanlaştıran haksız ve kötücül bir tercihten güç alan bir “evet”, neticede o onayı verenlerin ruhunu sakatlayan bir toplumsal davranıştır. Ruhu sakatlanıp komplekse kapılan kişi, normal koşullarda hararetle destekleyeceği doğrulara bile hastalıklı biçimde cephe alabilir. Bu gerçeklik, baskıcı rejimlerin yanılsamaya uğrattığı işçileri ve emekçileri, girdikleri yanlış yoldan döndürüp mücadeleye kazanabilmek için onlara ne denli ekstra bir sabır ve özenli bir dille yaklaşmak gerektiğini açıklar. Diğer yandan, işçilerin ve emekçilerin büyük yanılsamalar neticesinde faşist rejime verdikleri destek, süreç içinde o diktatörlüğün sonunu getirecek zayıf noktalar da içerir. Örneğin, yaratılan kutuplaştırma ve düşmanlaştırma temelinde bölünüp gerici rejimin destekçisi kılınmış işçi-emekçi kitlelerin önemli bir bölümünün iç dünyasında zamanla kaçınılmaz olarak bir hoşnutsuzluk ve huzursuzluk psikolojisi gelişecektir. Bu psikolojiyle, toplumun büyük bir bölümünün desteğini arkasına aldığıyla böbürlenip, bu durumun hep böyle devam edeceği yanılsamasına kapılan diktatörün psikolojisi arasında giderek büyüyen bir çelişki olacaktır.
Parlamenter rejim, bir burjuva iktidarın kitleleri olağan yöntemlerle ikna edebilmesine dayanır. Burjuvazinin hegemonyasını parlamenter ikna yoluyla sürdürebilme noktasından, “zor kullanma” yani açıkça “sopanın eşliğinde yönetme” noktasına kayması aslında burjuva düzen açısından bir güçsüzlük göstergesidir. Gerçekten de faşizm, dünya genelinde yaşanan kriz ve savaş koşullarına bağlı derin bir hegemonya krizinin yansımasıdır. O nedenle diyebiliriz ki, faşizm burjuva düzen açısından güçsüzlüğün içinde güç gösterisidir. Zaten diğer yolların tıkanmış olması nedeniyle iktidar olabilen faşizm, özellikle de sivil faşizm, bu iktidarından kendiliğinden feragat etmeyecektir. Bir başka deyişle, işçi-emekçi kitlelerin böyle bir iktidardan kolayına kurtulabilmeleri mümkün değildir. Son tahlilde sınıf mücadelesinin şaşmaz bir kuralı olarak denebilir ki, “zor”a dayanarak iktidarını sürdüren, çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisinin büyüttüğü mücadeleyle “zor” ile gider!
Tarihten ders almak gerekirse, Fransa’da 2 Aralık 1851’de yeğen Bonaparte parlamenter işleyişi bir hükümet darbesiyle sona erdirip iktidara yerleşmişti. Bonapartizm diye adlandırılan bu diktatörlük, toplumda yarattığı tüm korkuya ve taraftarlarının tantanasına rağmen, olağanüstü rejimlerin geleceğinin ne denli karanlık olduğunu somutlayarak tarihin çöplüğüne fırlatıldı. Fransa’nın üstünlüğünü kanıtlama düşleri eşliğinde ülkesini Prusya ile savaşa sürükleyen imparator Bonaparte, uğradığı yenilgi sonucunda teslim olmuş ve imparatorluk tahtından alaşağı edilerek Fransa’da yeniden cumhuriyet ilân edilmişti. Kısa vadeden bakıldığında işçi sınıfının devrimci mücadelesini bastıran bu olağanüstü burjuva rejim, pek de uzun sayılmayacak bir vadede –şu diyalektiğin işine bak– kendisini yıkacak devrime davetiye çıkartmıştı! 1871’de işçi sınıfının devrimci mücadelesinin harı içinde Paris Komünü iktidarı vücut bulurken, Marx’ın Bonapartist rejime dair kehaneti de gerçekleşiyordu.
1852 Martında Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı ünlü eserinin son satırlarını yazmaktaydı Marx. Yeğen Bonaparte’ın bütün burjuva ekonomisinin altını üstüne getirdiğini, burjuva hükümet mekanizmasından hükümet mekanizması halesini çekip çıkartarak, onu hiçe sayarak, onu aynı zamanda hem rezil hem de gülünç ederek bizzat düzen açısından kanunsuzluk, normsuzluk yarattığını belirtiyordu. Tek adam rejimi kuran yeğen Bonaparte, çarmıha gerilme sırasında İsa’nın giydiği giysiye Hıristiyan kitlelerin tapınma adetini, Napoléon sülalesinin imparatorluk pelerinine tapınma olarak tazelemeye koyulmuştu. Marx bu örneğin eşliğinde söz konusu satırlarını bitirirken, Bonapartist diktatörlüğün geleceğine ilişkin tarihe şu unutulmaz notu düşecekti: “Ama imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarından düştüğü gün, Napoléon’un tunçtan heykeli, Vendôme dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrilecektir.” Tarih Marx’ı doğrulamak istercesine hükmünü icra edecek ve amca Bonaparte döneminde Paris’e dikilmiş olan Napolêon heykeli 16 Mayıs 1871'de, Paris Komünarlarının emriyle yıkılacaktı.
Evet, Bonapartizm ya da faşizm gibi olağanüstü burjuva rejimler işçi-emekçi kitlelerin haklarını tırpanlayarak ve onların mücadele örgütlerine darbeler indirerek kısa dönemde burjuva düzenin işlerini yoluna koymuş gibi görünebilirler. Ne var ki, aslında burjuva düzenin ipliğini pazara çıkartarak adeta devrimi de kendi elleriyle davet etmiş olmaktadırlar! İşte günün karamsarlığına inat, tarihe bir de buradan bakmak gerekir. Nitekim Türkiye’de son süreçte yaşananlar yeğen Bonaparte’ın hikâyesinin birinci bölümünü çok çarpıcı biçimde somutlarken, tarihin köstebeği derinden derine ikinci kısmı için toprağın altını kazmakla meşguldür. Bonaparte’ın tam bir iktidar sarhoşluğuyla giriştiği Prusya’ya saldırı macerası nasıl ki onun sonunu getirmişse, günümüz benzerleri de iştah duydukları emperyalist maceralarla aslında kendilerini köşeye sıkıştıracak dış ve iç faktörleri geliştirmektedirler.
Direnç Çiçeğinin Gülleri
Türkiye’de işçi sınıfı bugün yürürlükte olan olağanüstü burjuva rejime karşı, tarihteki başka örneklerde tanık olunduğuna benzer bir şekilde ayağa dikilmiş değildir. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan ve aslında demokrasi mücadelesinde de başı çekmesi gereken işçi sınıfı, ne yazık ki, henüz 12 Eylül askeri faşizminin günümüze uzanan tahribatından kurtulamamışken, bu kez sivil faşizmin baskılarıyla yüz yüze gelmiştir. İşçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi, 1980 dönemecinden bu yana, önce içte askeri faşizm daha sonra da dışta Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve dengelerin değişmesi gibi çeşitli faktörlerin etkisiyle can acıtıcı kertede gerilemiştir. Devrimci siyasal örgütlülük bir yana, sınıfın sendikal örgütlenme düzeyi ve de mevcut sendikaların mücadelecilik düzeyi yerlerde gezinmektedir. Zaten AKP’nin işçi sınıfı üzerinde onca etki kurabilmiş olmasının nedeni de bu gerilemenin yarattığı büyük bilinç kaybı ve çıkışsızlık ruh hali olmuştur. Bu tabloya bir başka gerçeği daha eklemek gerekir. AKP’nin demokrasi ve reform vaatlerinde bulunduğu yıllar boyunca pozitif görünen faktörlere bakarak onu izleyen işçiler, daha sonra AKP-Erdoğan iktidarının tamamen baskıcı ve işçi haklarına düşman bir yöne dümen kırdığını henüz kavrayabilmiş ya da kabullenebilmiş değillerdir. İşte işçi sınıfı mücadelesinin ilerletilebilmesi için belirlenmesi gereken ana halka, tüm bu somut koşulların tahlilinden türetilmek durumundadır.
Diğer yandan altını çizerek belirtmek gerekir ki, toplumun yarısından fazlasında totaliter Erdoğan-AKP iktidarına karşı önemli bir karşıtlık ve hoşnutsuzluk duygusu mevcuttur. Kuşkusuz bu iktidara karşı mücadele duygulara dayanarak değil, bu muhalif duyguları aktif mücadeleye dönüştürecek bir örgütlülük sayesinde ilerletilebilir. Bugün Türkiye’de, ezilen ulusun demokratik mücadelesinden ona destek veren birleşik demokratik muhalefete, baskıları hapisleri göğüsleyen gazetecilerden, akademisyenlerden çeşitli aydınlara dek, totaliter iktidara karşı yükseltilen demokrasi mücadelesi son derece önemli ve kıymetlidir. Ama bu kadarı yeterli değildir. Mevcut anti-faşist muhalefete işçi sınıfının devrimci mücadelesini katmadan kalıcı başarılar elde etmek mümkün olmayacaktır.
Unutulmasın ki, faşizm ve benzeri tüm olağanüstü burjuva rejimler işçi sınıfının mücadelesine, örgütlerine darbeler indirebilir fakat her ne yaparsa yapsın işçi sınıfını ortadan kaldıramaz. Onun tarihsel misyonunu yok edemez ve en karanlık günlerin içinden bile sınıfın duyarlı unsurlarının tomurcuklanmasını engelleyemez. 16 Nisan 2017 referandumu döneminde kendi sınıf çıkarları gereği “Hayır” diye haykıran çeşitli sektörlerden işçilerin ağzından dökülen şu sözler bu gerçekliği ne güzel anlatıyor: “Direnç çiçeğinin gülleri geç açar, çatlattığı kayadan su gürül gürül akar”! Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadele dinamiğini Marksizmin diyalektik kavrayışı çerçevesinde dile getiren bu sözler, içinden geçmekte olduğumuz gericilik günlerinde daha da önem kazanıyor. Bu karanlık dönemin ilânihaye devam etmeyeceğinin bilinciyle ve Marksizmin tarihsel iyimserliğinden alınan güçle mücadele ilerleyecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın!
link: Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir, 5 Eylül 2017, https://marksist.net/node/5898
Ateşle Oynayan Sonunda Kendini Yakar!
Katalonya’da Referandum