Dünya Ekonomik Forumunun her yıl düzenlediği Davos zirvesinin 45.’si 21-24 Ocak tarihleri arasında yüzlerce politikacı, akademisyen ve burjuvanın katılımıyla gerçekleştirildi. Türkiye, Erdoğan’ın 2009’da “daha da gelmem” diyerek terk ettiği Davos’a 6 yıl aradan sonra ilk kez ve başbakanlık düzeyinde katıldı. G-20 dönem başkanı olarak zirveye katılan Türkiye kafilesinde, Başbakan Davutoğlu ve bazı bakanların yanı sıra Merkez Bankası ve İstanbul Borsası gibi ekonominin kalbi mahiyetindeki kurumların yöneticileri de yer aldı. Dört gün boyunca kapitalist sistemin efendileri, kriz, ekonomik büyüme, parasal genişleme, gelir dağılımı eşitsizliği, petrol fiyatlarındaki düşüş, siyasi istikrar, güvenlik, iklim değişikliği, salgın hastalıklar, bölgesel sorunlar ve çatışmalar konulu çeşitli toplantılar düzenlediler. Elbette bu toplantıların amacı milyarlarca insanın hayatını çekilmez hale getiren sorunlara çözüm bulmak değildi. Herkes bu zirveye kendi çıkarları ve hedefleri için katılmış olsa da, bunun yanı sıra burjuva ortak akıl, başta devletler arası çatışmalar ve ekonomik kriz olmak üzere kapitalist sistemi işlemez hale getirebilecek riskleri en aza indirmenin yollarını aradı.
Bu sene Davos’ta burjuva medyanın tabiriyle “ihtiyatlı iyimserlik” çıktı. 2008 krizi öncesinde de tüm belirtilerine rağmen Davos’ta iyimserlik rüzgârları esmişti. Egemenler gidişatın iç açıcı olmadığının farkında olsalar da, kapitalizme güven aşılamak için “iyimser” bir tablo çiziyorlar. Ama güneş balçıkla sıvanmayacağı için bu sefer “ihtiyatlı” davranıyorlar. Geçtiğimiz yıl Davos toplantısına katılan egemenler, 2008 krizinin atlatılmaya başladığını, kapitalizmin önünün açık olduğunu vurgulayarak daha iyimser bir tablo çizmişlerdi. Ancak 2014, kapitalist dünyanın efendilerinin umduğu gibi geçmedi. Dünyanın dört bir yanında siyasal kriz ve çatışmaların ortaya çıkması veya derinleşmesi, ekonomik büyümenin yavaşlaması, borsaların düşmesi, petrol fiyatlarındaki düşüş, sistem krizinin daha da derinleştiğinin işaretleri oldu. Nitekim yıl sonuna doğru kapitalist ekonominin üzerindeki kara bulutlar o kadar yoğunlaştı ki, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlar büyüyen tehlikeye işaret etmeye başladılar. Davos zirvesi de bu kara bulutların gölgesinde yapıldı. 2014 zirvesine oranla iyimser olanların sayısı azalırken, karamsarların sayısında artış var.
Öne çıkan gündem: eşitsizlik
Oxfam’ın zirvenin hemen öncesinde yayınladığı rapora göre, dünyanın en zengin %1’lik kesiminin sahip olduğu servet, tüm zenginliğin %48’ine yükselmiş bulunuyor. Yani en zengin %1, tüm dünyada yaratılan zenginliğin neredeyse yarısına sahip. Gelir dağılımdaki eşitsizliğin her yıl arttığı göz önünde bulundurulduğunda, önümüzdeki yıl %1’in sahip olduğu servet, geri kalan %99’unun servetinin toplamını geçecek. En zengin 80 kişinin serveti ise, 3,5 milyar insanın servetinin toplamına eşit. %1’in temsilcilerinin katıldığı Davos’ta öne çıkan konulardan biri gelir dağılımındaki bu eşitsizlikti. Dünyanın nimetlerinden faydalanan bir avuç asalağı endişelendiren şey elbette milyarlarca insanın açlık ve yoksulluğun pençesinde kıvranması değildir. Tersine onlar bu düzenin sürdürülebilirliğinden endişe ediyorlar. Milyarlarca yoksul emekçinin bu duruma isyan etmemesi için hangi yöntemlerin uygulanması gerektiğine kafa patlatıyorlar. Zor ve baskı aygıtlarını kullanmaktan, mikro kredi vb. türden yardımlarla kapitalizmin günahlarını örtmeye kadar çeşitli yolları deniyorlar. Kapitalist sistem, üretimin toplumsal karakteri ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişki sorunuyla karşı karşıyadır. Bu çelişki bugün geçmişe oranla çok daha keskinleşmiş durumdadır. Üstelik çürüyen kapitalizmin, gençlik dönemlerine göre bu çelişkileri mas edebilme yeteneği de azalmıştır. Bir şekilde krizler ötelense de çok daha derin krizlerin yolu döşenmektedir.
Sermaye akışkanlığını sağlamak ve durgunluğu engellemek amacıyla Davos’ta tartışılan konulardan birisi de parasal genişleme (Merkez bankalarının, diğer bankalardan tahvil vb. menkul kıymetleri satın alarak piyasaya para sürmesi) politikasıydı. Avrupa Merkez Bankası, Davos zirvesinden hemen önce toplamda 1,1 trilyon avroyu bulacak bir varlık satın alma programı açıklamıştı. Bunun sonucunda Avrupa borsaları 2008 krizinden bu yana en yüksek seviyesine çıktı. Avrupa Merkez Bankasının tahvil alımı yapmasının piyasalara güven vereceğini düşünen burjuva temsilciler, programın devam ettirilmesi doğrultusunda kulisler yaptılar. Ama bazı ekonomistler bunun etkilerinin sınırlı olacağını ve uzun vadede Avrupa sermayesini içinde bulunduğu sıkışıklıktan kurtarma şansının olmadığını ifade ettiler. Avro bölgesinin bu ferahlaması geçici olmakla kalmayıp, aynı zamanda başka olumsuz sonuçlara da yol açacaktır. Deflasyonu engellemek için atılan bu adımın gelecekte enflasyona yol açma riski bulunmaktadır.
Emperyalist savaş
2014 yılında emperyalist güçlerin nüfuz alanları için yürüttüğü kapışma ve sıcak çatışmalar daha geniş bir coğrafyaya yayıldı. Başta Ortadoğu ve Ukrayna olmak üzere birçok yerde ciddi çatışmalar meydana geldi. Suriye’de iç savaş devam ediyor. IŞİD denilen radikal İslamcı örgüt emperyalist savaşın doğrudan sonuçlarından birisi olarak Irak ve Suriye’de vahşi katliamlara girişiyor. Ukrayna ve Rusya arasındaki çatışmanın devam etmesi, Rusya’nın ekonomik yaptırımlara rağmen bildiğini okuması ve Afrika’da yaşanan çatışmalar emperyalist savaşın daha da alevleneceğini ve yaygınlaşacağını gösteriyor. Nitekim Dünya Ekonomik Forumunun yayınladığı Küresel Riskler raporunda, bölgesel sonuçları olacak devletler arası çatışma, risk bakımından ilk sırada geliyor. Hükümetlerin düşmesi ve devletlerin yıkılması gibi jeopolitik risklerin, daha önceki yıllarda öne çıkan ekonomik risklerin önüne geçmesi, sistem krizinin daha da derinleştiğini ve bunun burjuvaziyi ciddi bir biçimde kaygılandırdığını gösteriyor. Forumun ekonomistlerinden Margareta Drzeniek-Hanouz şunları söylüyor: “Berlin Duvarı’nın çöküşünden 25 yıl sonra, dünya yeniden devletler arasında büyük çatışmalar çıkma riski ile karşı karşıya. Ancak, bugün böyle bir çatışma yürütmenin araçları, siber saldırılar olsun, kaynak rekabeti, ekonomik yaptırımlar olsun, her zamankinden daha çeşitli. Bunlara dikkat çekmek ve dünyada rekabet yerine işbirliğini sağlamanın yollarını aramak 2015 yılına girerken liderlerin önceliği olmalıdır.” Bu sözler temenni olarak kalmaya mahkûmdur. Özellikle Rusya ve Batılı emperyalist güçler arasındaki kapışma –ister doğrudan ister dolaylı– bazı riskleri de barındırdığı için Dünya Ekonomik Forumu gibi kuruluşlar emperyalistleri aklıselime davet ediyor. Ancak rekabet kapitalizmin temel mottosudur. Pazar ve nüfuz alanları için rekabet aklıselime göre değil çıkarlara göre yürütülür. Kapitalistler bunun için dünyayı cehenneme çevirmekten imtina etmezler. Angela Merkel Davos’ta yaptığı konuşmada Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesini eleştirdi ve Rusya geri adım atmadan ekonomik yaptırımların sonlandırılmayacağını vurguladı.
Davos’ta tartışılan bir diğer konu da iklim değişikliğiydi. Çevreciliği ile bilinen eski ABD başkan adaylarından Al Gore’un moderatörlüğünde iklim değişikliği ve bunun olası sonuçları tartışıldı. İklim değişikliği sorunu eğer önüne geçilemezse insanlık için çok büyük bir tehdittir. Bir derecelik bir artışın bile dünyanın doğal yapısını çok olumsuz etkileyeceği çok sayıda bilim insanı tarafından dile getiriliyor. Bu konuda çevre sorununun asıl müsebbibi olan kapitalizmin çeşitli kurumları tarafından her yıl çok sayıda toplantı yapılıyor. Her toplantıda burjuvazinin sözcüleri çok laf ediyor ama sorunun çözümüne dair hiçbir adım atılmıyor. Davos 2015 de bu “bol laf, sıfır icraat” toplantılarına eklenmiş oldu. Davos’un samimiyetsizliği ve ikiyüzlülüğü en açık biçimde iklim değişikliği konusunda görüldü. 1700 jet ve 2500 helikopterle zirveye katılan burjuvalar, çevre sorunlarına karşı ne kadar duyarlı olduklarını göstermiş oldular.
Davos katılımcılarının asıl amaçlarının kendi gemilerini kurtarmak olduğunu, iklim değişikliği ve eşitsizlik gibi gündem başlıklarının aslında bir maskeden başka bir şey olmadığını yapılan açıklamalardan da anlamak mümkün. Örneğin toplantıya katılanlardan İTO Başkanı İbrahim Çağlar, Türkiye’nin ekonomik durumunun iyi olduğunu, diğer ülkelerin kafalarının karışık olduğunu, Türkiye’nin G20 başkanlığından istifade ederek daha da büyüyeceğini büyük bir iştahla söylüyor. Pembe bir tablo çizen Çağlar’ın Türkiye’sinde yoksulluk içinde yaşayan milyonlarca insan yok, 5,5 milyon işsiz yok. Sınıfsal bir refleksle krizi fırsata çevirmenin yollarını arıyor. Davutoğlu ise Türkiye’nin başarılarından bahsederken dünyaya “sosyal mesaj” vermeyi de ihmal etmiyor: “Adalet olmazsa barış da olmaz. 20 milyon kadar kişinin elektriğe erişimi yoksa biz kendimizi barış ve güven içinde hissedemeyiz. Biz Kuzey ve Güney arasında, zengin ve yoksul arasında, dünya ekonomisinin marjinal sektörleri arasında köprü olacak ve sinerji oluşturacağız… Ekonomik krizi yönetemeyen ülkeler sosyal krize gidiyor, işsizlik ortaya çıkıyor, ardından birçok sorun ortaya çıkıyor. Biz Türkiye’de bunu fark ettik ve 2008’den bu yana finans sektörümüzü güçlendirdik. Zaten çok güçlüydü. İstikrar konusunda en büyük sorun istihdam konusudur. Bu noktada kararlı politikalarımızla 2008-2009 krizinden sonra birçok iş oluşturduk.” Türkiye 2001 krizinden sonra uyguladığı sıkı mali politikalarla 2008 krizinden görece daha az etkilendi. Ekonomi dibe vurmadı ama çok sayıda işçi işsiz kaldı, reel ücretler düştü. Hükümet istatistiklerle oynayarak durumu olduğundan daha iyi göstermeye çalışıyor. Gerçek işsizlik rakamları resmi rakamların çok üzerindedir. Bir işe sahip olanlar ise işsizlik kırbacı ile düşük ücretlere, uzun çalışma saatlerine mahkûm ediliyor. İşçi sınıfının sosyal ve demokratik hakları ellerinden alındı veya bu hakların kullanımı fiilen yasaklanıyor. Gerek Türkiye burjuvazisi gerek dünya burjuvazisi bu yüzden kendisini güven içinde hissedemiyor.
“Adaletin olmadığı yerde barış olmaz” derken doğru söylüyor Davutoğlu. Kapitalizmde adalet de yoktur barış da! Geniş emekçi kitleler, kendilerine acı ve gözyaşından başka bir şey vermeyen kapitalizmden umutlarını giderek kesiyorlar. ITUC’un (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu) yaptığı anketin sonuçlarına göre her iki kişiden biri yeni kuşakların iyi bir iş bulabileceğine inanmıyor. Ankete katılanların %78’i ise ekonomik sistemin çoğunluk için adaleti sağlamadığını, daha çok zenginlerin çıkarına olduğunu düşünüyor. Benzeri anket ve veriler burjuvaziyi endişelendiriyor. Kapitalizm görece refah dönemlerinde emekçilerin ağzına bir parmak bal çalarak eşitsizliğin, adaletsizliğin ve sömürünün üzerini örtebiliyor. Ama özellikle sistem krizinin yaşandığı zamanlarda kapitalizmin gerçek yüzü çok daha berrak bir şekilde gözler önüne seriliyor. Bir tarafta muazzam bir servet, diğer tarafta ise muazzam bir sefalet birikiyor. İşsizlik, yoksulluk ve sefaletin daha da yaygınlaşmasının yanı sıra baskılar, anti-demokratik uygulamalar ve savaşlar da geniş kitlelerin tepkisini arttırıyor.
Maalesef bu tepki anlamlı bir eyleme dönüşemiyor henüz. Kapitalizm büyük bir kriz sonucu kendiliğinden yıkılmayacağı gibi, milyarlarca insanın yaşadığı dünyadan memnun olmaması da kapitalizmin sonunu kendiliğinden getirmeyecektir. Kapitalizmin krizi devam ettiği gibi insanlığın devrimci önderlik krizi de devam etmektedir. Bu kriz sona erdiğinde eşitsizliği, krizleri, iklim değişikliğini tarihin çöp sepetine gönderecek yeni bir dünyanın inşasına başlanacak, kapitalizmin yerini tüm insanlığı kurtaracak olan sosyalizm alacaktır. Bu ihtiyacın ne kadar yakıcı olduğunu Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum adlı broşüründe Elif Çağlı şöyle anlatıyor:
“Kapitalizm kendi iç çelişkilerinin sonucunda kendiliğinden çökmez ama kapitalist üretim tarzı dünya ölçeğinde gelişip yaygınlaştıkça ve bir dünya sistemi olarak olgunlaşıp yaşlandıkça, krizlerini atlatabilmesini mümkün kılan manivelalar zamanla aşınır ve etkinliklerini yitirir. Üretici güçlerin geliştirilmesi bakımından tarihsel bir dönem boyunca önemli bir hizmet görmüş bulunan kapitalizmin ilerletici potansiyeli asla sonsuz ve mutlak değildir. Giderek daha şiddetli aşırı-üretim krizleriyle büyük spazmlar geçiren kapitalist üretim tarzı, üretici güçlerin bugün ulaştığı düzeyle artık bağdaşmamaktadır. Toplumun ihtiyaçlarının eşit, adil, insan doğasıyla uyumlu ve doğayı mahvetmeyen dengeli bir biçimde karşılanabilmesi bakımından bugün insanlığın en yakıcı ihtiyacı sosyalizmdir. Günümüzde kapitalizmin, savaşları, nice yıkımları, açlığı, kitlesel işsizliği içeren mantıksız gerçekliği karşısında, toplumsal ihtiyaçları insanı mutlu kılacak biçimde karşılayabilecek olan sınıfsız toplum olanağı yer almaktadır. Nitekim günümüzde yaşanan ve ya sosyalizm ya yokoluş özdeyişiyle dile getirmeye çalıştığımız gerçeklik tam da budur. Bugün sosyalizm hedefi kesinlikle bir ütopya değil, dünya üzerindeki milyonlarca işçi ve emekçinin mücadelesi sayesinde rahatlıkla yaşama geçirilebilecek gerçek bir olanaktır.”
link: Suphi Koray, Emperyalist Haydutlar Davos’ta, 1 Şubat 2015, https://marksist.net/node/3938
Syriza’ya Bağlanan Boş Umutlar
Mısır’da Ayaklanmanın Yıldönümünde Devlet Terörü