Ekmek ve Güller
Yürürken biz, yürürken günün güzelliğinde,
Karanlık mutfaklara, gri fabrika kuytularına,
Dokunur apansız çıkan güneşin tüm parlaklığı,
Ve duyar insanlar bizim şarkımızı: Ekmek ve Güller! Ekmek ve Güller!
Yürürken biz, yürürken, erkekler için de savaşırız,
Çünkü kadınların çocuklarıdır onlar, ve biz analık ederiz yine onlara.
Yaşamlarımız doğumdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek;
Kalpler de ölür açlıktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de.
Yürürken biz, yürürken, sayısız ölü kadın da yürür bizimle
Ve bizim şarkımızda duyulur yaşlı çığlıkları ekmek için.
Küçük hünerleri, sevgiyi ve güzelliği bilirdi onların kahırlı ruhları.
Evet kavgamız ekmek için, ama güller için de.
Yürürken biz, yürürken, daha güzel günleri getiririz,
Kadınların yükselişi insan soyunun yükselişi demektir.
Köle gibi çalışma ve aylaklık yok, on kişinin çalışıp bir kişinin yattığı,
Paylaşalım yaşamın görkemini: Ekmek ve güller, ekmek ve güller.
Yaşamlarımız doğumdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek;
Kalpler de ölür açlıktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de.
Amerika’nın Massachusetts eyaletinde 1912 Ocağında başlayan bir grevde kadın dokuma işçileri şöyle haykırıyorlardı: Ekmek istiyoruz, gül de! Kadın işçiler bu sloganla, sadece karınlarını doyurmak istemediklerini, hayatı tüm güzellikleriyle birlikte yaşamak için daha fazla serbest zamana da sahip olmayı istediklerini duyuruyorlardı dosta düşmana. Daha yüksek ücret ve daha kısa çalışma saatleri! Bu aynı zamanda, ücret artışıyla sınırlanmış geleneksel sendikacılığa duyulan bir tepkinin de ifadesiydi.
“Ekmek istiyoruz, gül de!” sloganı ilk kez, 1908’de New York’ta 128 kadın işçinin can verdiği bir fabrika yangınının ardından yürüyüşe geçen 15 bin kadın işçi tarafından yükseltilmişti. Bu olaydan üç yıl sonra James Oppenheim Ekmek ve Güller adlı bir şiir kaleme almıştı. Bu şiirden bestelenen şarkı ve söz konusu slogan, bir yıl sonra patlak verecek Lawrence grevine öylesine damgasını bastı ki, bu grev tarihe Ekmek ve Güller grevi olarak geçti.
Lawrence, tekstil sektörünün ağırlıkta olduğu bir işçi kentiydi. Makineler yetkinleştikçe patronların vasıflı işgücüne duydukları ihtiyaç da azalmış, bu nedenle vasıflı işçiler işsiz kalırken, vasıfsız ya da yarı-vasıflı işçiler çok düşük ücretlerle işe koşulmuştu. Kentin 14 yaş üstü nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan 40 bin işçi, tekstil sektöründe çalışıyordu. 1905’te Lawrence’ta dünyanın en büyük dokuma fabrikası kurulmuş ve bu fabrikada Arap, Rus ve Doğu Avrupalı göçmen işçiler çalıştırılmaya başlanmıştı. Böylece birkaç yıl içinde, tek bir fabrikada 25 farklı milletten işçi çalışır olmuştu.
Bu işçiler işverenin sahibi olduğu köhnemiş binalarda kalıyorlar ve tek göz bir odaya farklı ailelerden 8-10 kişi tıkıştırılıyorlardı. Çocuklar da dahil olmak üzere tüm aile fertleri çalışıyordu. Buna rağmen aldıkları ücret o kadar düşüktü ki, çocukların yarısı yetersiz beslenme yüzünden henüz 5 yaşına gelmeden ölüyordu. Ne ekmek dışında bir yiyeceğe fazlaca para ayırmaya ne de kışlık giyecek almaya güçleri vardı. Et yiyebilmek onlar için bayram demekti. Sadece çocuklar değil, yetişkin işçilerin üçte biri de, soğuk ve yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklar nedeniyle 25 yaşına gelmeden ölüyordu.
Bütün bu sefalet koşullarına ve öfke birikimine rağmen işçiler tümüyle örgütsüzdüler ve böyle kalmaları için de işverenler AFL (Amerikan Emek Federasyonu) sendikası ile işbirliği halindeydiler. O sırada sendikal harekette egemen güç olan AFL, tümüyle işbirlikçi ve uzlaşmacı bir anlayışı benimsiyor, gerek politik çizgi gerekse pratik tutumlar bakımından son derece gerici bir pozisyona sahip bulunuyordu. Lenin, Amerikan ve İngiliz burjuvazisinin işçileri aldatma, rüşvet vererek satın alma ve kandırma sanatında dünyada eşsiz olduğunu söyler. Kuşkusuz, burjuvazinin bu başarısında, sisteme tümüyle entegre edilen sendikaların büyük bir rolü vardı. Nitekim AFL de bu sendikalardan biriydi.
AFL, işçileri mesleki birlikler temelinde örgütlüyor ve yalnızca yüksek vasıflı işçilerin üyeliğini kabul ediyordu. O dönemde AFL’nin temsil ettiği kitle daha ziyade işçi sınıfının aristokrat kesimlerini içeriyordu. Siyahların, Latin Amerika kökenlilerin ve diğer göçmen işçilerin AFL’ye üye olması olanaksızdı. Oysa 1900’lerin başlarında, ABD’de, tekstil, gıda, petrol, çelik gibi sektörlerdeki büyük işletmelerde çalışanların %50-70’i göçmen işçilerden oluşuyordu. Aynı şekilde kadın işçiler de AFL’ye üye olamıyorlardı.
Yanı sıra, AFL için grev, başvurulmaktan sonuna dek kaçınılması gereken bir araçtı. Bunun yerini mücadeleyi kızıştırmama ve işçileri sürecin tümüyle dışında bırakarak patronlarla kapalı kapılar ardında satış sözleşmeleri imzalama anlayışı almıştı. Böylece sendika bürokratlarıyla patronlar arasındaki al gülüm ver gülüm ilişkisi temelinde sömürü düzeninin sorunsuz bir şekilde işlemesi sağlanıyordu.
Wobbly’ler olarak da bilinen IWW (Dünya Sanayi İşçileri sendikası) işte bu işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikal anlayış karşısında militan bir sendikal anlayışı savunmak üzere, 1905’te, Chicago’da kuruldu. Kurucuları, işçiler arasında son derece sevilen ve sayılan, Eugene Debs, Bill Haywood gibi efsane haline gelmiş sosyalist işçi önderleriydi. Lenin’in Amerika’nın Bebel’i olarak nitelediği Eugene Debs, emperyalist savaşın sürdüğü 1915’te, kapitalistler için savaşmayı reddederek şunları söyleyecekti:
“Ben kapitalist bir asker değilim; ben bir proleter devrimciyim. Ben plütokrasinin düzenli ordusuna değil halkın düzensiz ordusuna aidim. Egemen sınıf için savaşmayı buyuran her türlü emre itaat etmeyi reddederim. … Benim uğruna savaşacak bir vatanım yok; benim vatanım yeryüzüdür; ben bir dünya vatandaşıyım. … Biri hariç her türlü savaşa karşıyım; kalbimle ve ruhumla taraftarı olduğum savaş, dünya ölçeğindeki sosyalist devrim savaşıdır. Bu savaşta egemen sınıfın mecbur edebileceği her şekilde savaşmaya hazırım, hatta barikatlarda bile.”
Kendilerini işçi sınıfının davasına adamış olan bu önderler tarafından kurulan IWW daha çok AFL’nin dışladığı vasıfsız ya da yarı-vasıflı işçiler, göçmenler ve kadın işçiler arasında örgütleniyordu. Meslek temelinde (örneğin marangozlar, makinistler vb.) değil sanayi temelinde (örneğin petrol sanayiinde çalışan işçilerin, ayrıca mesleklerine bakılmaksızın tek bir sendikaya üye olmaları gibi) örgütlenme anlayışını esas alan IWW, böylece AFL’nin yüksek aidatlı meslek birliklerine dayanan sendikal çizgisine de bayrak açmış oluyordu. Aktivistleri arasında Amerikan işçi sınıfının ünlü Johns Ana’sı da bulunan IWW, kimi önderlerinin anarko-sendikalist önyargıları bir yana, son derece kararlı ve militan bir sınıfsal tutuma sahipti. İşçi sınıfının tarihsel misyonunun kapitalizmi ortadan kaldırmak olduğu açıkça ilan edilirken ve “Patronsuz Bir Dünya” sloganı şiar olarak benimsenirken, IWW programının girişinde şu sözler yer alıyordu: “İşçi sınıfının ve patronlar sınıfının hiçbir ortak çıkarı yoktur. Açlık ve yoksulluk milyonlarca işçiye hükmettiği ve patronlar sınıfı tüm nimetlere sahip olduğu sürece barış olamaz.”
IWW Lawrence dokuma işçilerini örgütlerken de aynı bilinçle davranacak ve bu önemli greve son derece militan bir tutum takınarak öncülük edecekti.
“Devrim ejderhası” harekete geçiyor
1 Ocak 1912’de, Massachusetts eyaletinde, kadınların ve 18 yaşın altındaki çocukların haftada 54 saatten fazla çalışmasını yasaklayan bir yasa yürürlüğe girdi. En düşük çalışma süresinin haftalık 56 saat olduğu tekstil sektöründe, bu iki saatlik indirim, çalışma koşulları son derece ağır olan işçiler açısından çok şey ifade ediyordu Ancak patronlar bu sınırlı saat indirimine bile tahammül edemeyerek örgütlü bir karşı saldırıya geçtiler. Erkek işçiler de dâhil olmak üzere tüm işçilerin haftalık çalışma saatleri 56’dan 54’e indirilirken ücretleri de aynı oranda azaltıldı. Fakat hayatta kalabilmek için birkaç sente dahi muhtaç olan işçiler, ücret kesintisi şeklindeki bu misillemeye sessiz kalmadılar ve Lawrence’daki binlerce dokuma işçisi 12 Ocakta, IWW önderliğinde, kadınıyla erkeğiyle hep birlikte greve çıktılar.
Grevden önce IWW’nin kent çapındaki üye sayısı 300’dü. Buna rağmen IWW örgütçülerinin doğru taktikler izlemeleri, işçiler arasında sendikaya yönelik büyük bir güven oluşturabilmeleri ve militan bir tutum takınmaları sayesinde, bir hafta içinde yaklaşık 25 fabrikadan 25 bin işçi greve çıkarılabildi. Pek çok konuda yerleşik kalıpları parçalayan IWW, çoğu göçmen olan 27 farklı milletten işçiyi örgütleyerek ve kadın işçileri grevin öncü gücü haline getirerek, o zamana dek görülmemiş bir işi başarmıştı. IWW’nin yoğun çabaları sayesinde grev kısa sürede tüm ülkede sesini duyurmayı başardı.
Lawrence grevinde yükseltilen talepler şunlardı: 54 saatlik çalışma haftası ve yüzde 15’lik ücret artışı; prim sisteminin lağvedilmesi; makinelerin hızının arttırılmasına son verilmesi; fazla mesailerde normal çalışma ücretinin iki katı ücret ödenmesi; göçmen işçilere karşı ayrımcılığa son verilmesi; grevcilere karşı ayrımcılık yapılmaması.
Çok kısa sürede binlerce işçiyi bir araya getiren ve gözüpek bir mücadeleye dönüşen bu grev, patronları da, AFL’yi de şaşkına çevirmişti. Tıpkı patronlar gibi, Lawrence grevini “anarşistlik”le ve “devrimcilik”le suçlayan AFL de, sonuna kadar grevin karşısında olacak, her fırsatta bozgunculuk yapacaktı.
Lenin, Grev broşüründe, sosyalistlere ve sınıf bilinçli işçilere yönelik baskılarıyla ünlü bir Alman İçişleri Bakanının şu sözünü aktarır: “Her grevin arkasında devrim ejderhası çöreklenmiştir.” Bu sözler sermayenin işçi sınıfından ve onun grevlerinden duyduğu büyük korkunun açık bir ifadesidir. Tam da bu yüzdendir ki, en basit grevlerde bile, işçilerin kararlılığını gören patronlar, grev yerini polisle, jandarmayla, paramiliter faşist güçlerle kuşattırır ve işçilere karşı acımasız bir saldırı harekâtı başlatır. Amaç, grevci işçilere gözdağı vermek, onları yıldırmak, sindirmek ve dayanışmacı sınıf kardeşlerinden yalıtmak, böylece “devrim ejderhasını” tekrar gizlendiği yere göndermektir. Lawrence grevinde de böyle oldu.
Grevin başladığını gören patronlar, hiç vakit kaybetmeksizin Ulusal Muhafız’ı ve milis güçlerini göreve çağırdılar. Bunların yanı sıra, kiralayıp grevci kılığına soktukları gangsterler de patronların hizmetindeydi. Grevci işçileri korkutup sindirmek için her türlü yöntem kullanılıyordu: evlerin camlarını kırmak, grevcilere saldırmak ve tutuklamak, grev komitesinin toplandığı yerlerin yakınlarına patlayıcılar koymak…
Grev başladıktan sadece bir hafta sonra, kentin üç farklı yerinde patlayıcılar “bulan” polis, bildik oyuna başvurarak bunun sorumluluğunu grevcilere yıkmaya çalıştı. Burjuva basın da aynı telden yayın yapmaya başladı. New York Times, grevcilerin “insanlıktan uzak zalimler” olduğunu yazıyordu. Oysa daha sonra patlayıcıları yerleştiren kişinin bir cenaze kaldırıcısı olduğu ve büyük tekstil firması American Woolen Company’den bu iş karşılığında 500 dolar aldığı ortaya çıkacaktı.
Fakat burjuvazi grevi boğmaya ve yalıtmaya çabaladıkça işçiler birbirlerine daha fazla kenetlendiler ve daha kararlı hale geldiler. “Grev işçilere patronların gücünün ve işçilerin gücünün ne olduğunu gösterir. Onlara sadece patronlarını ve iş arkadaşlarını değil, bütün patronları, bütün kapitalist sınıfı ve bütün işçi sınıfını düşünmeyi öğretir. … Üstelik grev, sadece kapitalistlerin değil, aynı zamanda devlet ve kanunların niteliğine de işçilerin gözünü açar” diyordu Lenin. Lawrence grevi de, devletin, adalet sisteminin ve kolluk güçlerinin sınıfsal niteliğini grevci işçilerin gözünde apaçık hale getirdi.
29 Ocakta binlerce işçi kentin iş merkezine doğru yürüyerek grevin en büyük yürüyüşünü gerçekleştirdiler. Yürüyüş sırasında fabrikaların önünden geçerken milis güçleri korteji engellemeye ve dağıtmaya çalıştılar. Gerginlikle sona eren günün akşamı daha büyük bir saldırıya gebeydi. Nitekim polis grev hattına saldırarak grevci bir kadın işçiyi öldürecekti. Grevciler ateş edenin polis olduğunu görmüşlerdi. Ne var ki polis, cinayeti grevcilerin işlediğini iddia etti ve iki ünlü IWW önderini, Joseph Ettor ve Arturo Giovannitti’yi cinayete yardım etmekten tutukladı. Ardından da cinayet sanığı olarak grevci bir İtalyan işçi tutuklandı. Hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen, Ettor ve Giovannitti’nin kefalet talepleri reddedildiği gibi, suçsuz yere sekiz ay cezaevinde kalacaklardı. Ancak aylar süren duruşmalara rağmen işçiler onları yalnız bırakmayacaktı. Grev iki ay sonra bitmesine karşın, mahkeme önünde her seferinde yaklaşık 15 bin işçi toplanacaktı. Bütün bu dayanışma gösterileri ve kampanyalar, grev komitesinin onlar serbest bırakılıncaya kadar dağıtılmaması sayesinde örgütlenecekti.
Bu cinayet vakasından sonra kentte sıkıyönetim ilan edildi ve tüm gösteriler, yürüyüşler yasaklandı, sokaklarda devriye gezen milislerin sayısı arttırıldı. Polisin işlediği cinayet, hem grevciler üzerindeki baskıyı arttırmak hem de onların toplanmasına ve gösteri düzenlemelerine engel olmak için kullanıldı. Ama bu taktikler de işe yaramayacaktı.
“Her grev sosyalist fikirleri, bütün işçi sınıfının sermayenin baskısından kurtulmak uğruna mücadele düşüncesini işçinin zihnine çok canlı biçimde iletir. Büyük bir grevden önce, bir fabrikanın veya bir sanayi kolunun yahut da bir şehrin işçilerinin sosyalizm konusunda pek bir fikirleri olmadığı ve bu konuda pek az düşünmüş oldukları halde, grevden sonra aralarında çalışma gruplarının ve derneklerin daha çok yaygınlaştığı ve daha çok işçinin sosyalist olduğu sık sık görülür.” (Lenin, Grev)
Gerçekten de Lawrence grevi işçilerde öylesine büyük bir dönüşüm yaratmıştı ki, işçiler kendilerini sadece grevci olarak değil sosyalist devrim savaşçıları olarak görmeye başlamışlardı. Sınıf mücadelesinin verdiği coşkuyla yürüyüşler düzenliyor, devrimci marşlar söyleyip neşeyle dans ediyorlardı. Her hafta düzenlenen ve binlerce işçinin katıldığı geniş toplantılarda tüm konuşmalar 25 dile çevriliyor ve toplantılar hep bir ağızdan Enternasyonal marşı söylenerek bitiriliyordu.
Lawrence grevine katılan bir işçi o sırada bir gazeteciye şunları söylemişti: “Bu şimdiye kadar şarkı söylendiğini gördüğüm ilk grev. Evrensel dilde şarkılar söylenmeye başladığında, grev toplantılarına katılan çeşitli milletlerden işçilerin görülmedik yükselişini, aniden ortaya çıkan acayip coşkusunu asla unutmayacağım. Onlar sadece toplantılarda değil, aşevlerinde ve sokaklarda da şarkı söylüyorlardı. Patates soyan bir grup kadın grevcinin birden Enternasyonal söylemeye başladıklarını görmüştüm.”
IWW lideri Bill Haywood ise, otobiyografisinde, Lawrence grevine dair şunları yazacaktı: “Muhteşem bir grevdi, bu ülkede ve diğer ülkelerde şimdiye dek gerçekleşmiş en önemli, en büyük grevdi. Ve bu grevin en önemli yanı demokratik işleyişiydi. Grevciler 27 farklı dilin temsil edildiği 56 kişilik bir komiteye sahiplerdi. Patron, onlarla herhangi bir iş yapmak için tüm komiteyle görüşmek zorundaydı. Ve bu komitenin hemen arkasında, asıl komitenin tutuklanması durumunda görevi devralacak 56 kişilik bir başka komite vardı. Lawrence’daki işlerle ilgilenen her görevli için, hapse atılması durumunda onun yerini alacak seçilmiş biri vardı.”
Bu önlemler sayesinde, grev komitesi üyelerinin sık sık gözaltına alınması herhangi bir sorun doğurmuyor ve tüm işler aksamadan devam ettirilebiliyordu. Ayrıca işçiler alınan kararların tümünde söz sahibi oldukları için, grevlerini çok daha fazla sahipleniyorlardı.
Elizabeth Flynn ve grevci kadın işçiler
IWW, burjuva basının ve işbirlikçi sendikaların bu yüzden hışmına uğramasına rağmen, kadın işçileri grevin en ön saflarına geçirmişti. O zamana dek kadın işçiler sendika üyesi bile olmazken, bu grevde pek çok kadın, grev komitesine delege olarak seçiliyordu.
“Kadınlar fabrikalarda daha düşük ücretlerle çalışıyorlardı ve buna ek olarak tüm ev işlerini yapıp bir de çocuklara bakıyorlardı. Erkeği «efendi ve aile reisi» olarak gören eski dünya görüşü çok güçlüydü. … Erkek eve gider ve kadın tüm işi yaparken, yemek hazırlarken, evi temizlerken vs. o rahat rahat otururdu. Toplantılara giden ve grev yerinde yürüyüşler düzenleyen kadınlara karşı hatırı sayılır bir erkek muhalefeti vardı. Biz bu eğilimlere karşı azimle savaşmaya koyulduk. Kadınlar grev gözcüsü olmak istiyorlardı. Biliyorduk ki onları grev faaliyetinden yalıtık bir şekilde evde tek başına bırakmak… grevi tehlikeye sokardı.”
Kadınların örgütlenmesinde büyük bir rol oynayanların başında, bu sözlerin sahibi olan ve o sırada henüz 21 yaşında bir sendika örgütçüsü olan Elizabeth Gurley Flynn geliyordu. Flynn, genç yaşına rağmen son derece militan ve başarılı bir örgütçüydü. 16 yaşından beri aktif olarak sınıf mücadelesinin içindeydi ve nerede bir grev varsa IWW’yle birlikte o da oraya koşuyordu. Sosyalistlerin ve sosyalist sendikacıların mahkemelerinde, onlar için düzenlenen kampanyalarda, bir komünist olarak Flynn hep en ön saflarda yer alırdı. Bu nedenle de işçilerin sevgilisi haline gelmişti. [1]
İşçi eşlerine ve kadın işçilere yönelik özel toplantılar düzenleyen Flynn, onları grevin en militan unsurları haline getirdi. Bu sayede militanlaşan grevci kadın işçiler, grev kırıcıların korkulu rüyası haline geleceklerdi.
Flynn, grevciler için aşevleri oluşturulmasına önayak oldu. Sıcak çorba dağıtılan bu aşevleri gerek grevcilerin gerekse çocuklarının beslenmesi bakımından çok büyük bir işleve sahipti. Ayrıca ülke çapında bir dayanışma kampanyası örgütlenerek greve maddi desteğin yanı sıra yiyecek yardımı yapılması da sağlandı. Bu kampanya ulusal sınırların ötesine geçerek grevin uluslararası ölçekte de destek görmesini sağlayacaktı.
Lawrence grevi, başta Flynn olmak üzere IWW’nin çabaları sayesinde, Amerika’da o zamana dek görülmemiş bir şeyi daha başardı. IWW’nin ülkenin çeşitli yerlerindeki bağlantıları aracılığıyla, yüzlerce grevci çocuğu, grev süresince bakımsız kalmamaları için trenlerle, kafileler halinde ülkenin çeşitli şehirlerindeki sosyalistlerin yanlarına gönderildiler. Bu muazzam bir dayanışmanın yanı sıra işçilerin sosyalistlere duydukları sonsuz güvenin de bir göstergesiydi.
120 çocuktan oluşan ilk kafile 10 Şubatta trene bindirildi ve İtalyan Sosyalist Federasyonuna ve Sosyalist Partiye bağlı 5 bin kişi tarafından Enternasyonal söylenerek New York tren istasyonunda karşılandı. Çocukların ailelerin yanına yerleştirilmesi işini New York’lu sempatizan kadınların oluşturduğu bir komite üstlenmişti. Birkaç gün sonra New York’a yaklaşık 100 çocuktan oluşan ikinci bir kafile daha gönderildi. Fakat burjuva devlet derhal, çocukların gönderilmesini yasaklayan acil bir karar çıkardı. Ne var ki grevci işçiler bu yasaklamaya kulak asmadılar ve 24 Şubatta 150 çocuktan oluşan üçüncü kafileyi Philadelphia’ya göndermek üzere tren istasyonuna geldiler. Ancak istasyonun etrafı polis ve milis güçleri tarafından kuşatılmıştı. Saldırıya geçen polis, çocukları ve kadınları zorla askeri kamyonlara tıktı ve yaklaşık 30 kişiyi gözaltına aldı. Polis tarafından dövülen hamile bir kadın bu esnada çocuğunu düşürdü.
Bu saldırı Lawrence grevi için bir dönüm noktası olacaktı. Haber kısa sürede tüm ülkeye yayıldı ve Kongre’ye (parlamento) protestolar yağmaya başladı. Gazeteler de bu konuya odaklanmıştı. Yükselen öfke seli Kongre’yi soruşturma açmak zorunda bırakırken, patronlar üzerindeki baskıyı da arttırdı. 14 Martta en büyük tekstil firmalarından American Woolen Company grevcilerin tüm taleplerini kabul ettiğini açıklarken, Mart sonuna doğru diğer tekstil patronları da dize geldiler. 30 Martta New York’taki çocukları da yanlarına gelen grevci işçiler zaferlerini Enternasyonal söyleyerek kutladılar.
* * *
Lawrence grevi, sonuçları kendinden menkul bir grev değildi. Lawrence işçilerinin dillere destan militanlığı ve kararlılığı sayesinde, IWW, o yıl içinde farklı bölgelerde ve sektörlerde başka büyük grevlere öncülük edecek ve başarılı sonuçlar alınacaktı. Fakat bu grevin en önemli özelliği yine de kadın işçilerin ilk kez bu kadar yığınsal olarak bir greve katılmış ve sendikalarda örgütlenebilmelerinin yollarının açılmış olmasıydı.
8 Mart gibi evrensel bir günü, bedelini canlarıyla ödeyerek dünya emekçi kadınlarına armağan eden Amerikalı kadın tekstil işçileri, Ekmek ve Güller greviyle bir kez daha işçi mücadeleleri tarihine adlarını başarıyla yazdırdılar. Onlar sadece karınlarını doyurmak için direnmediler. Kendilerinin ve çocuklarının daha güzel bir dünyada yaşamalarıydı amaçları: ekmek yiyebilecekleri ama gül de alabilecekleri bir dünya! Emeklerinin karşılığını alabilecekleri ama şarkı söylemeye, dans etmeye de zaman ayırabilecekleri bir dünya! Güneş yüzü görebilecekleri, aşkı ve diğer güzellikleri özgürce yaşayabilecekleri bir dünya! İnsanın insanı sömürmediği, üretilen her şeyin herkese yetecek şekilde paylaşıldığı bir dünya!
Selam olsun Paris Komününde, proleter devrim mücadelelerinde, sömürgeciliğe ve faşizme karşı yürütülen savaşlarda, fabrikalarda, grevlerde korkusuzca en ön saflarda savaşan ve savaşmakta olan işçi-emekçi kadınlara! Selam olsun onların günü olan 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününe!
[1] 1960’lı yıllarda Amerikan Komünist Partisinin genel başkanlığını da yapacak olan Elizabeth Flynn kendini devrim davasına adamış bir komünistti. Flynn coşkusunu, militanlığını ve inancını, 74 yaşındayken SSCB’ye yaptığı bir ziyarette ölene dek muhafaza etti.
link: İlkay Meriç, Ekmek İstiyoruz, Gül de!, Mart 2007, https://marksist.net/node/1422
Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi
“Yoksa bizi beğenmiyor musunuz?”