Venezuela’da son yıllarda yaşanan gelişmeler ve özellikle Chavez’in “21. yüzyılın sosyalizmi” diye dile getirdiği sosyalizm söylemi, dünya sosyalist hareketinin ihmal edilemeyecek bir kesiminde yeni bir heyecan dalgasının yükselmesine yol açmış bulunuyor. Emekçi kitlelerin sistemden hoşnutsuzluklarını geleneksel burjuva partileri devre dışı bırakarak açıkça göstermeleri, Venezuela oligarşisinin ve ABD emperyalizminin desteklediği darbe girişimlerini sokaklara dökülüp geri püskürtmeleri ve sonuçta bir devrimci durumun ortaya çıkması, kuşkusuz dünyanın neresinde olursa olsun kendine Marksist diyen herkesi haklı olarak sevindiren ve heyecanlandıran gelişmelerdir. Ne var ki, bugün yaşanan heyecan dalgasının asıl kaynağı kitlelerin inisiyatifiyle doğan devrimci durum yerine, Chavez’in demagojik söylemleri ve popülist politikası olunca işin rengi değişiyor. Bu durumda Marksistlere heyecanlanmaktan ziyade soğuk kanlı davranarak temel tehlikeye işaret etmek, Chavez’in demagojik söylemleriyle sarhoş olanları ayılmaya davet etmek, enternasyonalist komünist bir önderliğin yaratılamadığı koşullarda işçi ve emekçi kitlelerin iktidarı ele geçirme fırsatının parmaklar arasından kayıp gideceğine dikkat çekmek ve tarihsel deneyimleri tekrar tekrar hatırlatmak düşüyor. Üstelik Venezuela’da olanları küçümsemekle, sekterlikle ve aşırı-solculukla suçlanıp eleştirilmek pahasına…
Hafıza-i beşerin nisyanla malullüğü, beşeri yaşadığı her şeyin yeni ve özgün olduğu yanılsamasına itebiliyor. Ve kolektif hafızanın eksikliği durumunda tek tek insanlar gibi sınıfları da aynı hataları biteviye tekrarlamaktan alıkoyan bir mekanizma ne yazık ki bulunmuyor. Bugün Venezuela’da yaşananlar kadar, bu yaşananlar karşısında takınılan politik tutumlar da bize bir zamanların Arap sosyalizmi deneyimlerini hatırlatmakta. Nâsır’la özdeşleşen ve Baas rejimlerinin örnek aldıkları Arap sosyalizminin popülaritesinin hayli yüksek olduğu 60’lı ve 70’li yılların üzerinden onyıllar geçti. Politik yaşama 80’lerden sonra gözlerini açanların belleğinde ise bu rejimler, o günlerde ifade ettikleri anlam bakımından herhangi bir iz bırakmadı.
Oysa bizler, Chavez ve kuyrukçuları tarafından “21. yüzyılın sosyalizmi” olarak sunulan şeyin aslında 20. yüzyılın ulusal kalkınmacı devlet kapitalizmi modeli olduğunun en güzel kanıtlarının, Nâsır Mısır’ında, Kaddafi Libya’sında, Baas Suriye ve Irak’ında bulunabileceğini düşünüyoruz.
“21. yüzyılın sosyalizmi” mi, 20. yüzyılın devlet kapitalizmi modeli mi?
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın hâkimiyetini yavaş yavaş yitirdiği Kuzey Afrika ve Ortadoğu toprakları, 20. yüzyıl başlarında tümüyle İngiliz, Fransız ve kısmen de İtalyan egemenliğine giren bölgeler haline gelmişlerdi. Daha sonra kapitalist üretim ilişkilerinin bu topraklara girmeye başlamasıyla birlikte cılız da olsa bir yerli burjuvazi gelişmeye başlamış ve sözcülüğünü özellikle sivil-asker aydınların yaptığı bir milliyetçiliğin filizleri boy vermişti.
Burjuvazinin ve proletaryanın yeterince gelişmemiş olduğu bu ülkelerin bir ortak özelliği de, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi (kuşkusuz Osmanlı’nın toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısından kaynaklı olarak), sivil-askeri bürokrasinin oynadığı ağırlıklı roldü:
“Tepeden burjuva devrimlerin diğer bir özelliği de, toplumun burjuva dönüşümünde devletçiliğin ve devlet aparatının birincil derecede rol üstlenmesidir. Bu tür bir gelişmenin yaşandığı ülkelerde ve dönemlerde, devlet bürokrasisi, burjuva devrimin öncüllerinin eski toplum içinde yeterince mayalandığı ve özel mülkiyet sahibi burjuvazinin devrimde önemli bir rol oynadığı örneklere oranla inanılmaz ölçüde ağırlıklı bir konum elde eder. Almanya, Türkiye ve takiben Mısır, Irak, Suriye gibi örneklerde devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda ve ekonominin düzenlenmesinde sahip olduğu güç bu durumun canlı kanıtlarıdır. Zaten Engels, Bismarkçılığı bu nedenle Bonapartizmin bir çeşidi olarak ele almıştır.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.203-4)
Bürokrasinin yeni kurulan burjuva devletlerin asli kurucu unsuru olmasıyla güç kazanan bu konumu, özellikle askeri bürokrasinin siyasete aktif müdahalesinin zeminini güçlendirmişti. Nitekim milliyetçi-kalkınmacı subaylardan teşekkül eden çeşitli cuntaların yaptıkları askeri darbeler ve bu darbeler sonucunda iktidara gelip birer Bonapart olarak sivrilen “kurtarıcılar”, söz konusu toprakların siyasi hayatının bir parçası haline gelecekti.
Yeterli sermaye birikiminden yoksun olan bu ülkelerde, kapitalist gelişmenin önünü açmak için devletçiliğe yani devlet kapitalizmine dayanan bir ulusal kalkınmacılık politikası izlendi. Sömürgeci güçlere başkaldıran bir devletin ayakta kalabilmek için güçlü bir desteğe ihtiyacı olacağı çok açıktı. Hele hele Kuzey Afrika ve Ortadoğu gibi bir coğrafyada bunun oldukça güçlü bir destek olması gerektiği de fazlasıyla aşikârdı. Nihayetinde aranan destek SSCB’den geldi. Ve gerek bu işbirliğinin politikadaki sonucu olarak gerekse emekçi kitlelerin desteğini alabilmek için, devlet kapitalizmini ve milliyetçi kalkınmayı “sosyalizm” olarak, burjuva Bonapartları ise “devrimci”, “sosyalist” cilâsıyla pazarlayan Arap “sosyalizmi” çıktı ortaya. İdeologluğunu, Mısır’da bir askeri darbeyle iktidarı alan askeri cuntanın önderi Cemal Abdülnâsır’ın yaptığı Arap sosyalizmi, kısa sürede tüm bölgede büyük bir ilgiyle karşılandı. Sosyalizmi, tepedeki bir devlet partisinin işçi sınıfının hiçbir dahli olmaksızın uygulayacağı bir kalkınma stratejisi olarak gösteren ve yücelten bu melez ideoloji, 50’li yıllardan itibaren Baas rejimleri de dahil olmak üzere geniş bir etki alanına kavuştu.
Bu ülkelerdeki resmi KP’lerin tümü, verdikleri destekle söz konusu Bonapartist rejimlerin iktidara gelmelerinde büyük bir rol oynadılar. Fakat ne verdikleri bu destek ne de SSCB’nin manevi otoritesi onları ilerleyen yıllarda yüz yüze kaldıkları katliam ve işkencelerden kurtarabildi. Stalinist SSCB’nin güttüğü reformist, oportünist politika, bu ülkelerdeki binlerce komünistin canına mal olmanın yanı sıra, gerçekleşebilecek proleter devrimlerin de önünü kesti. Ayağa kalkan emekçi kitleler, izlenen bu ihanet politikası nedeniyle, burjuvazinin iktidara getirilmesinin aracı olmaya mahkûm edildiler. Ve kendilerine “sosyalist” olarak belletilen bu iktidarlara, çeşitli vesilelerle gerçekleştirilen referandumlarla meşruiyet kazandıran piyonlar durumuna düşürüldüler.
Aslına bakılacak olursa bugün Venezuela’daki gidişat, pek çoklarının beklentisinin aksine, Küba tarzı bir despotik-bürokratik diktatörlükten ziyade, sosyalizm demagojisiyle soslanmış bir devlet kapitalizmi yönünde olabilir. Chavez bu yıl sonunda yapılacak olan başkanlık seçimlerini kazanırsa, bu durumun onun bir Bonapart olarak gücünü alabildiğine sağlamlaştırmasına yarayacağı açıktır. Ve asıl tehlike de burada başlıyor. Daha şimdiden Chavez’i sosyalist ilan edenlerin, böyle bir adımın atılmasının ardından onu ikinci Castro olarak kutsayıp bağırlarına basacakları çok açık; tıpkı bir zamanların Nâsır örneğinde olduğu gibi. Ve bu durum, işçi ve emekçi kitlelerin büyük seferberliklerinin, “komünistler” eliyle, proleter devrimlere değil şu ya da bu görünümdeki burjuva iktidarlara hizmet ettirilmesinin bir örneğini daha görmemize yol açacak.
Meksika’da bir akademisyen olarak görev yapan Heinz Dietrich, kendisiyle yapılan bir röportajdan okuduğumuz kadarıyla, öğütleri Chavez tarafından oldukça dikkate alınan bir uzman. Dietrich, 14 Mart 2006 tarihli bu röportajında, Venezuela için sosyalizmi uzak bir ihtimal olarak gördüğünü, bugün dünya kapitalizmi bağlamı içinde mümkün olan tek gelişme yolunun devlet kapitalizmi olduğunu ve Çin ve Asya kaplanlarının da bu yolu izlediğini belirtiyor. “Bolivarcı devrim” açısından da ulusal onuru koruyan Keynesyen nitelikte bir devlet kapitalizminden söz edilebileceğini söylüyor. Venezuela’ya ilişkin beklentilerini ise şu sözlerle ifade ediyor:
“Benim görüşüme göre, bugün Venezuela’da yapılabilecek tek şey Lenin’in Yeni Ekonomik Politika’da yaptığı şeydir. Sosyalizme doğru adım atılması yönündeki diğer tüm girişimler bugünkü koşullar altında sistemin hızla çökmesine yol açacaktır, çünkü bunu uygulayacak bir iktidar temeli yok. Burjuva devlet yıkılmamıştır, sadece kendini yeni bir yönetim tarzı biçiminde reorganize etmiştir. Kilise etkisini kaybetmemiştir. Büyük medyanın yüzde sekseni hükümete karşı olan büyük şirketlerin elindedir. Küba ve Sovyetler Birliği’nde olan şeyin bir taklidine izin verecek olan bir iktidar korelasyonu da yoktur. Yeni ekonomik politika, şimdiye kadar bir kenara itilmiş olan toplumsal kesimleri güçlendirecek şekilde düzenlenmelidir: küçük çiftçiler, sanayi işçileri, esnaf. Doğal olarak bu otomatik olarak sosyalizme yol açmaz.”(Venezuela: A Serious Alternative for Latin America, venezuelanalysis.com)
“21. yüzyıl sosyalizmi” konusunda ahkâm kesen Dietrich’in Chavez’e öğütlerinden anlaşılacağı üzere, Chavez’in sosyalizmle kastettiği şey devlet kapitalizminden başka hiçbir şey değil. Gerçek durum bu kadar netken, Marksist geçinenlerin Chavez’e zorla sosyalizm pelerini giydirmeye çalışmaları onaylanabilecek bir siyasal tutum değildir.
Arap sosyalizminin alâmeti fârikaları
Nâsır, Arap devriminin ve mücadelesinin üç temel amacını “Sosyalizm, Birlik ve Özgürlük” olarak ortaya koymuş, onun geliştirdiği bu anlayış Baas partileri tarafından da sahiplenilmişti. Bu üç tema Arap sosyalizminin temel şiarlarını oluşturuyor ve “birleşik, bağımsız, sosyalist tek bir Arap devleti” formülasyonunda somutlanıyordu. Peki nasıl bir sosyalizmdi bu? Sözü Nâsır’a bırakalım:
“Bizim sosyalizmimiz bilimseldir (…) Ama bizim sosyalizmimiz materyalist değildir. Biz, sosyalizmimizin Marksist veya materyalist olduğunu hiçbir zaman söylemedik. Hiçbir zaman dini reddettiğimizi söylemedik; dinimizin sosyalist bir din olduğunu söyledik. (…) Muhammed, dünya tarihinde sosyalizmi ilk kez uygulamış olan kişidir. (…) Bizimle komünizm arasında, bizimle Marksizm-Leninizm arasında farklılıklar bulunduğunu daha önce de söyledim. İlk farklılık, bizim dine inanıp Marksistlerin inanmaması, bizim peygambere bağlı olup Marksistlerin olmamasıdır. İkinci farklılık (…) bizim gericiliğin diktatörlüğünden tüm halkın demokrasisine geçmek isteyişimizdedir; komünizm, yani Marksizm-Leninizm ise gericiliğin diktatörlüğünden proletaryanın diktatörlüğüne, yani bir toplumsal sınıfın diktatörlüğüne geçer. Üçüncü farklılık ise, Marksizmin, komünizmin toprağı devletleştirip, bizim devletleştirmememizdir; çünkü biz toprakta kooperatifler çerçevesinde özel mülkiyete inanıyoruz. Dördüncü farklılık, komünizmin özel mülkiyeti kaldırmak istemesidir; biz ise özel mülkiyete bağlıyız ve yalnızca sömürücü özel mülkiyetle mücadele ediyoruz. Son farklılık ise, Marksizmin-Leninizmin burjuvazi dediği (…) sınıfı şiddetle ve herhangi bir tazminat ödemeksizin tasfiye etmek istemesidir. Biz böyle bir şeyi reddederiz.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi [STMA], c.4, Ekler, s.309-10)
Gerçekten de bu beş farklılık, Arap sosyalizminin ne tür bir şey olduğunu gayet iyi gösteriyordu: Materyalist olmayan, işçi sınıfının önderliğine dayanmayan, özel mülkiyete ve burjuvaziye karşı çıkmayan, toprağın kolektif mülkiyetini değil kooperatifler biçimindeki özel mülkiyetini savunan bir sosyalizm, yani küçük-burjuvazinin ruhuna seslenen bir sosyalizm! Hemen belirtelim, yıllar sonra, binlerce kilometre uzakta, Latin Amerika ülkelerinden Venezuela’da Chavez’in tartışmaya açtığı sosyalizmin bundan tek farkı, onun yolunun Muhammed’in değil İsa’nın yolu olması olacaktı.
Kapitalizm ve komünizm dışında üçüncü bir yol, kapitalist olmayan bir yol olarak tarif edilen Arap sosyalizmini Nâsır aynı zamanda kooperatif sosyalizmi olarak tanımlıyordu. Bunun yanı sıra bizi büyük bir gerçekten, “sömürüye yönelmeyen” bir özel mülkiyetin de var olabileceği gerçeğinden haberdar etmekteydi (!):
“Kooperatif sosyalizmi, devletin sanayi sektöründeki girişimcilerle ortak olmasıyla uygulanır. Böylelikle sanayi, sermayenin tekeline ve egemenliğine terk edilmemiş olur. Devlet halkı temsil eder; amacı ise özel mülkiyetle devlete ait ortak mülkiyet arasında dengeyi kurmaktır. (…) Biz özel mülkiyete değil, sömürüye karşıyız. Eğer özel mülkiyete karşı olsaydık ona derhal el koyar ve tazminat da ödemezdik, özel mülkiyeti yasaklardık. Fakat biz özel mülkiyetin toplumsal bir işlevi olduğunu söylüyoruz. Özel mülkiyet, ancak sömürüye yöneldiği zaman bu işlevin ötesine geçmiş olur.” (STMA, c.4, Ekler, s.309)
Bütün bu söylenenler ve yapılan uygulamalar, Arap sosyalizmi denen şeyin, emperyalizmin baskılarından, sömürüsünden ve mevcut sistemden hoşnutsuz olan emekçi kitlelerin öfkesini söndürebilmek için kullanılan popülist bir söylemden ve devlet kapitalizminden ibaret olduğunu açıkça kanıtlıyordu. Kooperatifçiliğin yani küçük meta üretiminin teşvik edildiği bir tarım modeli, işçilerin fabrika yönetimlerine sözde “ortak” olmaları, kârdan pay almaları gibi uygulamalar sosyalizmin göstergeleri olarak sunulmaktaydı. Ama her şeye tepede karar verilen bu “sosyalizm”de işçilerin yönetime ve alınan kararlara en ufak bir katılımları söz konusu değildi. Yine de bugün bu tür uygulamaların çok sınırlı olarak hayata geçirildiği Venezuela’yı ve Chavez’i sosyalizme doğru ilerlediğini söyleyerek övenlerin, o günün Nâsır’ını sosyalizmin pîri olarak görmeleri gerekir.
Birlik söylemiyle maskelenen milliyetçilik
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Nâsır’ın formüle ettiği Arap devriminin üç şiarından biri de “birlik”ti. Bu birlik, onun ifadesiyle, iradesine ve çıkarlarına aykırı olarak düşmanları tarafından parçalanmış olan tek bir ulusun, yani Arap ulusunun, doğal koşullarına dönmesini sağlayacaktı. İlk başlarda, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmış milyonlarca insanı birleştirecek olan enternasyonalist bir bakış açısının ifadesi olarak değerlendirilen bu birlik söyleminin gerçekte koyu bir milliyetçiliğin ifadesi olduğunu görmek için uzun süre geçmesi gerekmedi.
Birlik, tüm Arap devletleri tarafından sahiplenilen ortak bir söylem olmasına ve birkaç girişimde bulunulmasına rağmen, bu girişimler her defasında hüsranla sonuçlandı. Gerçekleştiği kadarıyla da ezilen emekçi sınıfların değil ezen egemen sınıfların çıkarları temelinde oluşturulan bu birlikler, doğal olarak, daha güçlü olan Arap devletinin zayıf olan üzerindeki tahakkümüne dönüşüyordu. Nitekim Mısır ve Suriye’nin birleşerek oluşturdukları Birleşik Arap Cumhuriyeti, “sosyalist” birlikçi Nâsır’ın, Baas Partisini kapatıp kendi tek adam diktatörlüğünü Suriye’ye de yayma emellerini açık etmesinin ardından yıkılmıştı. Burjuvazinin birlikten bahsettiği her yerde, söz konusu olan şeyin, perde arkasındaki kapitalist çıkarlar olduğu ve kapitalizm altında böyle bir birliğin gerçekleştirilemeyeceği böylece bir kez daha görülmüş oluyordu. Kuşkusuz görmek isteyenlerce!
Görmek isteyenler diyoruz, çünkü bugün Chavez’in birleşik Latin Amerika söylemini onun enternasyonalizminin ifadesi olarak değerlendirenler hiç de az değil. Hatta bu söylemi nedeniyle Chavez’de ve “Bolivarcı devrim”de sürekli devrim dinamikleri keşfeden Troçkistler de mevcut. Oysa Latin Amerika’nın birliğinin en eski ve ünlü savunucularından biri, 1800’lerin başlarında birleşik bir Latin Amerika hayali için mücadele eden burjuva devrimci Simon Bolivar’dı, ama bu onu sosyalist ve enternasyonalist yapmaya yetmiyordu. Tıpkı Arap birliği söyleminin Nâsır’ı ve Baasçıları da sosyalist ve enternasyonalist yapmaya yetmediği gibi.
* * *
Kitlelerin yükselişe geçtiği dönemlerde, reformizmi devrimci bir retoriğin ardına gizleyen ve sosyalizm adına ortaya çıkan bu burjuva ideolojileri, kapitalizmin tarihinin her döneminde vardılar ve var olmaya devam ediyorlar. Bugün Arap sosyalizmi tarihe gömülse de, bu burjuva ideolojinin yeni türevleri dünyanın şu ya da bu köşesinde, benzer ortamlar bulduğunda yeniden ortaya çıkmaktadır. İşçi ve emekçi kitlelerin devrimci eylemlerinin yeniden yükselişe geçmeye başladığı günümüzde, her türden reformizme bolca rastlıyoruz. Nitekim son yıllarda Latin Amerika bunun çok canlı örneklerini sergilemeye başladı bile.
Geleneksel burjuva partilerin burjuva siyaset arenasından silinmeleriyle doğan boşluğu, kendisine sınıflar üstü bir görünüm vererek ve kızıl gömlekler-bereler giyerek dolduran Chavez, reformist, popülist bir burjuva Bonapart olarak bunun en tipik örneğini teşkil ediyor. Onun kuyruğuna takılmayı tercih edenlere hatırlatmak istediğimiz şey, başta Arap benzerleri olmak üzere, tarihin, Chavez’den çok daha radikal olanların kitlelere ve devrime ihanetlerinin örnekleriyle dolu olduğudur.
Nâsır öldüğünde kitleler “aslan öldü” diyerek günlerce yas tutmuşlardı, Kaddafi ABD’ye karşı her küfredişinde ezilen kitlelerin yüreklerine serin sular serpiliyordu, Saddam ABD’ye karşı diklenirken Arap kitlelerin gözünde ilahlaşmıştı. Şimdi de karşımızda sivri dilliliğiyle ve kendine olan aşırı güveniyle Chavez duruyor. Artık “aslan” o!
Marx, 18 Brumaire’e yazdığı Önsözde, “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak” diyordu. Bir ekleme de biz yapalım: sahnelenen bu komedinin oltasına takılıp aynı zokayı defalarca yutmak, komedinin çok ötesinde tam bir körlük ve budalalıktır! Burjuva devlet aygıtını yıkıp parçalamak yerine reformizmi sosyalizm diye yutturmanın yarattığı bu körlüğün ve budalalığın bedeliyse, dünyanın her yerinde, yenilen devrimler ve en kanlısından karşı-devrimler olmuştur.
Nâsır’ın “sosyalist” Mısır’ıBir posta memurunun oğlu olan ve 1938’de Hava Harp Okulundan mezun olan Cemal Abdülnâsır, 1942 yılında Hür Subaylar adında bir siyasi örgüt oluşturdu. Genç milliyetçi kalkınmacı subaylardan oluşan bu dar örgüt, ulusal birliğin, bağımsızlığın ve eşitliğin, sınıflar üstü bir rol atfedilen ordu tarafından gerçekleştirilebileceğini savunuyordu. Müslüman Kardeşlerle ve Komünist Partiyle de ilişki kuran Hür Subaylar birliği, özellikle 1948-49 Arap-İsrail Savaşı döneminde büyük bir güç ve itibar kazanacaktı. Büyüyen İngiliz karşıtı dalganın üzerinde yükselen Hür Subaylar’ın 1952 Temmuzunda gerçekleştirdiği darbe, Nâsır’ın tek adam iktidarına giden yolun da başlangıcı oldu. Krallığa son veren ve başbakanlığa general Necip’i getiren bu darbenin ardından Mısır’da bir reform kampanyası başlatıldı. Ekilebilir toprakların yüzde onu topraksız köylülere dağıtıldı. Her ne kadar general Necip’in başbakanlığı devam ediyor olsa da, darbenin ilk anlarından itibaren asıl güç Nâsır’daydı. 1954-56 yılları arasında başbakan olan Nâsır, popülist politikalara hız vererek tek adam olarak sivrilecekti. Bu dönemde Sudan’ın bağımsızlığı tanınmış, SSCB ile ilişkiler güçlendirilmiş ve Mısır Bağlantısızlar Grubu’na dahil olmuştu. 1956’da Süveyş Kanalını millileştirdiğini açıklayan Nâsır, karşısında Fransa, İngiltere ve İsrail’i buldu. Ne var ki Birleşmiş Milletler ve SSCB’nin bu saldırgan kampa baskıları sonucunda savaş kısa sürdü ve Kanal Mısır’ın egemenliğine girdi. Bütün bunlar Nâsır’ın itibarını tüm Arap âleminde daha da pekiştirecekti. 1956’da cumhurbaşkanı seçilen ve tüm Arapların tek bir devlet altında birleşmesini savunan Nâsır, 1958 yılında Suriye ile Mısır’ın birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyetini kurmasına öncülük etti. Fakat bu birleşik devlet 1961’de dağılarak son buldu. 1961’de toprak mülkiyeti 100 feddanla[1] sınırlandı ve bundan daha büyük topraklara sahip olanların topraklarının üçte biri tarım kooperatiflerine dönüştürüldü, üçte ikisi ise az topraklı köylülere dağıtıldı. 1962’den itibaren Nâsır’ın sola kayışı ve sosyalizan söylemi hız kazandı. SSCB’nin büyük desteği sayesinde büyük bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Basın, banka ve sigorta şirketlerinin yanı sıra sanayide de millileştirmelere ve devletleştirmelere gidildi. Mülk sahiplerine ağır vergiler getirildi. Nâsır’ın Milli Birlik Partisinin adı, Arap Sosyalist Birliği’ne dönüştürüldü. Komünist Parti yasaklandı. Bundan böyle, “bilimsel sosyalizm” kılıfı altında, tek parti diktatörlüğü yönetiminde bir devlet kapitalizminin hâkimiyetiydi söz konusu olan. Nâsır 1970’te öldükten sonra başa geçen Enver Sedat kısa süre içinde politika değişikliğine giderek özel sektörü canlandıracak ve Mısır’ı ABD’nin bölgedeki yakın ortaklarından biri haline getirecekti. Böylece kişilere bağlı olarak devrimsiz kurulan “sosyalizm”, yine kişilere bağlı olarak karşı-devrimsiz son bulacaktı! Kaddafi’nin “sosyalist” Libya’sıNâsır’ın Arap milliyetçiliği temelinde yükselttiği Arap sosyalizmi, Libya’da da genç subaylar arasında büyük bir ilgiyle karşılanmış ve 1964 yılında Nâsır’a özenen bir grup subay, tıpkı onun gibi Hür Subaylar adı altında bir örgüt kurmuştu. 1967’de çıkan Arap-İsrail savaşının ardından yükselişe geçen Arap milliyetçiliğini fırsat bilen Hür Subaylar, 1969 Eylülünde bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler. O sırada Devrim Komuta Konseyi adı verilen cuntanın başı olan ve yarbaylıktan albaylığa terfi ettirilen Kaddafi, o günden bu yana Libya’nın Bonapart’ı olarak iktidarı elden bırakmayacaktı. Kaddafi iktidarı ele geçirdikten sonra ülkedeki İngiliz ve Amerikan üslerini kapattı ve petrolün arama, çıkarma ve işlenmesini tekellerinde bulunduran yabancı şirketlere, devlete ödedikleri vergiyi arttırmaları çağrısında bulundu. Bu çağrıya olumsuz yanıt gelince petrol sanayii millileştirildi ve devletin bu sektördeki payı birkaç yıl içinde %60’lara yaklaştı. Böylece, o dönem dünyanın beşinci büyük petrol üreticisi olan Libya devleti, bu alanda büyük bir gelir kaynağının doğrudan sahibi olmuş oldu. 1971’den itibaren Kaddafi’nin Mısır’dakiyle aynı adla kurduğu Arap Sosyalist Birliği tek siyasi parti olarak varlık gösterecek ve sosyalizm söylemi iyice ağırlık kazanacaktı. İslamcı ideolojinin önemli bir yer tuttuğu bu sosyalizm, kapitalizmle komünizm arasında üçüncü bir yol olarak sunuluyordu. 1973 yılında, “kültür devrimi” adı altında, bürokrasiye karşı sözde bir savaş başlatıldı. Kaddafi’ye göre kültür devriminin amacı, şeriatın tam olarak uygulanması, ideolojik mücadelenin güçlendirilmesi, bürokrasiye karşı savaş, halkın silahlandırılması gibi unsurlardan oluşuyordu. Halk çeşitli vesilelerle seferber ediliyordu. Çin’in “kültür devrimi” Libya’ya taşınmış, Mao’nun Kızıl Kitabının yerini ise Kaddafi’nin Yeşil Kitabı almıştı. 1977’de ülkenin resmi adı Libya Arap Sosyalist Halk Cemahiriyesi olarak değiştirildi. Bu “sosyalist” devletin şeriat kanunlarını esas aldığını belirtmek herhalde önemsiz bir ayrıntı olmaz. Kaddafi Amerikan karşıtlığıyla, “anti-emperyalist” söylemiyle, devletler arası toplantılarda yaptığı diplomasi dışı çıkışlarla, son yıllara kadar Chavez’in eline su bile dökemeyeceği eksantrik bir lider olarak bol bol boy gösteriyordu. Ta ki iki yıl önce ABD’nin tehditleri karşısında sesini kısmak zorunda kalıncaya dek. Böylece Kaddafi’nin tahtı Chavez’e kalmış oldu. Suriye ve Irak’ta Baas sosyalizmiOsmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra güç kazanan milliyetçilik akımlarından büyük ölçüde etkilenen ve Arap şovenizmine varan bu milliyetçiliği sosyalizm söylemiyle birleştiren bir ideoloji olarak doğan Baas sosyalizminin ideologu, Suriyeli Mişel Eflak’tı. Eflak, Fransa’da Sorbonne Üniversitesinde eğitim görmüş bir profesördü. Suriye’nin bağımsızlığına kavuştuğu 1945 yılında Şam’da kurulan Arap Sosyalist Baas (“Yeniden Doğuş” ya da “Diriliş”) Partisinin temel amacı, tüm Arapların tek devlet altında birliğinin sağlanmasıydı. Nâsır’ın Arap sosyalizminde olduğu gibi Baas sosyalizminin de temel sloganı “sosyalizm, birlik ve özgürlük”tü. 1949-63 yılları arasında 15 askeri darbe yaşayan Suriye’de, 1958 yılında Mısır’la kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) döneminde toprakların %60’ı devletleştirilip ardından kooperatifler haline getirildi. Mısır’da olduğu gibi orada da banka ve sigorta şirketlerinin yanı sıra bazı sanayi işletmeleri de devletleştirildi. Ne var ki Nâsır’ın Baas’ın varlığını ortadan kaldırıp tek otorite olma isteği sonucu yıkılan BAC’ın ardından, burjuvazinin bastırmasıyla sanayi ve bankacılık alanlarındaki bu devletleştirmeler geri alındı. 1963 yılında bir darbeyle iktidarı ele alan ve bugüne dek iktidarda olan Baas Partisi, ilerleyen yıllarda pek çok “iç temizlik”ten geçirilerek sol unsurlarından arındırılmıştır. 1971’de cumhurbaşkanı olan eski Savunma Bakanı Hafız Esad 2000 yılındaki ölümüne dek otuz yıla yakın bir süre boyunca iktidarda kaldı ve öldüğünde yerine oğlu Beşar Esad geçti. Hafız Esad döneminde Suriye Sovyetler Birliği’yle çok yakın ilişki içindeydi ve askeri ve ekonomik alanda ciddi yardımlar alıyordu. Dış ticaretin devlet tekelinde bulunduğu, devlet işletmelerinin ağırlıkta olduğu Suriye ekonomisi, devlet kapitalizmine dayalı bir ekonomidir ve bugün ABD’nin temel amacı, bu ekonomiyi emperyalist sisteme tam entegre etmek ve kendi nüfuz alanına girecek bir Suriye yaratmaktır. Suriye’nin Sünni ağırlıklı bir ülke olmasına rağmen, Alevi azınlığın ağırlıkta olduğu ve esas olarak sivil ve asker bürokrasiye dayanan Baas Partisi, devlet bürokrasisinde de Alevilere ağırlık verecekti. Ayrıca Kürtlere uygulanan baskı ve inkâr politikası, bu “sosyalist devlet”in tarihinde hiç eksik olmayacaktı. Irak’ta ise, Mısır’dan etkilenerek silahlı kuvvetler içinde general Abdülkerim Kasım öncülüğünde kurulan Hür Subaylar hareketi 1958 yılında monarşiyi devirerek cumhuriyeti ilan etmişti. Darbenin ikinci adamı general Abdüsselam Arif idi. 1963 yılına gelindiğinde, Irak Baas Partisiyle işbirliği yapan ordu içindeki bir hizip Kasım iktidarını devirdi ve devlet başkanlığına general Arif getirildi. General Arif kısa bir süre sonra Baasçıları iktidardan tasfiye etti, ardından bankalar ve dış ticaret devlet tekeline alındı. 1968 yılında bir askeri darbeyle yeniden iktidarı ele geçiren Baas Partisi, 1969’dan itibaren kitlesel desteğini arttırmak amacıyla devletleştirme politikasına hız verdi. 3 milyon hektarlık toprak dağıtımının yanı sıra tarımda kooperatifleşme desteklendi. Eğitim ve sağlık devletin ücretsiz sağladığı hizmetler haline getirilmişti. 1972’de yabancıların elindeki Irak Petrol Şirketi devletleştirilince Irak devleti muazzam bir petrol gelirine sahip oldu ve bu ona büyük bir bağımsızlık alanı yarattı. Bu arada devletin yatırım projeleri özel sektör için önemli bir gelir kapısı işlevi görüyordu. Bu kapı aslında çift taraflı bir kapı olup, devlet (yani Baas) bürokrasisini de besliyordu. Yetkiler bir dönem cumhurbaşkanı El-Bekr’in elinde toplanmış görünmesine karşın, gerçek güç, 1979’da resmen iktidara gelecek olan Saddam’daydı. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren izlenen özelleştirme politikaları sonucunda ise özel sektör ekonomide ağırlık kazanmaya başlayacaktı. Irak’ın sözde sosyalist Baas rejiminde, komünistlerin yanı sıra Kürtlere yönelik sistematik bir baskı, işkence ve katliam politikasının uygulanmaya her zaman devam edildiğini de belirtelim. [1] Bir çift öküzün bir günde sürebildiği arazi miktarına denk gelen bir alan ölçüsü birimi. |
link: İlkay Meriç, Nâsır’dan Chavez’e Bonapartizm Çeşitlemeleri, Nisan 2006, https://marksist.net/node/1016
Nükleer Santraller Yine Gündemde
Kara Panterler