80 milyon üyeye sahip Çin Komünist Partisi (ÇKP), Kasım ayı içerisinde kongresini tamamladı. Beklendiği gibi şu anki devlet başkanı yardımcısı Şi Jinping, parti genel sekreteri olarak seçildi. Bu, önümüzdeki yılın Mart ayında yapılacak Çin Halk Kongresinde Şi’nin yeni devlet başkanı olarak seçileceği ve emekliye ayrılacak Hu Jintao’nun yerine geçeceği anlamına geliyor.
ÇKP’nin son kongresinin açılış ve kapanışında basına birlik beraberlik tablosu çizilmesine rağmen, kongrenin öncesinde gerçekleşen tasfiyeler, skandallar ve kongrenin bir ay gecikmeyle toplanabilmesi bambaşka bir gerçeğe işaret ediyor. Bu gerçeklik, Çin burjuvazisinin hegemon kanadını oluşturan bürokrasinin ciddi bir bölünme içerisinde olduğudur. Çin burjuvazisinin aslında hemen hemen tüm kesimleri, uzun süredir, ÇKP içerisinde varlıklarını sürdürüyorlar. Olağan bir burjuva demokratik işleyişte, burjuvazinin farklı kesimlerinin çıkarları farklı siyasi partilerde ifadesini bulurken, diğer partilere izin verilmeyen Çin’de bu kesimsel çıkar farklılık ve çatışmaları, ÇKP içindeki hizip çatışmaları şeklinde sürüyor.
Çin’de ÇKP’nin tek parti diktatörlüğü hüküm sürüyor. Bu durumda, ÇKP’nin en üst yönetim organı olan Politbüro Daimi Komitesi (PDK), aynı zamanda ülkenin de en üst yönetim/yürütme organını oluşturuyor. Son kongrede üye sayısı 9’dan 7’ye indirilen PDK, partinin merkez komitesi tarafından seçiliyor ve devlet başkanı, başbakan ve bunların yardımcıları gibi devletin en kilit ve en üst mevkilerini işgal eden kişileri barındırıyor. Partinin kongreleri 5 yılda bir yapılırken, seçilen PDK iki dönem yani 10 yıllık bir süre boyunca hüküm sürüyor. 10 yıl boyunca ülkeyi yönetecek yeni bir liderliğin seçilmesi, her halükârda zaten olağanüstü çatışmalı bir süreçtir. Ama son kongreden önce yaşanan büyük çatışma, olağanlaşan bu çatışmanın daha ötesindeki gerçeklere işaret ediyor.
Hizip savaşının ana çizgileri
Son hizip çatışması, kişisel çıkar ve çekişmelerle de el ele yürüyen grupsal çıkarları barındırsa bile, çatışmanın boyutları bize bunun daha ötesinde farklılıklar bulunduğunu gösteriyor. Sorunun temelinde Çin kapitalizminin önümüzdeki dönemde nasıl bir politikayla yönlendirileceği ve dış politika alanında nasıl bir çizgi izleneceği hususları yatmaktadır. Tarafların hiçbiri, tek parti diktatörlüğünün derhal lağvedilmesini, demokratik-sendikal reformları vb. savunmuyor. Bunun yanı sıra, hepsi de kapitalist özel mülkiyetin devamından yana ve hepsi de işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesinden tedirgin.
İlk noktada sorun, devletin ekonomideki ağırlığı aynen korunacak mı, yoksa tedrici olarak zayıflatılacak mı şeklinde somutlanıyor. Devlet mülkiyetinin aleyhine olmak üzere özel mülkiyetin geliştirilmesini savunanlar da kendi aralarında bu sürecin nasıl bir hız ve tempoyla yürütülmesi gerektiği hususunda hemfikir değiller. Şurası açıktır ki, Çin devlet kapitalizmi eninde sonunda çözülecektir, ne var ki bu çözülmenin bürokrasinin mutlak denetimi altında, onun belirlediği bir hız ve tempoyla gerçekleşmesi, bürokrat-burjuva sınıf açısından hayati bir önem taşımaktadır. SSCB’nin dağılmasından Çin bürokrasisinin çıkardığı en temel sonuç, siyasal alan üzerindeki tekel konumunu, her şey yoluna sokuluncaya kadar elden bırakmamak gerektiğidir. İster bürokrat kesimi isterse de bürokrasi dışı kesimleri olsun, Çin burjuvazisinin, bu denli keskinleşmiş toplumsal çelişkileri yumuşatarak olağan bir burjuva demokratik rejim aracılığıyla hüküm sürecek bir iktisadi güce ve siyasal güvene sahip olduğundan söz edilemez. Mülk sahibi sınıflar, bu denli yoğun bir emek sömürüsünün, bu denli kutuplaşmış bir zengin-yoksul ayrımının olduğu bir ülkede, muazzam büyüklükteki bir proletaryanın ve onunla kader birliği edebilecek büyük bir yoksul köylü kitlesinin varlığı koşullarında toplumu demir yumrukla yönetmektedirler. Çin burjuvazisi, bu çelişkileri belli ölçüde yumuşatabilecek bir sermaye birikim düzeyine sahip değildir. Bu nedenle de, burjuvazinin çeşitli kesimleri, bir proleter devrim tehdidi karşısında domuz topu gibi birleşmekte ve bu despotik rejimin bir süre daha devamı yönünde kader birliği yapmaktadırlar.
Dış politika alanında da bürokrasinin çeşitli kesimleri arasında derin olmasa da kimi önemli farklılıklar mevcuttur. Temel sorun, Çin’in en büyük ve güçlü rakibi durumundaki ABD’yle ilişkiler noktasında düğümleniyor. ABD emperyalizmi, Çin’in yükselişinin önüne geçmek üzere diplomatik ve askeri ataklarını yoğunlaştırıyor. Bölgedeki ülkelerle yeni ve daha güçlü bağlar kurmaya, Çin’in etkisini dizginlemeye ve onu çevrelemeye çalışıyor. ABD emperyalizmi, son dönemde Asya-Pasifik bölgesine odaklanmaya başlamıştır. ÇKP Kongresiyle aynı dönemde ABD Japonya’yla birlikte büyük bir deniz tatbikatı yapmış, Çin ve Japonya arasındaki “ada ihtilafı”nda Japonya’ya verdiği desteği güçlendirmiştir. Obama’nın seçimlerden sonraki ilk gezisini Güneydoğu Asya ülkelerine yapması da, Çin’in bölgedeki etkisini azaltma stratejisinin bir parçası olarak değerlendiriliyor. ABD’nin, Vietnam, Filipinler ve Japonya’yı birbirine daha fazla yaklaştırmaya çalışarak Güneydoğu Asya’nın deniz yolları üzerindeki etkisini arttırması, Çin’in kaygılarını arttırıyor. Keza Çin için hem hammadde ithali hem de ürünlerinin ihracı açısından bu denizyolları büyük önem taşıyor. Tüm bunlar önümüzdeki dönemde Asya denizlerinde suların ısınacağı anlamına geliyor.
Bu gelişmeler, eski Başkan Hu’nun “barışçıl yükseliş” olarak tarif ettiği dış politikanın miadının dolduğuna işaret etmektedir. Bu politika, Çin’in büyük emperyalist güçlerle, başta da ABD ile askeri bir karşı karşıya geliş yaşamaksızın ekonomik yükselişini devam ettirerek büyük bir güç haline gelmesi ve başta Asya-Pasifik bölgesindekiler olmak üzere çeşitli ülkelerle diplomatik ilişkileri geliştirerek nüfuz alanları elde etmesi stratejisine dayanıyordu. Hu’nun bu çizgisi, partinin daha milliyetçi-devletçi kanadı tarafından ve ordu içindeki kimi kesimler tarafından eleştiriliyordu.
Parti/devlet bürokrasisi içindeki bu farklılık, parti dışında varlık bulan kabaca iki muhalif çizgi tarafından da körükleniyor. Bir tarafta iktisadi liberalizasyonu, devlet mülkiyetinin tümüyle tasfiyesini ve tek parti rejiminin sona erdirilmesini savunan burjuva liberal kutup bulunurken, diğer tarafta, özel mülkiyeti sınırlandırarak (ama ortadan kaldırarak değil!) Mao dönemindeki uygulamalara dönülmesini savunan neo-Maocu çizgi bulunuyor. Bu iki zıt kutup bu rafine halleriyle parti içerisindeki yönetim kademelerinde yer bulamasa bile, gerek parti tabanıyla (özellikle neo-Maocular) gerekse de çeşitli düzeydeki yöneticilerle ciddi bir etkileşim içerisindeler. Burjuva liberal kutup, bürokrasi dışı ve zenginliğini bürokrasiye borçlu olmayan burjuvaların küçük bir kısmından ve burjuva entelijensiyadan destek bulurken; neo-Maocu çizgi, ÇKP’nin kapitalist politikalarına kısmen ya da tamamen karşı çıkan geniş bir yelpazeden oluşuyor, partinin eski ya da kıdemsiz üyelerinin arasında, aydınlar ve gençler arasında yankı buluyor ve gerek kır gerekse de kentlerdeki kitlesel gösterilerde ellerindeki Mao posterleriyle giderek artan bir varlık gösteriyor.
Bürokrasinin kanatları
Son kongrenin ardından açıklanan yeni PDK’da, Hu Jintao’nun “reformcu” ya da “sağ” kanat olarak anılan Genç Komünistler Birliği (GKB) hizbi sayısal olarak kan kaybetmiş gözüküyor. Ama politik etkisi hiç de azalmamıştır. PDK’da bu hiziple açıkça bağlantılı tek bir kişi mevcut, o da başbakanlık görevini devralacak olan Li Keqiang! Bu kanat, piyasa ilişkilerinin daha da yaygınlaştırılmasını, özel mülkiyet üzerindeki kısıtlamaların daha da gevşetilmesini, finansal serbestliği, devlet müdahalesi ve denetiminin sınırlandırılmasını, özelleştirmelerin hızlandırılarak devlet mülkiyetinin baskın konumunun geriletilmesini savunuyor.
Eski başkanlardan Jiang Zemin’in Şanghay kliği ise elini güçlendirmiş görünüyor, yeni PDK’da bu klikle ilişkili üç kişi bulunuyor. “Merkez” olarak adlandırılabilecek bu hizbin temel ilkelerini, devletin ekonomideki konumu ve ağırlığını koruyarak kapitalist gelişimi teşvik etme, ama sıkı ve baskıcı bir tek parti diktatörlüğü rejimini de hiç gevşetmeme olarak özetleyebiliriz. 1989’daki Tiananmen katliamının baş sorumlusu olan Jiang Zemin’in ekibinin güç kazanması, muhalif hareketlere karşı aşırı baskı ve güç politikasının zayıflamayacağını ve “siyasi reformlar”ın pek gündeme gelmeyeceğini gösteriyor.
Parti içinde sol olarak anılan ama PDK’da yer bulamayan bir kanat daha var ki, bunlar Bo Şilay’ın “Çongking modelini” savunuyorlar. Bu kanat kapitalist ilişkileri reddetmese de ona daha fazla taviz verilmesine karşı çıkıyor; sosyal bir patlamanın önüne geçebilmek için devlet mülkiyetinin geliştirilmesini, devlet denetimi ve müdahalesinin arttırılmasını, sosyal konut, eğitim ve sağlık hizmetlerinin devlet desteğiyle geliştirilmesini ve böylelikle yaşam standartlarının yükseltilmesini savunuyor.
Devlet başkanlığı görevini üstlenecek Şi Jinping ise, her ne kadar Hu’nun GKB hizbine yakın görünse de, bu iki temel hizbin üzerinde bir hakem/dengeleyici olarak duruyor.
Yeni seçilen PDK, aslında geçici bir uzlaşmayı yansıtıyor. Öyle görünüyor ki, “merkez” ve “sağ” kanatlar, karşılıklı tavizler vererek, “sol” kanadın tasfiyesinde ve mevcut statükonun korunmasında anlaşmışlardır. “Sağcı” GKB iki önemli adayının PDK’ya alınmamasına razı gelmiş (bunu sağlamak için PDK üye sayısı 9’dan 7’ye indirilmiştir) ama karşılığında “merkezci” Şanghay kliğinden, bir sonraki kongrede PDK’nın 5 üyesinin emekliye ayrılacağı sözünü almıştır. Ne de olsa kapitalist ilişkilerin daha da gelişimi, “sağ” kanadın elini güçlendirecektir.
Dahası başbakan bu “sağ” kanadın temsilcisidir ve parti kongresinde önümüzdeki dönem için kabul edilen politikalar tam da bu ekip tarafından (Hu, Wen ve Li) geliştirilen iktisadi liberalizasyon politikalarıdır. Dünya Bankası’nın Çinli bir bürokratlar heyetiyle birlikte (ki başında müstakbel başbakan Li Keqiang bulunuyor) hazırladığı Çin 2030 adlı raporda ana hatları çizilen bu politikaya göre önümüzdeki dönemde, savunma ve enerji gibi “stratejik” sektörlerle, otomotiv, makine ve çelik sanayiindeki büyük ölçekli işletmeler üzerindeki devlet mülkiyeti korunacak, ancak çok büyük bir kısmı yerel hükümetlere bağlı olan ve 30 milyon işçiyi istihdam eden 100.000 civarında devlet işletmesi tümüyle özelleştirilecek, devletin ekonomiye müdahalesi kısıtlanacak, verimlilik arttırılacak. Bu işletmeler, yerli ve yabancı yatırımcıların yanı sıra her şeyden önce yerel hükümet yetkililerine, işletmelerin yöneticilerine, yani bir bütün olarak ÇKP’nin yerel ve merkezi şeflerine satılacaklar.
Kapitalist ekonomik atılım
Çin egemen sınıfı içinde yaşanan kavgaları anlamak için, son yirmi yıllık kapitalist gelişime kısaca göz atmak gerekiyor. 90’lı yıllar boyunca parti genel sekreterliği ve devlet başkanlığı görevini yürüten Jiang Zemin, Çin kapitalizminin gelişiminin önündeki temel engelleri kaldırmasıyla biliniyor. Onun dönemi boyunca kapitalist restorasyon hızlanmış ve esas dönüşüm tamamlanmıştır; tarıma ve kırsal kesime verilen sübvansiyonlar azaltılmış, kırsal bölgelerdeki irili ufaklı sanayi işletmelerinin önemli bir bölümü ya kapatılmış ya da kısmen veya tümüyle özelleştirilmiş, kentlerdeki sanayi işletmelerinin bir bölümü de özelleştirilerek 50 milyon işçi işini kaybetmiş, genel parasız sağlık ve eğitim hizmetleri baltalanmıştır. 2001 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğinin ardından yabancı sermaye yatırımlarının önündeki engeller kaldırılmış ve sonrasında parti genel sekreteri sıfatıyla son kez katıldığı 2002 kongresinde Jiang, “üç temsil teorisi”ni kabul ettirerek ÇKP’ye bürokrasi dışında kalan burjuvaların da üye olabilmesinin önünü açmıştır.
Ne var ki, tüm bu politikalar özellikle kırsal bölgelerde büyük tepkiler doğurmuştur. Hızla yoksullaşan köylülük ve kırsal nüfusun tepkilerini dizginlemek ve bir ölçüde yatıştırmak için 2003’den itibaren iktidarı ele alan Hu Jintao, kırsal bölgeleri hedef alan bir sosyal yardım programını hayata geçirmiş ve Jiang döneminin aksine kitlesel ve çok büyük ölçekli özelleştirmelere girişememiştir. Diğer taraftan, tam da bu dönemde muazzam bir yabancı sermaye yatırımı patlamasına ve dolayısıyla devletin ekonomideki ağırlığının azalmaya devam ettiğine şahit oluyoruz.
2002’den itibaren, Çin ekonomisi sürekli olarak büyüdü, onunla birlikte Çin işçi sınıfı da. Çin’de son on yıl içerisinde kent nüfusu oranı %38’den %50’nin üzerine çıkmış durumda. Dünya işçi sınıfının en büyük taburunu oluşturan Çin işçi sınıfının, aktif çalışanlar itibarıyla 350 milyondan fazla olduğu söyleniyor. Bu sayıya, işçilerin ailelerinin yanı sıra “beyaz yakalılar”ın çoğu da dahil değil.
Öte yandan Çin burjuvazisinin büyüyüp güçlenmesi çarpıcı bir tablo oluşturuyor. Bir yandan giderek artan sayıda üst bürokrat büyük burjuva haline gelirken, diğer taraftan bürokrasi dışında da (ama onunla türlü bağları aracılığıyla) yeni bir büyük burjuva katman peydahlanıp palazlanıyor. Son on yıl boyunca ortalama yüzde 10 oranında büyüyen Çin ekonomisi, 2002 yılında 1,5 trilyon dolarlık milli gelirle dünyada altıncı sıradayken, bugün 7,3 trilyon dolarla dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi. Bu arada 2002’de, Çin’de dolar milyarderi yokken, bugün resmi rakamlara göre 270’den fazla dolar milyarderi peydahlandı (bu sayı ABD’den sonra dünyada ikinci sırada olmak anlamına geliyor). Dolar milyoneri olan 2,7 milyon kişiyi (kimi araştırmalara göre 5 milyon kişi) de buna ekleyelim.
Bu ekonomik gelişme hiç kuşku yok ki, Çin’in küresel kapitalizmle giderek artan entegrasyonuna ve her şeyden önce de muazzam yabancı sermaye yatırımına bağlıdır. Dünyanın atölyesi haline gelen ve yine dünyanın en büyük meta ihracatçısı konumuna yükselen Çin’in bu atılımı, yalnızca yabancı sermayeye değil aynı zamanda bu sermaye tarafından gerçekleştirilen teknoloji transferine ve yine ileri kapitalist ülkelerin iç pazarlarına sıkı sıkıya bağlı ve bağımlıdır. Bunun doğrudan iki sonucu bulunuyor.
Birincisi, Çin ekonomisi dünya ekonomisinin gidişatına doğrudan bağımlıdır ve ondan ayrı bir kaderi sözkonusu değildir. Bir başka deyişle, bugün dünya ekonomisinin lokomotiflerinden biri olan Çin ekonomisinin istikrarı, bu ihracata aşırı bağımlılığı nedeniyle, çok büyük oranda gelişmiş ülkelerin iç pazarlarındaki talebe bağlıdır, ki bu talebin 2008 yılından itibaren dünya kriziyle birlikte nasıl bir düşüş yaşadığı bilinmektedir. Çeşitli burjuva iktisatçıları, dünya ekonomisinin geleceğinin Çin’in büyüme oranlarına bağımlılığını vurgulasalar bile, bu abartılı ve tek yanlı bir vurgudur. 2008 dünya krizinin hemen ardından yaşanan küresel daralma nedeniyle, Çin’de 23 milyon kişi işten atılmıştır. Demek ki gerçek tam tersi gibi gözüküyor; Çin ekonomisinin büyümesi, dünya pazarlarında talebin yeniden canlanmasına bağlıdır. Bu noktada da ufukta bir çıkış gözükmüyor ki, bu da Çin ekonomisini çok çalkantılı günler beklediği anlamına geliyor.
2008 kriziyle dünya pazarında yaşanan daralmaya Çin bürokrasisi muazzam bir teşvik programını hayata geçirerek karşılık vermeye çalıştı. Büyük ölçekli altyapı projeleri, yeni kentlerin inşası ve kentsel dönüşüm projeleriyle inşaat sektörü ve gayrımenkul spekülasyonunun önü açıldı. Böylelikle küresel krizin yarattığı durgunluk bir ölçüde aşılabilmiş oldu. Ancak bu teşvikler üç önemli sonuç üretti. Birincisi, azalan ihracat ve artan ithalatla birlikte, bütçe fazlasının giderek erimesi. İkincisi, yerel hükümetlerin sırtına binen artan borç yükü ve hızla şişen bir kredi mekanizması. Giderek şişen emlak balonuyla birlikte, bu borçlar/krediler finans sektöründe büyük bir risk oluşturuyor. Üçüncüsü, sanayi ve imalat sektörünün yanı sıra konut/inşaat sektöründe de muazzam bir aşırı üretim. Devlet teşvikleriyle bu sektöre yapılan yatırımların bugün milli gelirin yarısı kadar bir büyüklüğe ulaştığı söyleniyor; sonuç, Çin’deki konut stoğunun yüzde 30’unun boş kalması!
Çin burjuvazisi, 2008 krizinden kurtulmak için büyük bir Keynezyen deneye girişmiş olmasına rağmen, bu çabalar krizi olsa olsa geciktirecektir, ama nihayetinde çok daha devasa hale getirerek. Krizden önce yüzde 80 civarındaki “kapasite kullanım oranı” bugün yüzde 60’a gerilemiştir. Bu, her beş fabrikadan ikisinin atıl durumda olduğu anlamına geliyor. Çin’i büyük bir mali krizle sarmalanmış bir aşırı üretim krizi bekliyor!
Gelelim ikinci önemli sonuca. Büyümeyi sürdürmek amacıyla halen önemini koruyan yabancı sermaye yatırımlarını ülkeye çekmeye devam edebilmek için Çin egemenleri, zaten dünyanın ucuz işgücü deposu durumunda olan Çin’i emekçi sınıflar için daha da beter bir cehenneme çevirmenin yollarını arıyorlar. Bu, işçi sınıfının daha da ağırlaşan çalışma koşulları ve daha da kötüleşen yaşam koşullarıyla karşı karşıya geleceği anlamına geliyor ki, bunun sonucunun Çin işçi sınıfının mücadelesinin daha da yükselmesi olması neredeyse kaçınılmazdır.
Çin’in egemen bürokrat-burjuvazisi, daralan dış pazarlar nedeniyle yaşadığı sıkıntıyı iç pazarı genişletmeye dönük kimi önlemlerle aşmaya çalışıyor. Ne var ki, büyümek ve yabancı sermaye çekebilmek için ucuz işgücü cenneti konumunu sürdürme zorunluluğu ile birlikte düşünüldüğünde, bu çabaların sonuçlarının çok sınırlı kalacağı ve en azından kısa-orta vadede sonuç vermeyeceği ortadadır.
Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına rağmen, 1,3 milyarlık nüfusuyla bağlantılı olarak düşünüldüğünde, kişi başına düşen milli gelir düzeyi aslında orta gelişkinlikteki ülkeler kategorisine giriyor. Milli gelirin ancak yüzde 37’si “hane halkı tüketimine” gidiyor ki, bu dünyadaki en düşük oranlardan biridir. Emperyalist bir güç konumuna yükselmesine rağmen, dünyanın emperyalist sömürüsünden kendi işçi sınıfına bir pay aktaramıyor. Durum tam tersi; dünya burjuvazisi Çin işçi sınıfının sömürüsünden büyük bir pay kapıyor. Yabancı sermaye yatırımlarına bu ölçüde bağımlılık esasta Çin’in yerli sermaye birikimi eksikliğinden kaynaklanıyor ve bu eksiklik aşılmadığı sürece iç pazarı geliştirebilecek önlemleri hayata geçirebilmek kısa-orta vadede mümkün gözükmüyor.
Çin’deki özgün bürokrat-burjuva diktatörlük rejimi, aslında tam da bu ikilemin ya da bu çıkmazın yarattığı zemin üzerinde yükseliyor. Daha doğrusu, iktisadi alandaki tüm kapitalist ilerlemeye rağmen, rejimin olağan bir burjuva rejimi doğrultusunda çözülmesine, tek parti diktatörlüğünün terk edilerek siyasal alanda burjuva demokrasisine geçilmesine izin verilmemesinin nedeni bu çelişkidir. İktisadi alanda giderek artan bir burjuva liberalizasyon; siyasi alanda totaliter bir diktatörlük! Çin’e damgasını vuran bu durum, burjuva liberallerin ekonomik büyüme ile demokrasi arasında kurdukları neden-sonuç ilişkisinin ne denli yanlış olduğunun en çarpıcı örneklerinden de biridir.
Çin burjuvazisi
Çin burjuvazisi aslında iki ana kesimden oluşuyor. İlki, çeşitli tipteki özel şirketlerin sahipleri ya da ortaklarından oluşan bir burjuva kesim. Bu şirketleri üç kategoride sınıflamak mümkün: 1) devlet bürokrasisinden tümüyle bağımsız özel şirketler; 2) devletin doğrudan ortağı durumunda bulunduğu özel şirketler ve 3) büyük bürokratların aile efradının ortağı ya da sahibi olduğu şirketler. Bu burjuva kesimin ağır basan bölümünü son iki kategoridekiler oluşturuyor. Öyle ki, bizzat resmi kurumlar tarafından yapılan bir araştırmada, 100 milyon yuandan (16 milyon dolar) fazla bir servete sahip olan 3220 burjuvadan 2932’sinin ÇKP yöneticileriyle kan bağına sahip oldukları ortaya konuluyor. Son ÇKP kongresine katılan delegelerden en az 24 tanesinin özel sektörde faaliyet yürüten büyük burjuvalardan oluştuğu, bunlardan ikisinin Merkez Komiteye aday olduğu biliniyor. Bunlar arasında 11 milyar dolarlık servetiyle Çin’in en zengini olan Liang Wengen de bulunuyor.
İkinci ama gerçekte hegemon pozisyonda olan burjuva kesim ise bizzat ÇKP üst bürokrasisinden oluşmaktadır. Bu bürokrat-burjuvalar, devlet işletmeleri üzerindeki kontrolleri, yolsuzluklar, rüşvet ve doğrudan ya da dolaylı ortaklıklar aracılığıyla ciddi bir sermaye birikimine sahip olmuşlardır. Bunlar, kişiler ya da gruplar halinde ülke ekonomisini adeta parsellemiş durumdadırlar. WikiLeaks tarafından yayınlanan 2009 yılına ait gizli diplomatik yazışmaların birinde, Amerikalı bir diplomat şunları aktarıyor: “xxx, Başbakan Li Peng’in ve ailesinin elektrik enerjisiyle ilgili bütün alanları, PDK üyesi ve güvenlik çarı Zhou Yongkang ile arkadaşlarının petrol alanını, önceki ölmüş önder Çen Yun’un ailesinin ÇHC’nin bankacılık sektörünü kontrol ettiğini; PDK üyesi ve Çin Halkının Siyasi Danışma Konferansı Başkanı Jia Qinglin’in Pekin’deki büyük gayrımenkul gelişmelerden nemalanan başlıca kişi olduğunu, Hu Jintao’nun damadının sina.com ve Wen Jiabao’nun karısının Çin’in büyük mücevher sektörünü elinin altında tuttuğunu ‘herkesin bildiğini’ belirtti.”
Devlet dolayımıyla ekonomi üzerinde denetim kurup böylesi bir servete ulaşan bürokratların, kendi istekleriyle ÇKP’nin tek parti rejimine son vermeyecekleri çok açıktır. Diğer taraftan, bürokrasi dışı burjuvaların çoğunluğunun da şimdilik bu yönlü bir siyasal reform talebi bulunmuyor, daha ziyade parti/devlet aygıtında etkili olabilecekleri mevkiler ya da bu mevkidekilerle sıkı ilişkiler geliştirme peşindeler. On yıl önce, “özel girişimci” olarak kategorize edilenlerin yüzde 34’ü parti üyesiydi ve bu oran her geçen yıl artmıştır. Parti üyeliği orta ve büyük işletme sahipleri arasında daha da yaygın gözüküyor, onlarda bu oran yüzde 40’ın üzerindedir. Bu oranları, parti üye sayısının tüm nüfusa oranı olan yüzde 6 ile karşılaştırdığımızda, burjuvazi içerisinde partiye üye olma eğiliminin çok daha güçlü olduğunu görüyoruz.
Yolsuzluk, yoksulluk ve emekçi kitlelerin yükselen tepkileri
ÇKP’nin yeni liderliği, “beşinci kuşak” olarak adlandırılıyor. Bu liderliğin 1949 Çin Devrimiyle de, onun sonrasında bir dönem boyunca kitlelerde kısmi de olsa ortaya çıkan “devrimci atmosfer”le de organik bir bağı bulunmuyor. Son kongrede seçilen liderlik, 1970’lerde politik yaşama atılmış ve esas olarak kapitalist restorasyoncu bir atmosferde yetişip şekillenmiştir. Bu liderliğin de dahil olduğu ÇKP bürokrasisi, hem devlet kaynaklarını açıkça yağmalayarak, hem rüşvet ve yolsuzluklarla, hem de yerli/yabancı şirketler ve bankalarla kurulan ortaklıklar sayesinde büyük bir servet birikimine ulaşmış ve burjuvalaşmıştır.
Kongre öncesinde yaşanan skandallar sayesinde, Çin bürokrat-burjuvazisinin yolsuzluklarla edindiği servete dair sınırlı da olsa bilgi sahibi olabildik. Birkaç örnek verelim. Önümüzdeki dönemde görevinden ayrılacak olan başbakan Wen Jiabao yakın akrabalarıyla birlikte en azından toplam 2,7 milyar dolarlık bir servete sahiptir. Ülkenin en büyük yasama otoritesi olan Çin Halk Kongresi üyesi en zengin 70 delegenin toplam 90 milyar dolarlık bir serveti vardır. Son kongrede ÇKP genel sekreteri olarak yani partinin (ve dolayısıyla da devletin) bir numaralı ismi olarak seçilen Şi Jinping’in, ailesiyle birlikte, 367 milyon dolarlık bir serveti mevcuttur.
Çin’de kapitalistlerin bir kısmı da sürekli olarak “hukukun üstünlüğü”nden dem vurmakta ve yolsuzluklarla yeterince savaşılmadığından yakınmaktadırlar. Kuşkusuz bunda, yolsuzluklar, çürüme ve rüşvet nedeniyle kendi ceplerine akmasını hayal ettikleri paraların başkalarının cebine girmesinden ya da o mevkilerde kendilerinin bulunmamasından duydukları rahatsızlığın önemli bir payı vardır. Diğer taraftan ÇKP’nin eski ve yeni liderlerinin de yolsuzluklara karşı mücadele retoriğini giderek artan ölçüde kullanmaları, gerçekte hem ÇKP dışında kalan kapitalistlerin hem de ÇKP’nin bürokrat-burjuvalarının işçi sınıfının tepkisinden duydukları kaygıdan kaynaklanmaktadır. Yolsuzlukların toplumda nasıl bir gerginliğe yol açtığından bahseden devlet başkanı Hu Jintao, genel sekreterlik görevini halefine devrettiği son parti kongresinde şunları söylüyor: “Eğer bu yolsuzluk meselesini halletmekte başarısız olursak, bu durum parti için ölümcül olabilir ve hatta partinin ve devletin çökmesine sebep olabilir.”
Çin bürokrat-burjuvazisi içindeki çatlakların siyasi arka planında, sistemi çökertecek bir işçi-yoksul köylü ayaklanmasından duydukları korkunun artması yatmaktadır. Bu korku bir taraftan onları bir arada tutuyor, ama diğer taraftan işlerin bu noktaya gelmemesi için atılması gereken adımlar konusunda kendi aralarında anlaşamıyorlar.
Çin kapitalizminin son 20 yıllık gelişimi, ülke içinde büyük bir zengin-yoksul ayrımını körüklemiştir. Devlete ait işletmelerin de piyasa ilkelerine göre (kârlılık ve rekabet) yönetilmesi, özelleştirmeler ve iş yasalarındaki değişiklikler sonucu iş güvencesi ortadan kaldırılmış ve işten atılma tehdidinin baskısı altında sömürü oranları hızla tırmanışa geçmiştir. Öte yandan dünya krizinin ağır etkisiyle işsizlik tehdidi büyümeye başlamış, zaten çok düşük olan işçi ücretleri kısmen ödenemez hale gelmiş ve giderek ayyuka çıkan devasa yolsuzluklar bu ortamda emekçi kitleler nezdinde büyük bir hoşnutsuzluk doğurmuştur. Bu huzursuzluk, toprak mücadelelerinden işçi eylemlerine ve Çin’deki ezilen ulusların eylemlerine kadar bir dizi alanda çatışmalı olarak kendisini dışa vurmuştur. Kayıtlara geçen “kitlesel olayların” sayısı, 1993’de 8700’den 2006’da 90.000’e, 2010’da 180.000’e çıkmıştır. Geçen Ekim ayında ise, tüm bu nedenlerin vektörel bir bileşimine dayanarak gerçekleşen işçi eylemlerinin, protestoların, grev ve direnişlerin sayısı son iki yılın en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Devletten bağımsız bir sendikal faaliyet ortamının bulunmaması, işçi eylemlerinin hızla radikalleşerek sokağa taşmasını beraberinde getirmektedir.
Kapitalist restorasyonla birlikte kırsal kesimde daha da artan yoksulluk, uzun süredir köylülük içerisinde hoşnutsuzluğu ve eylemleri arttırarak bir toprak mücadelesini körüklemiştir. Bilhassa 2008 dünya krizinin ardından yerel hükümetler esas gelirlerini, köy arazilerini ucuza kapatıp ya da hepten yasadışı şekilde istimlak edip özel inşaat şirketlerine onlarca kat fazlasına satarak elde etmektedirler. Bir rapora göre 2010 yılında yerel hükümetlerin gelirlerinin dörtte üçü bu yolla elde edilmiş ve yılda ortalama 3 milyon köylü bu nedenle göç etmek zorunda kalmıştır. Bu uygulamalar nedeniyle yerel hükümetlere karşı büyük ve militan köylü eylemleri gerçekleşmiş, kimi yerlerde eylemlere katılanların sayısı onbinleri aşmıştır.
Bo Şilay olayı
Parti kongresinden önce tasfiye edilen Bo Şilay, “sol” kanadın temsilcisi olarak aslında hiç de hak etmediği bir şöhrete sahip olmuştur. Ne var ki, onun hayata geçirdiği uygulamaların geniş emekçi kitleler tarafından sempati ve destekle karşılanması Çin bürokrasisinin hâkim kanatlarını hayli tedirgin etmiştir. Onları korkutan, Bo Şilay’ın kendisi değil, kitlelerin beklentileri, patlama noktasına doğru yaklaşmakta oluşları ve ciddi bir liderlik arayışına girmiş olmalarıdır.
2007 yılındaki parti kongresinde ÇKP Politbürosuna seçilen Bo Şilay, Çin’deki dört özel kentten biri olan Çongking kentinin parti sekreterliğini yürütüyordu. Bu yılki son kongrede de PDK’ya seçilmesi bekleniyordu. Bu süre boyunca, Çongking’de hayata geçirdiği politikalar nedeniyle kamuoyunda bir “Çongking modeli”nden bahsedilmeye başlandı. Uluslararası şirketleri bölgede yatırım yapmaya teşvik eden kimi uygulamaları, Çin’in geri kalanındaki uygulamalarla uyum içerisinde hayata geçiren Bo, esas ününü bu kapitalist uygulamalardan değil, onlarla iç içe yürüttüğü sözde sol politikalarla kazandı. Özellikle 2008 dünya krizinden sonra Çin’in tamamında gayrımenkul spekülasyonu, konut ve altyapı inşaat sektörü büyük bir mesafe kaydetti. Kentsel dönüşüm projelerinin hayata geçirilmesi için inşaat izninin çıkartılması ve bunun için de köy topraklarının istimlak yoluyla önce yerel hükümetin mülkiyetine geçirilerek kent arazisi olarak ilan edilmesi gerekiyor. Yerel hükümetler düşük tazminatlarla istimlak ettikleri bu arazileri altyapı yatırımlarının ardından onlarca kat fazla bedellerle (kimi eyaletlerde 40 katına kadar varıyor) özel inşaat şirketlerine satıyorlar. Ardından onlar da yaptıkları konutları yine katlarca fazlasıyla satışa çıkartıyorlar. İşte Çongking’de uygulanan modelin farkı bu noktada yatıyor. Orada gayrımenkul sektörü tümüyle devlete ait ve inşaatları da devlet mülkiyetindeki şirketler gerçekleştiriyorlar. Aradaki muazzam rant özel şirketlerin değil, yerel yönetimin cebine giriyor. Böylelikle oluşan devasa fonlar aracılığıyla bir yandan farklı sektörlerde faaliyet yürüten yine yerel yönetime bağlı çeşitli şirketler kurulup ekonomide devletin payı arttırılırken, diğer yandan da yoksullar için ucuz konutlar ve sosyal hizmetler geliştiriliyor. Bu “sosyal” politika, siyaset alanında çeşitli kampanyalarla ÇKP’nin resmi Mao yorumundan daha ortodoks bir Mao yorumunun propagandasıyla elele yürümektedir. Bo Şilay bu politikalarla kapitalizmin emekçi sınıflarda yarattığı hoşnutsuzluktan kendi çıkarına yararlanmayı hedeflemiş ve önemli ölçüde başarılı da olmuştur. Parti dışındaki çeşitli sözde sol anlayış ve gruplar nezdinde ÇKP’yi ıslah edecek ve devlet mülkiyetinin ağırlıkta olacağı bir kalkınmayı gerçekleştirecek lider olarak sivrilmiştir.
Japonya’yla yaşanan ada ihtilafına binaen Çin’in yüzlerce kentinde gerçekleşen son yılların en geniş katılımlı kitle gösterileri de, Bo Şilay’ın kitleler nezdinde sahip olduğu prestiji açığa çıkartmıştır. Bu gösterilerde, denetim giderek merkezi hükümetin elinden çıkmış, açılan pankartlar, Mao resimleri ve Bo’yu savunan sloganlar bürokrasinin hâkim kanatlarındaki tedirginliği arttırmıştır. Her ne kadar Bo’nun çizgisi Keynesyen politikalara dayanan bir devlet kapitalizminden başka bir şey olmasa ve kendisi de (ailesiyle birlikte) temelinde rüşvet ve yolsuzlukların yattığı 136 milyon dolarlık bir servete sahip olan bir burjuva olsa da, onun söylem ve yöntemleri bürokrasinin geniş kesimlerini korkutmaya yetmiştir.
Çin bürokrat-burjuvazisinin hâkim kanatları için alarm zillerinin çalmasıyla, yaklaşan kongrenin öncesinde Bo Şilay ve ailesi, kirli çamaşırları ortaya dökülerek gözden düşürüldü, yargılandı ve Bo partiden atıldı. Onun şahsında, devlet mülkiyetinin ekonomide daha büyük bir yer tutmasını ve “sosyal reformu” savunan bürokrat-burjuva kanat da önemli bir yenilgi almış oldu. Bo’nun tasfiyesinin Çin 2030 raporunun yayınlanmasını takiben gerçekleşmesi de manidardır. Böylelikle ÇKP’nin hâkim hizipleri, uluslararası sermayeye “geri dönüş” olmayacağı yönünde güçlü bir mesaj vermiş oldular aynı zamanda.
* * *
Özetleyecek olursak, Çin, çeşitli boyutlarıyla derinleşen bir kriz ortamında. Bir yanda dünya kapitalist sisteminin tarihsel önemdeki krizi Çin ekonomisini derinden etkiliyor ve Çin’in toplumsal yapısındaki derin sınıfsal fay hatlarını daha da hareketlendiriyor. Diğer yanda yine bu krizle bağlantılı olarak ABD emperyalizmi, Çin’in hem Asya’da hem de küresel ölçekte giderek artan siyasal ve iktisadi etkisini dizginleyip mümkünse geriletmek amacıyla diplomatik ataklarını yoğunlaştırıyor. Bu sonuncusu, Çin egemen burjuva sınıfının yalnızca içeride giderek yoğunlaşan ve keskinleşen sınıf mücadeleleriyle değil, aynı zamanda dış politikada da sertleşen bir rekabetle karşı karşıya kalacağı anlamına geliyor.
Çin işçi sınıfının önümüzdeki dönemde artacağı kesin olan saldırılara karşı girişeceği mücadele, dünya işçi sınıfı açısından da büyük önem taşıyor. Süren dünya krizinden, derinleşen sefalet koşullarından ve yayılmakta olan emperyalist savaş gerçekliğinden tek hakiki çıkış yolu bir proleter devrimdir. Çin işçi sınıfı devasa gövdesiyle bu yola adım atmayı başarabildiği takdirde dünya sosyalist devrimi için büyük bir imkân doğmuş olacaktır. Bu imkânı hakkıyla değerlendirebilmek için özelde Çin işçi sınıfının, genelde ise dünya işçi sınıfının Enternasyonalist Komünist bir önderliğe ihtiyacı apaçık ortadadır. Çin’de de, Türkiye’de de, dünyanın bir başka köşesinde de, böylesi bir devrimci atılımı zafere taşıyacak olanlar, milliyetçi ve devletçi sahte solcuların içinden çıkmayacaklar.
link: Oktay Baran, ÇKP 18. Kongresi ve Gösterdikleri, 24 Aralık 2012, https://marksist.net/node/3161
Avusturya’da İşçilerin Çalışma Koşulları Ağırlaşıyor!
2013 Bütçesi, Emperyalist Ataklar ve İşçi Sınıfı