Kadın cinayetleri ve kadınlara yönelik şiddet vakaları artarak devam ediyor. Beş ay önce Özgecan’ın katledilmesi toplumda büyük bir tepkiye yol açmış, pek çok protesto eylemi düzenlenmiş ve “bu son olsun” denmişti. Ne var ki, kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, cinayet vakaları eksilmedi. Özgecan’dan sonra 113 kadın daha erkekler tarafından katledildi. Böylece 2015’in ilk altı ayında katledilen kadınların sayısı 141’e çıktı. Aynı dönemde 58 kadına tecavüz edildi, 121 kadın fuhuşa zorlandı, 193 kadın yaralandı. Bu korkunç tabloya karşılık cinayet ya da tecavüz davalarında verilen cezalar ise erkek egemen zihniyetin aynası niteliğindeydi. Son altı ayda görülen 26 kadın cinayeti davasının 13’ünde erkeklere “iyi hal” ya da “haksız tahrik” indirimi uygulandı.
“İyi hal”, “haksız tahrik” vb. indirimler Türk Ceza Kanunu’nun 62. maddesine dayandırılarak veriliyor: “Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri nedenlerin varlığı hâlinde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine, müebbet hapis; müebbet hapis cezası yerine, yirmi beş yıl hapis cezası verilir. Diğer cezaların altıda birine kadarı indirilir. (2) Takdiri indirim nedeni olarak, failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususlar göz önünde bulundurulabilir. Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir.”
Görüldüğü gibi bu madde çok genel bir uygulamadan söz ediyor ve kararı mahkeme heyetine bırakıyor. Devletin en tepesinden başlayarak bütün kurumlarına hâkim olan erkek egemen zihniyet yargıda da kendisini gösteriyor ve özellikle kadına yönelik şiddet, tecavüz, cinayet davalarında çoğunlukla zanlının lehine uygulamalarla karşılaşıyoruz. Hatta bazı davalarda kanunun belirlediğinden de fazla ceza indirimine gidildiğini görüyoruz.
Şiddeti adeta teşvik eder hale getiren mahkeme kararlarından birkaç örnek verelim. Boşandığı karısını sekiz yerinden bıçaklayarak üzerinden otomobille geçen Kamil Çolak’ın yargılandığı davada, mahkeme heyeti, eski karısının “çocuklar senden değil” demesini “haksız tahrik” sayarak müebbet olan cezayı 18 yıla düşürdü. Mart ayında Erzurum’da 12 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel saldırıda bulunan erkeğe önce 12,5 yıl hapis cezası verildi, sonra da kızın psikolojisinin düzeldiği gerekçesiyle ceza 10 yıla indirildi. Ardından sanığın “iyi hali” nedeniyle cezasında 6 ay daha indirime gidildi. Mayıs ayında ise 15 yaşındaki kıza “cinsel istismar”da bulunmak suçundan yargılanan sekiz uzman çavuştan ikisi kızın “rızası olduğu” gerekçesiyle beraat ederken altısı için 1 ilâ 8 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi. Rızası olduğu söylenen kız çocuğu birden fazla kez intihara kalkıştı! Haziran ayında görülen duruşmada karısını sopayla darp ederek ölümüne sebep olan Celal Eripek “Ben eşimi seviyordum. Çok üzgünüm” dediği için iyi hal indirimi uygulanarak tahliye edildi.
Bu örnekleri arttırmak mümkündür ama burjuva yargının ataerkil zihniyetini görmek açısından bu kadarı yeterlidir. Mahkemelerden yaygın bir şekilde çıkan bu tür kararlar, şiddeti iyice besliyor. Tehdit edilen, şiddet gören, tacize uğrayan kadınların şikâyeti üzerine gözaltına alınan erkeklerin neredeyse tamamı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. Kadının can güvenliğinin olmadığını söylemesi sonucu değiştirmiyor. Devlet tarafından korunmayan kadın bir süre sonra şiddet gördüğü erkek tarafından katlediliyor. Katil çıkarıldığı mahkemede bir şekilde ya “iyi hal” ya da “haksız tahrik” indiriminden faydalanarak kanunda öngörülen cezaların çok altında cezalar alarak adeta ödüllendiriliyor.
Bu erkek egemen yargı kararları Özgecan cinayetinin ardından daha fazla tartışılır hale geldi. “Özgecan yasası” adı altında kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet davalarında yeni şiddet olaylarına davetiye çıkaracak indirimlerin kaldırılması için yasal düzenlemeler yapılması talep edildi. Bu yasanın çıkarılması için imza kampanyası başlatıldı ve bir milyondan fazla insan bu kampanyaya destek verdi. Bu talep anlamlı bir taleptir ama sorunu çözmek için yeterli değildir. Sonuçta “cezasızlık” etmenlerden sadece biridir. Çok iyi biliyoruz ki yargıya intikal etmeyen pek çok şiddet, taciz, tecavüz vakası bulunmaktadır. Aile baskısı, kadının gidecek yerinin olmayışı, ekonomik olarak erkeğe bağımlı olması kadınların sessiz kalmasına neden olmaktadır.
Bütün bu dezavantajlı koşullara rağmen sesini yükseltebilen kadın ise devlet kurumlarından bireylere kadar şiddeti meşru gören zihniyetin duvarına çarpmaktadır. Nitekim sessiz kadının makbul görüldüğü, sesini çıkaran kadının ise “şirret” addedildiği, tacize ya da tecavüze uğrayan kadınların, kız çocuklarının yaşadıkları travma yetmezmiş gibi bizzat kendilerini korumakla görevlendirilenlerin cinsel saldırısına maruz kaldığı bir toplumda yaşıyoruz. “Karı koca arasına girilmez” anlayışıyla aile içi şiddete sessiz kalındığına her gün tanık oluyoruz.
Bir yandan şiddeti cazip hale getiren yayınlar yaparken diğer yandan göstermelik “kadına şiddete hayır” spotları yayınlamak veya sözlü olarak bunu ifade etmek hiçbir anlam taşımıyor. Nitekim geçtiğimiz ay 18 yaşındaki Cansu Kaya’yı boğarak öldüren katillerden birinin daha önce Özgecan için düzenlenen protesto eylemine katıldığı ortaya çıkmıştı.
İktidarda olduğu 12 yıl boyunca sözel olarak şiddete karşı çıktığını ifade eden AKP’nin bizzat önde gelen kadroları tarafından dillendirilen söylemleri de sorunu çözen değil büyüten bir işlev görmüştür. “AKP’nin dinsel taassuptan da beslenen zihniyeti, başta Erdoğan olmak üzere çeşitli düzeylerde yöneticiler tarafından pervasız biçimde ifade edilmektedir. Kadınla erkeğin fıtrattan dolayı eşit olamayacağını söylemekten tutun, tecavüze uğrayarak hamile kalan kadınların kürtaj yaptırmasına bile engel olmak üzere «çocuk neden ölsün, onun yerine kadın ölsün» demeye kadar varan beyanatlar, kadının erkeğe emanet olduğunu söylemeler, kadının en büyük kariyeri anneliktir demeler, kadınların kıyafetini devletin en üst katından kınamalar vb., tüm bunlar o kaba ataerkil zihniyeti açığa vurmaktadır. Böylesi bir zihniyetin kadının zaten dezavantajlı olan konumunu düzeltme yolunda ciddi bir çaba göstermeyeceği kendiliğinden bellidir.” (Levent Toprak, Kadın Cinayetleri Kapitalist Çürümeye Ayna Tutuyor, MT, Mart 2015)
Geniş kapsamlı bir mücadele olmaksızın kadına yönelik şiddetin önüne geçilemeyeceği açıktır. Peki, bu mücadele nasıl olacak? Bu sorunun cevabını yine Levent Toprak’tan okuyalım:
“Mücadelenin somut hedefleri olarak gündeme getirilebilecek birçok nokta bulunmaktadır. Ancak özellikle hukuk sisteminde kadına yönelik eşitsizlik ve baskıların bir bölümünü ifade eden yasa ve uygulamaların kaldırılması en acil türde talepler arasındadır. Kadın cinayetlerinde ve tecavüz vakalarında zanlının «ağır tahrik» ya da «haksız tahrik» gibi etmenlerle veyahut yargı sürecindeki sözde «iyi hal» dolayısıyla ceza indirimlerinden yararlandırılması gibi uygulamalara derhal son verilmelidir. Keza «namus cinayeti» adı altında kadınların katledilmesine özür bulan ataerkil zihniyetin hukuk sistemindeki her türlü yansıması tümüyle kazınmalıdır.
“Bu somut ve acil mücadele talepleri etrafında verilen mücadeleler hiç kuşkusuz gerekli, anlamlı ve değerlidir. Ancak sorunun bu tür taleplerin kazanılmasıyla aşılabileceğini düşünmek ya da bu yönde yanılsamalar oluşturmak kadının kurtuluşu sorununu hafife almak olacağı gibi, ufku sınırlayarak kapitalist toplumdaki daha örtülü ve ince baskı biçimlerini, toplumsal çürümenin nice farklı biçimlerini kabullenme sonucunu getirir. Bu noktada emekçi kadının örgütlülüğü, onun örgütlü mücadelesi esastır. Bu mücadele işçi sınıfını cinsiyet temelinde bölecek türden cinsiyetçi yaklaşımlarla ilerleyemez, aksine zayıf düşer. Kapitalizme son verilmesi ve onunla birlikte ataerkil etkilerin kökünün kazınması, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının bir bütün olarak vereceği örgütlü mücadeleye bağlıdır.” (Levent Toprak, age)
link: Demet Yalçın, Kadınlar Ölüyor, Devlet Seyrediyor, Yasalar Katilleri Koruyor, 10 Temmuz 2015, https://marksist.net/node/4320
Irgatlar Bir Araya Gelip İktidarınızı Yıkacak!
Çocuk İşçilere Oyun da, Şeker de Yok!