Mayıs ayı ortasında Honda ve Foxconn’da başlayan grev dalgasının yayılıp, çeşitli işletmelerde ücret artışlarıyla sonuçlanması, dünya burjuvazisine Çin’deki ucuz emek cenneti döneminin artık sonuna gelinip gelinmediğini sorgulatıyor. Birçok burjuva analist, bu grev dalgasının bir “dönüm noktası” olduğunda hemfikir. Çin işçi sınıfının artık çok düşük ücretlerle, askeri disiplinin hüküm sürdüğü fabrikalarda, günde 16 saate ve haftada 7 güne varan çalışma koşullarında çalışmak istemediği açığa çıkıyor. İşçiler yalnızca burjuvaziyle değil “sendikalarla” da giderek daha çok karşı karşıya geliyorlar. Çin devlet kapitalizmi, bağımsız sendikalara izin vermiyor. Sendikalar devletin ve dolayısıyla da yerlisiyle yabancısıyla burjuvazinin çıkarlarını koruyorlar.
Çin’deki işçi mücadelelerinin gelişimini izlemek komünistler açısından özel bir önem taşıyor. Oradaki mücadeleler Türkiye de dâhil birçok ülkedeki öncü işçiler ve komünistler açısından dikkate değer dersler ve deneyimler içeriyor. Son grev dalgası Çin proletaryasının “ben buradayım” çığlığına şahitlik etmesinin yanı sıra, sınıf mücadelesinde genç işçi kuşaklarının ne denli önemli olduğu ve iyi örgütlenip başarıya ulaşmış büyük bir grevin ne denli ön açıcı olabileceği gerçeğini bir kez daha hatırlamamıza vesile oluyor.
Genç işçi kuşaklarının önemi
Son yıllarda Çin işçi sınıfı, özellikle de bu sınıfın “göçmen” olarak adlandırılan kesimi, sayısal olarak giderek büyürken aynı zamanda kimi nitelikleri bakımından da belli bir dönüşüm içerisindedir.
Özellikle 90’lı yılların başlarından itibaren Çin’de muazzam bir kente göç dalgası söz konusudur. Göçmen işçi olarak adlandırılan ve Çin’in daha geri bölgelerinden, ağırlıklı olarak da kırdan gelen bu işçilerin sayısı 1989’da 30 milyon civarındayken bugün bu sayının 150 milyona yakın olduğu söyleniyor. Diğer taraftan, özellikle son yıllarda, Çin toplumunun yaşadığı çok boyutlu dönüşüm sürecinin doğrudan bir sonucu olarak, göçmen işçilerin kentlere ve yeni sanayi bölgelerine akışının motivasyonları da bir dönüşüm geçirmektedir.
Geri ve ilkel bir zemindeki tarım işletmelerinden her halükârda daha fazla bir gelir vaat eden kentteki işler, göçmen işçileri, bir nebze daha fazla gelir elde edip köydeki yakınlarına göndermeye, mümkünse küçücük bir birikim sağlayıp geldikleri yere geri dönmeye ve yine taşra kasabalarında kendine ait bir işyeri açma düşlerine sevk ediyordu. Kentlere geçici bir iş kapısı olarak bakan, bir anlamda mevsimlik-geçici işçi psikolojisinin hâkim olduğu bu kesimler, yarı-proleterliğe yakın bir nesnel konumdaydılar. Bu temel motivasyonla kentlere akan göçmen işçiler, en kötü çalışma koşullarına ve en düşük ücretlere bile pek seslerini çıkarmadan çalışıyorlardı.
Ama ekonominin büyük bir atılım yaptığı özellikle son on yıl boyunca Çin toplumsal yaşamı da “modernleşti”. Özellikle büyük kentler kapitalizmin tüm pisliği ve ihtişamının kaleleri olarak yükseldiler. Gelir dağılımındaki muazzam uçurum giderek daha da artarken, sanki yüz milyonlarca insanın sefaletini gizlemek istercesine parlak ışıkların ve neonların aydınlattığı kentler modernitenin sembolü ve aynı zamanda kültürel bir çekim merkezi olarak da sivrildiler. Televizyonlar, cep telefonları, bilgisayar ve internet teknolojisi gibi artan iletişim ve ulaşım olanaklarıyla da birleşince, dünyanın “nimetleri”nin giderek ayırdına varan genç kuşaklar, artık yaşamdan daha fazla şeyler bekliyorlar. Bir burjuva uzman, “işçiler bugün kendi haklarının çok daha fazla farkındalar; internete girebiliyorlar ve yurtdışında nelerin olduğu hakkında bilgi sahibi oluyorlar” diyor. En az bunun kadar önemli olan bir başka faktör de, bu genç işçi kuşaklarının, geçmişe nazaran hem temel eğitim anlamında hem de mesleki eğitim anlamında çok daha donanımlı olmalarıdır. Son dönemki yükselişin lokomotifi ya da ilham kaynağı olan Honda grevinde, meslek okullarında okuyup da stajyer işçi statüsünde çalışan genç işçilerin hem nicel hem de nitel bakımdan önemli bir rolü olmuştur.
Durağan bir sosyal yaşamın hüküm sürdüğü taşra kent ve kasabaları, bu genç, eğitimli ve dünyayla daha fazla ilgili olan işçi kesimlerinin beklentilerini karşılamaya yetmiyor. Hareketli kent merkezleri ve sanayi bölgelerine akın eden genç işçilerle yapılan söyleşilerde, işçilerin önemlice bir bölümü, neden geldikleri sorusuna, daha yüksek bir gelir ve yaşam standardının yanı sıra “eğlence” ve daha hareketli bir yaşam cevabını da veriyorlar. Bu genç göçmen işçi kitlesinin önemlice bir bölümü artık geldikleri yere geri dönmeye niyetleri olmadığını belirtiyor. Bir başka deyişle, kırdan ya da taşradan büyük kentlere gelen bu genç işçiler, yaşamlarını ve geleceklerini artık büyük kentlerde kuracaklarını ilan ediyorlar. Bu önemli dönüşüm, hiç kuşku yok ki, bu işçilerin hayattan ve toplumdan çok daha fazlasını talep etmesini ve hak arama mücadelelerine geçmiş kuşaklara nazaran çok daha fazla itibar etmesini beraberinde getiriyor. Sahip oldukları haklara çok daha duyarlı ve bunları geliştirmeye çok daha hevesli genç bir işçi kuşağı giderek öne çıkıyor. Göçmen işçilerle ilgili bir enstitüde çalışan bir uzman, “işçilerin çoğu 1980 sonrası doğumlu ve haklarının çok daha fazla farkındalar; nerede çalışacaklarını kendileri tercih edecek ve daha iyi bir gelir talep edeceklerdir” diyor. Bu gözlemi doğrularcasına, grevci bir Honda işçisi, “ebeveynlerimiz bu ucuz emek pazarının acısını yıllar boyunca yaşadılar ve artık yaşlandılar. Onların izinden mi gitmek istiyoruz?” sorusunu yükseltiyor.
Çin’de son dönemde yükselen işçi hareketinin temel motivasyonunun bu olduğu anlaşılıyor. Diğer taraftan, işçilerin daha yüksek ücret ve daha iyi çalışma koşulları talebini ileri sürmelerini bir dizi başka faktör de güdülüyor. Genç işçi kuşağı kendisine geçmişe kıyasla daha fazla güveniyor, çünkü geçmişe kıyasla elinin daha güçlü olduğunu hissediyor.
Bunun başta gelen nesnel nedenlerinden birinin, giderek ipuçlarını veren emek arzındaki daralma olduğu söylenebilir. İşgücünün yüzde 40’ının tarımsal faaliyetle iştigal ettiği Çin gibi muazzam bir kırsal nüfusa sahip bir ülkede emek arzındaki daralmadan bahsetmek şaşırtıcı olsa da, bu gerçeklik özellikle güney eyaletlerinde ve kıyı kesimlerinde yoğunlaşan dev sanayi ve ihracat bölgelerinde giderek kendisini hissettirmeye başlamış. Örneğin, 2010 yılının ilk çeyreğinde burjuvaların verdikleri iş ilanlarındaki işçi talebi bir önceki yıla göre yüzde 35 artmışken, bu işlere başvuran işçilerin sayısındaki artış yalnızca yüzde 8 olmuş. Sanayi atılımının merkezlerinden olan Guangdong eyaletinde 2 milyon kişilik bir işçi açığından bahsediliyor.
Kırsal kesimdeki emekgücü fazlasının giderek daralmakta oluşunun nedenlerinden birinin, “tek çocuk politikası” olduğu söyleniyor. Çin nüfusundaki artışı sınırlama amacıyla güdülen bu politika, nüfusun yavaş bir hızla da olsa giderek yaşlanmasını beraberinde getiriyor. Kimi araştırmalar önümüzdeki on yıl içerisinde, işgücüne dahil olacak 15-24 yaş arasındaki gençlerin sayısının yüzde 30 oranında azalacağını öngörüyor. Buna ek olarak, inanılmaz büyüme rakamları, emek-yoğun sektörlerde giderek artan istihdam, bölgesel asgari ücret uygulaması ve buna bağlı olarak emeğin ülke içinde ücretlerin daha yüksek olduğu bölgelere doğru hızla kayması gibi faktörler, ülkenin hem genelinde hem de özellikle belli eyaletlerinde göreli bir işçi kıtlığı ortaya çıkarıyor. Son dönem tüm dünyayı kasıp kavuran ekonomik krize karşı Çin yönetiminin ekonomiyi canlandırmak ve yabancı sermaye için yeni yatırım alanları oluşturmak üzere ülkenin iç ve batı bölgelerinde giriştiği yatırımlar da önemli bir rol oynuyor. İmalat, inşaat ve hizmet sektörünün yanı sıra devasa altyapı yatırımlarının ülkenin iç ve batı bölgelerinde yarattığı istihdam, bu bölgelerdeki emekgücünü göçe zorlayan nedenlerin zayıflaması anlamına geliyor. Tüm bunların sonucunda, güney eyaletlerinde ve kıyı bölgelerinde emeğe dönük artan talep ile daralma eğilimindeki yeni emek arzı arasındaki çelişki nedeniyle 20’ye yakın eyalet ve bölgede ve Şanghay gibi dev sanayi merkezlerinde asgari ücret yüzde 20 civarında yükseltilmiştir.[*] Bu gelişmeler işçilerin kendilerine güven duygusunu pekiştirip daha isteklice mücadeleye atılmasını koşullandırıyor.
Çin’deki bürokratik kapitalist egemenlerin, son dönemki işçi hareketlerine geçmişe kıyasla bir nebze daha toleranslı yaklaşmalarının da bunda bir payı var kuşkusuz. Kapitalist krizin Çin’in ihracat pazarını daraltması ve ülke içinde giderek artan hoşnutsuzluk, bu kapitalist devleti iç pazarı ve tüketimi canlandırmaya dönük tedbirler almak zorunda bırakıyor. Bunun yollarından birinin ücretlerin, özellikle de yabancı sermaye yatırımlarındaki ücretlerin artmasına göz yummak olduğu açık. Bu doğrultuda işçi hareketine dönük kapitalist devlet terörünün bir nebze daha yumuşatılması, işçilerin mücadeleye atılmaktaki tereddütlerini azaltıyor.
Grev dalgası
Çinli bürokratlar, ekonomideki hızlı büyüme, yüksek istihdam ve düşük enflasyon eğiliminin korunduğunu açıklarken kendilerine pek de güvenli gözüküyorlar. 2010 yılının ilk altı ayında yüzde 11 büyüyen ve bu ataklarla dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen Çin’de aynı dönemde 5 milyonluk yeni istihdam yaratılmış. 1,4 trilyon dolara yaklaşan ihracat hacmiyle de Çin, dünyanın en büyük ihracatçısı, yani dünyanın atölyesi konumuna yükselmiştir. Bu rakamlar Çinli bürokratlara ve egemen kapitalist sınıfa güven verir nitelikte görünseler de kazın ayağı hiç de öyle değil.
Her yıl büyük bir hızla artan milli gelire rağmen, işçilere giden pay sürekli olarak düşüyor. 1983 yılında milli gelirin yüzde 56’sı ücretlere giderken, bu oran 2005 yılında yüzde 36’ya düşmüş durumda ve o günden bugüne bu düzeylerde seyrediyor. Üstelik ücretlerin payındaki bu düşüş, yükselen ortalama ücretlere rağmen gerçekleşiyor. Nitekim 2006 yılında saat başına ortalama 0,9 dolar olan ücretler, 2009 yılında 1,27 dolar civarında, 2010 yılında ise 1,8 dolara ulaşmış durumda. Bu tablonun anlamı, Çin işçi sınıfının giderek artan nispi yoksullaşması, zengin ile yoksul arasındaki gelir uçurumunun katlanarak derinleşmesidir.
Çin’de işçi hareketi 2008 yılından bu yana belli bir yükseliş grafiği çiziyor. Bunda dünya kapitalist krizine karşı hem işçilerin artan tepkileri hem de kapitalist hükümetin bu tepkileri dizginleyebilmek üzere 2008 Ocak ayında çıkardığı işçi haklarını arttıran yasal düzenlemenin işçileri cesaretlendirmesi rol oynuyor. Resmi bir yayın organı olan Outlook Weekly dergisinin verdiği rakamlara göre, Guangdong eyaletinde, 2009 yılının ilk çeyreğinde işçi eylemleri bir önceki yıla göre yüzde 42’lik bir artış göstermiştir.
Son dönemde ise iş yavaşlatma ve durdurmalar, grevler, protesto yürüyüşleri ve yol kesmeler giderek yaygınlaşmış durumda. Bu yükseliş dalgası içerisinde işçiler birçok yerde kapitalistleri koruyan polislerle çatışmaya girdiler, kendilerini tehdit edip yatıştırmaya çalışan sendika yöneticilerini de dövüp derdest ettiler. Sınıf mücadelesi özellikle uluslararası tekellerin yatırımlarında yoğunlaşmış gözüküyor. İş yasalarına uyulması, ücretlerin arttırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle başlayan mücadele dalgası, hızla sendika yönetici ve temsilcilerinin işçiler tarafından seçilmesi talebini de içererek, bağımsız sendikal örgütlenmenin önündeki yasakların kaldırılması istemine doğru yol aldı.
Son mücadele dalgasının kıvılcımını Mayıs ayının ortasında Honda işçileri çaktı. Honda, Japonya’nın ikinci, dünyanınsa altıncı büyük otomotiv firması. Foşan kentindeki Honda fabrikasında çalışan 1900 işçinin ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle giriştikleri grev, sendikal demokrasi taleplerini de içererek büyüdü ve Honda’nın tüm fabrikalarında üretimin durmasıyla sonuçlandı. Köşeye sıkışan Honda yönetimi 4 Haziranda ücretlere yüzde 24 ilâ 34 arasında zam yaparak Foşan fabrikasındaki grevi geçici de olsa sonlandırmayı başardı. Böylelikle Honda’daki maksimum ücret asgari ücretin iki katına yaklaştı. Ne var ki bu karar, Honda’nın ülkedeki diğer 3 fabrikasının yanı sıra, otomotivden elektroniğe, makine sanayiinden tekstile, spor ürünlerinden petro-kimyaya kadar birçok sektörde yeni grevleri teşvik etmekten başka bir işe yaramadı. Kapitalistler bu grevlere “taklit grevleri” adını taktılar. İşçilerin “Honda zaferine” döne döne atıfta bulunmaları, belirli koşullar oluştuğunda, zafere ulaşan büyük bir grevin sınıf hareketine nasıl bir ivme verebileceğinin güzel bir örneğini oluşturuyor. Şöyle diyor 22 yaşındaki bir metal işçisi: “Eğer onların grevi başarıya ulaşmamış olsaydı, bizim buradaki işçiler muhtemelen şimdiki kadar birlik içinde olamayacaklardı.”
Honda grevlerinin başarısı, en büyük Japon otomotiv firması olan Toyota’daki işçiler üzerinde de tetikleyici bir etki yarattı. Çin’de yılda 650 bin civarında araç üreten Toyota’da yaşanan grevler nedeniyle hem Çin’deki hem de Japonya’daki üretim tamamen durdu. Benzer bir gelişme Güney Kore firması olan Hyundai’de de yaşandı. Haziran ayı içersinde yaygınlaşan grev dalgası Çin’in kıyı kesimlerindeki sanayi üslerini birbiri ardı sıra vurdu, ülke çapında grevlerin sayısının 500’ü geçtiği söyleniyor. Honda, Toyota ve Hyundai gibi otomotiv devlerinin yanı sıra, dünyanın en büyük elektronik parça ve ürün imalatçısı Foxconn da grevlerden nasibini aldı. Geçtiğimiz aylarda on üç işçinin 18 saate varan işgününe dayanamayıp intihar etmesiyle gündeme gelen Foxconn fabrikalarında 400 bin işçi çalışıyor. İşçilerin Mayıs ayındaki öfke patlamasının ardından, firma grevlerin durdurulması koşuluyla taban ücretlerde yüzde 100 artış yapacağını ve çalışma koşullarını düzelteceğini açıklamak zorunda kalmıştı. Grevler sonucu ücret arttırmak zorunda kalan diğer uluslararası dev tekeller arasında Brother, KFC, Carlsberg, Pindingshan Cotton Textile gibi firmalar da bulunuyor.
Korkunun ecele faydası yok!
Dünyanın atölyesinde yükselen grev dalgası elde ettiği kazanımlarla yavaş yavaş geri çekiliyor. Ama yalnızca şimdilik! Büyüyen, ülkenin geneline yayılan, bileşimi değişen ve bilinç düzeyi artan Çin işçi sınıfı, giriştiği bu mücadeleyle kendine güvenini kazanmaya başlarken hem dünya kapitalistlerinin hem de Çin’in bürokratik kapitalist egemenlerinin yüreğine korku salmaya başladı.
Uluslararası mali sermaye, yirmi yıla yakın bir süredir Çin işçi sınıfını neredeyse sınırsız ve dizginsiz bir şekilde sömürmenin keyfini sürdü. Krizin patlak vermesiyle birlikte umudunu yine Çin’in kesintisiz büyüyerek kapitalizme yeni bir hayat öpücüğü vermesine bağladı. İşçi sınıfının yükselen mücadelesiyle k birlikte bu umutlar suya düşeceğe benziyor. “Dünyanın atölyesi olarak Çin’in üstlendiği rolün sonuna gelişine tanıklık ediyoruz” diyor Time dergisi. Uluslararası tekeller daha şimdiden yatırımlarını dünyanın hangi coğrafyasına kaydıracaklarını araştırmaya başladılar. Dünyanın hiçbir bölgesinde, Çin’de olduğu gibi, muazzam topraklar, zengin hammadde kaynakları, gelişmiş bir altyapı ve devasa bir emekgücü deposu bulamayacakları kesin. İşleri çok zor, ama unutmamalı ki, kendi haline bırakıldığında kapitalizmin aşamayacağı bir kriz yoktur.
Dünya burjuvazisinden çok daha fazla korkması gerekense Çin’in egemen bürokratik kapitalist sınıfıdır. Onun kaçacak bir yeri yok! Hem Çin’i uluslararası sermaye açısından cazip bir yatırım alanı olarak tutmak, hem iç pazarını büyütmek hem de işçi sınıfına daha iyi yaşam koşulları sağlamak zorunda. Çin kapitalizminin mevcut gelişme dinamiklerini düşündüğümüzde bu birbiriyle çelişik görevlerin aynı anda yerine getirilmesi pek de mümkün değil. Yine de Çin kapitalizmi, cazibesi azalan kıyı kesimleri yerine ülkenin iç kesimlerini de modernleştiren, altyapıyı hazırlayan adımlar atarak yeni yabancı sermaye yatırımlarını bu bölgelere kaydırmanın hesaplarını yapıyor. Eş zamanlı olarak da bir havuç-sopa politikasıyla, işçi sınıfının koşullarında küçük düzeltmelere girişiyor. Ama bu iktisadi reformların yeni işçi sınıfına yeterli gelmeyeceğinin tüm işaretleri ortada. Çin egemen sınıfının temel korkusu, gelişen işçi sınıfı hareketinin gittikçe siyasallaşarak kitlesel bir harekete dönüşmesi ve böylelikle ÇKP aracılığıyla kurduğu siyasal tekeli tehdit etmesidir. Bu korkunun yalnızca Çin bürokratik kapitalizminin korkusu olduğu da düşünülmemeli. Financial Times’a konuşan bir Amerikalı uzman, sermaye yoğun Amerikan şirketlerinin Çin’e yatırım yapma hususunda iki kere düşünmek durumunda olduklarını söylüyor; onların kaygısı, diyor, yalnızca işçilerin daha yüksek ücret talepleri değil, işçilerin hoşnutsuzluğundan kaynaklanan politik istikrarsızlık tehlikesidir.
ÇKP yetkililerinin, Çin Sendikalar Federasyonunun ve resmi Çin gazetelerindeki köşe yazarlarının, ücretlerin arttırılması ve çalışma koşullarının düzeltilmesi hususunda yaptıkları açıklamaların arkasında yatan tek neden, Çin burjuvazisinin işçi sınıfı hareketinin gelişip yaygınlaşmasından ve siyasallaşmasından duydukları korkudur. Bugüne kadar yaşanan işçi eylemlerinin üzerine sınırsız bir devlet terörüyle giden ve bu olayları basından gizleyerek sansürleyen ÇKP diktatörlüğünün, son grev dalgası karşısında daha ılımlı bir tutum takınması ve bu olayların medyada yayınlanmasına izin vermesi de, işçi hareketinin büyük tepkisini çekmekten kaçınma gayreti olarak düşünülmelidir. ÇKP’nin resmi yayın organı olan People’s Daily gazetesinde 7 Haziran tarihinde Li Hong şunları yazıyor: “Bir yerde sömürü ve baskı varsa, isyan da olacaktır. Eğer sömürülenler toplumun çoğunluğu ise, ayaklanma günü yaklaşıyor ve çok daha güçlü geliyor demektir. … Çin Sendikalar Federasyonuna göre, son beş yıl içerisinde Çinli işçilerin dörtte birinin ücretlerinde hiçbir artış olmamıştır. Bu sayı son derece tehlikeli ve ürkütücüdür. … Hükümetin yapması gerekenler var. … Ülkenin büyümesinin sürdürülebilirliği bugün tehlikededir. Ancak ve ancak, düşük ücret alan, uzun süredir ihmal edilen ve sessiz kalan yığınlar hükümet tarafından koruma altına alınırsa, bugün bazı fabrikalarda mayalanan mavi yakalı işçilerin hoşnutsuzluğunun gürleyerek çağlamasının, yaygınlaşmasının ve yıkıcı dalgalar haline gelmesinin önüne geçilebilir.”
Marksizmin bilgisine yeterince sahip, onun terminolojisini kullanan burjuvalar, korkularını dile getirirken daha mı açık yürekli oluyorlar acaba? Çin kapitalizmini zorlu günler bekliyor. Komünist sıfatını halen kullanmayı tercih eden bu acımasız kapitalist diktatörlüğün karabasanları, başta Çin işçi sınıfı olmak üzere dünya işçi sınıfının gelecek aydınlık günlerinin işaretleridir. Ne de olsa güneş doğudan doğar! Bugün dünyanın en büyük işçi sınıfını oluşturan Çin proletaryasına dünya devrimi mücadelesinde büyük görevler düşüyor.
[*] Bölgesel asgari ücret uygulamasının geçerli olduğu Çin’de, Mayıs verilerine göre en yüksek asgari ücret 164 dolarla Şanghay’da uygulanıyor. Başkent Pekin’de ise asgari ücret 1 Temmuz itibarıyla yüzde 20 artışla 140 dolara yükseltildi.
link: Oktay Baran, Çin İşçi Sınıfına Selam, 1 Ağustos 2010, https://marksist.net/node/2485
Rize’de Yağmur, Sel ve Heyelan
Referanduma Doğru: İşçi Sınıfının Tutumu