Kapitalist sistemde burjuvazi bir yandan işçi sınıfını her gün sömürebildiği kadar sömürürken, diğer yandan ertesi gün sömürüyü nasıl arttırabileceğini, yani nasıl daha fazla kâr elde edebileceğini hesap etmeyi de ihmal etmez. Kapitalizm özü itibariyle kâra dayalı bir sistemdir ve kapitalistlerin bu düzen içerisinde gerçekleştirdikleri her faaliyetin temel amaç ve nedeni kâr etmektir. Bu sanatta da böyledir, sporda da, bilimde de! Kapitalistler gölgesini satamadıkları ağacı bile keserler! Kapitalizmde bilim daha fazla kâr elde edebilmek; spor şovenizm ve pasifizm yaratmak; sanat ise kitlelerin bilincini burjuva ideolojisiyle bulandırmak için kullanılır.
Olağan durumlarda kitlelere egemen olan burjuva ideolojisi, devrimci durumlarda gücünü ve etkisini yitirmekte ve düzen sarsılmaya başlamaktadır. Burjuvazi işte bunu engellemek ve sistemin bekasını sağlayabilmek için kendi ideolojisini her alanda yeniden üretmek zorundadır. İşçileri en az sekiz saat işyerlerine hapsetmekle kalmaz, günün geri kalan kısmında da onları kendi ideolojisine bağlamanın yollarını yaratır.
İşçiler oldukça sınırlı olan boş zamanlarını da futbol, basketbol gibi sporları izleyerek; iddaa, at yarışı, milli piyango gibi şans oyunları oynayarak geçiriyorlar. Onca saat mahkûmiyetten sonra, tuttuğu takımın maçını izlemek onlar için büyük bir bahtiyarlıktır! Bir anda yaşanan sıkıntılar, bir robot gibi çalışılan saatler unutulup gider. Kapitalist çalışma koşullarının doğurduğu muazzam fiziksel yorgunluk ve psikolojik çöküntü hafifletilir; bitip tükenen vücut yeniden çalışabilecek duruma gelir ve artık ertesi günkü sömürü için yeniden hazırdır işçi. Birkaç saatlik fiziksel dinlenmenin yanı sıra, işçilerin zihinsel olarak “dinlenmiş” vaziyete gelmeleri, daha doğrusu zihinsel olarak yeni iş gününe hazır olmaları bir o kadar önemlidir patronlar için! Eğlendiğini sanarak tütsülenmiş bir kafa işçilerin performansının da artması anlamına geleceğinden özellikle uluslararası spor müsabakaları burjuvaların ekmeğine yağ sürmektedir. Dünya kupası, olimpiyatlar gibi uluslararası yarışmalarda alınacak madalyalar ve galibiyetlerle milliyetçi duygular okşanmaktadır. Örneğin Türk milli futbol takımının dünya üçüncüsü olduğu 2002 Dünya Futbol Kupasında Türkiye’nin maçları mesai saatine denk gelmesine rağmen bazı işyerlerinde işçilere dev ekranlarda izlettirilmişti. Hastalandığımızda tedavi olmamız için dahi izin vermeyen, her saniyenin hesabını yapan patronlar, nasıl oluyor da iki saat boyunca maç izlememize izin veriyorlardı? Boşuna olmasa gerek!
Bedensel bir faaliyet olan spor, kapitalist toplumda bambaşka amaçlara hizmet etmektedir. Profesyonel spor müsabakaları işçi sınıfını hemen yanı başında gerçekleşen bir felâkete dahi duyarsız hale getirebiliyor. Bakın, Türkiye Otomobil ve Motor Sporları Federasyonu (TOMSFED) başkanı, motor sporlarının Türkiye’de nasıl da değerlendirilemeyen bir ekonomik pazar olduğunu anlatırken neler diyor: “İlginçtir, Formula 1’i Türkiye’de izleyen seyirci sayısı çok ama bunun farkında değiliz. Bir örnek vereyim: NTV’nin yaptığı bir araştırma, Avustralya Grand Prix’sini sabahın altısında izleyen insan sayısının, İkinci Düzce Depremi ile ilgili haberleri izleyenlerden daha fazla olduğunu gösteriyor.”
Evleri başlarına yıkılırken, tepesine bombalar yağarken tüm olup bitenlere karşı tepkisiz bir halk. İşte burjuvazinin istediği tam da budur! Bunu sağlamanın en iyi yollarından biri de kitleleri profesyonel spor müsabakalarının izleyiciliğine aşırı derecede bağımlı hale getirmektir. Özellikle tüm dünyada profesyonel futbola olan ilgi tam bir çılgınlık boyutuna ulaşmış bulunuyor. Çünkü kapitalist sistem kitleler üzerindeki tahakkümünü yalnızca zora dayanarak ilânihaye sürdüremez. Bu yüzden burjuvazi her zaman baskı araçlarından medet ummaz; bazen de kitlelerin ağzına bir parmak bal çalarak ve onların tepkilerini başka kanallara yönelterek, sistemin temellerini sarsacak devrimci bir tehlikeyi engellemeye çalışır. Nitekim 36 yıl boyunca Portekiz halkını nasıl yönettiği sorusuna faşist diktatör Salazar, “3 F ile: Futbol, Fado, Fiesta” cevabını veriyordu, yani futbol, müzik ve eğlence. Hatta Lizbon Stadyumunun inşasının, Salazar’ın, “bana on binlerce insanı uyutabileceğim bir beşik yapın” sözüyle başlatıldığı söylenir.
İspanya’nın ünlü futbol kulübü Real Madrid’in yüz bin kişilik stadı da faşizmin ürünüydü! Türkiye’de de faşizm futbolu aynı gerekçeyle kullandı. 60’lı yıllardan beri kabaran dalganın etkisiyle politikleşen kitleleri pasifize etmek için futbol zaten iyi bir araçtı. Ama toplumsal kurtuluş yerine futbolcu olup paçayı kurtarma düşüncesinin yaygınlık kazanması esas olarak ‘80 sonrası döneme denk düştü. Faşist rejimin generali Kenan Evren’in talimatıyla, Ankara’nın da bir futbol takımı olması gerekir denilerek Ankaragücü futbol takımının hak etmediği halde 1. lige “atanması”, faşist cuntanın Salazar ve Franco’dan da bir şeyler öğrendiğinin kanıtıydı. 80’li yıllar, çocuklarını şu ya da bu türden spor okullarına kaydettirmek için koşuşturan ve gelecekte bir yıldız olacağının hayaliyle kendini ve çocuklarını avutan küçük-burjuva ailelere tanıklık edecekti. “Ne sağcıyım, ne solcu! Futbolcuyum futbolcu” sözü futbolun egemen sınıf tarafından nasıl kullandığını gösteriyor.
Spor yapmak hiç kuşkusuz ki insanın fiziksel ve zihinsel bakımdan sağlıklı kalabilmesi için yararlı bir aktivitedir. Üstelik düzenli olarak yapılan spor insanı her türlü uyuşukluktan kurtarır; daha güçlü, daha zinde kılar. Ne var ki kapitalist toplumda spor, bireylerin aktif olarak katıldığı bir faaliyet olmaktan çok kitleleri pasifleştiren bir izleme faaliyeti haline getirilmiştir. Kapitalizm bireyleri her alanda pasifleştirir, çünkü aktif, dinamik bir kitle sistem için çok büyük tehlike arz eder. Bunun yerine sadece izleyen, dinleyen, sorgulamayan, eleştirmeyen bir sürü yaratır kapitalizm. Sporda da böyledir. Milyarlarca insan spor yapmak yerine sadece spor yapanları izlemekle yetiniyor. Kapitalizm işçi ve emekçi sınıfın spor yapabilmesinin önüne vakit darlığı ve ekonomik yetersizlik gibi engeller dikerken, pasif bir seyirci olarak kalabilmeleri için her türlü imkânı sunuyor. 2006 Dünya Futbol Kupası bu anlamda güzel bir örnektir. Aylar öncesinden reklâmlar yapılmaya başlandı. İçecek tekellerinden televizyon tekellerine kadar, bu turnuvadan kâr elde etmeyi hedefleyen tüm markalar televizyonlarda boy gösteriyor. Kapitalizm böylelikle milyarlarca insanı, elinde meşrubatıyla televizyonun karşısına geçip sadece birer izleyici konumunda maçları seyrettirmeye hazırladı. Oysa bizim spor yapanları seyretmekten çok spor yapmaya ihtiyacımız var. Ancak kapitalizm var olduğu sürece bu bedensel ihtiyacımızı tam anlamıyla karşılayabilmemiz uzak bir hayal olmaktan öteye gitmiyor.
Bugün dünyada en çok takip edilen profesyonel spor dalı olan futbolun beşiği İngiltere’nin aynı zamanda sanayi devrimini ilk yapan ülke olması tesadüf değildir. Oynayan işçiler olsa da, futbol egemen sınıfın çıkarları ve denetimi doğrultusunda gelişmiştir. İşçiler çok zor koşullarda ve uzun saatler çalıştırıldıkları için, tüm işçilerin sağlıklı ve daha sağlam bir vücuda sahip olmaları gerekiyordu. Daha fazla sömürü için daha dayanıklı ve güçlü işçiler gerekiyordu. Futbol bu nedenle işçilerin hafta sonu tatillerini dolduran bir meşgale haline getirilmişti. Bildiğimiz birçok köklü İngiliz futbol kulübü, 19. yüzyılın ikinci yarısında fabrika ve demiryolu işçilerinin girişimiyle kurulmuştu.
Kapitalizmle birlikte spor, profesyonelleşerek diğer tüm sektörlerde olduğu gibi yerel ya da bölgesel sınırları aştı ve dünya çapında yapılan bir faaliyet halini aldı. Futbol gibi daha başka birçok spor dalı kapitalizmle birlikte profesyonel dünya sporu haline geldi! Kapitalizm nasıl ki bir dünya kültürü yarattıysa, dünya sporunu da yarattı. Ancak kapitalizm sporu evrenselleştirmesine karşın, en temel çelişkilerinden biri olan ulus-devlet deli gömleğinden kurtulamadığı için onu aynı zamanda bir milliyetçilik aracı haline de getirdi. Ülkelerin orduları bir yanda cephelerde çarpışırken diğer yandan da sahalarda birbirlerini yenik düşürmeye çalışıyorlardı. Böylelikle sermaye küreselleşirken, milliyetçilik yükseltilerek işçi sınıfının enternasyonal birliği önüne engeller dikiliyordu.
Kitlelerin zihinlerini bulandırma ve uyuşturma yolu ile toplumsal muhalefetin yükselmesini engellemenin yanı sıra, kapitalizmde profesyonel spor aynı zamanda muazzam bir kâr kaynağıdır! Her şeyi meta haline getirmekte sınır tanımayan kapitalist sistem sporu da metalaştırarak kendine bir pazar yaratmıştır ve bu pazarı her gün daha da genişletip derinleştirmektedir. Dünya futbol kupası ve olimpiyatlardan sonra, burjuvazinin bir “spor” olayı olarak lanse ettiği ve son zamanlarda dünyanın en çok ilgi duyduğu profesyonel bir araba yarışı olan Formula 1’in sadece televizyon geliri 5 milyar doları buluyor. Dev tekel General Electric’e ait olan NBC kanalı üç olimpiyat oyununun yayın hakları için 3 milyar dolar ödemişti. Demek ki bu televizyon kanalının 3 milyar dolardan çok daha fazla bir kazancı vardı bu uluslararası turnuvalardan. Öyle ya kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez!
Dünya genelinde üç milyardan fazla insana ulaşmasıyla diğer spor dallarını geride bırakan futbol, bugün burjuvaziye muazzam kârlar sağlayan bir endüstri haline gelmiştir. Kuşkusuz böyle bir pazar karşısında kapitalistlerin ağzının suyu akıyor. Yeşil sahaların yeşilliği çimlerden değil, milyarlarca dolardan geliyor artık! Tek başına futbol 500 milyar dolarlık bir pazar bugün. Maç hâsılatlarının yanında yayın gelirleri, reklâmlar ve takımların ürünlerinin satışı ile elde edilen gelirler kasaları dolduruyor. Futbol kulüpleri birer şirket; seyirciler ise müşteri durumuna gelmiş bulunuyor. Zaten kulüplerin yönetim kurullarında burjuvalar yer alıyor. Birçok kulüp borsalarda yerini aldı. Örneğin 250 milyon doları aşan geliriyle Manchester United dev bir şirket durumunda. Londra borsasında hisseleri 130 sterlin civarında satılan kulübün değeri 1,2 milyar dolar civarında!
Bu rakamlar gösteriyor ki profesyonel futbol artık spor dalı değil, büyük kârlar getiren bir pazardır. Hiç kuşku yok ki futbol gibi diğer profesyonel spor dalları da kapitalizmde bedensel faaliyetten ziyade ekonomik faaliyet anlamına geliyor. Diğer spor dalları da, futbol kadar olmasa bile büyük pazarlar yaratıyor. Örneğin Formula 1, dokuz milyarlık bir pazar büyüklüğüne sahip. Geçen sene ilk defa Türkiye’de düzenlenmesi gündemi oldukça meşgul etmişti. Çünkü yüz milyonlarca dolarlık böyle bir organizasyon aynı zamanda otel, ulaşım gibi sektörler için de gelir kaynakları yaratacak, bu arada Türkiye’nin tanıtımı da yapılacaktı! Formula 1 yarışını izlemek için Türkiye’ye gelen turistler 100 milyon dolarlık harcama yaptılar. Daha sonra düzenlenen organizasyonlarla, Tuzla’da inşa edilen yarış pistinden burjuvaların cebine dolarlar akmaya devam ediyor. Bir yanda milyonlarca dolar harcanarak inşa edilmiş yarış pisti, diğer yanda pistin hemen yakınındaki mahallelerde kaldırımı bile olmayan çamurlu yollar! Bu manzara kapitalizmin gerçek yüzünü ne de güzel teşhir ediyor!
Öte yandan uluslararası spor müsabakaları ulusal konjonktüre ve dünya konjonktürüne bağlı olarak burjuvazi için bir anda siyasal manevralarını sahneye koyduğu bir arena haline gelebiliyor. Bu bakımdan Türkiye-İsviçre dünya kupası eleme maçı çarpıcı bir örnek. Kazanan takım 2006 Dünya Kupası finallerine katılmaya hak kazanacaktı. Bu aynı zamanda milyonlarca dolar gelir demekti. Reklâmcılıktan turizme, televizyon satışından tekstile kadar birçok sektörden elde edilecek milyonlarca dolar Türk burjuvazisi için hayal oldu! Ancak bu maçın ekonomik yönü kadar siyasi yönü üzerinde durmakta da fayda var. Özellikle ilk maçın İsviçre’de kaybedilmesiyle birlikte yükseltilen milliyetçi dalga dikkat çekiciydi. İsviçreli futbolcular rövanş maçında “Cehenneme hoş geldiniz” sloganlarıyla karşılandı. Türk milli takımı elenince iki takım futbolcuları birbirlerine girdi! Milliyetçi hezeyan oldukça planlı bir biçimde doruğa çıkarılmıştı. AB’ye girme yanlısı burjuvazinin temsilcisi hükümet yaşananları şiddetle eleştirdi. Türkiye’nin Avrupa nezdinde itibarı zedeleniyordu! Burjuvazi içerisindeki kamplaşmanın sonuçları spora kadar yansıdı. AB karşıtı burjuva kanat milliyetçi duyguları kabartıp statükosunu korumak istiyorken, AB yanlısı kanat sportmenlikten, “fair-play”den (centilmenlik) dem vuruyordu.
Kapitalizmde spor, egemen sınıfın ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda kullandığı bir araçtır. İnsanın zihinsel ve bedensel gelişimi için çok faydalı olan sportif faaliyetler kapitalist toplumda yeni bir afyona dönüştürülmüştür. Her şeyi metalaştıran kapitalizm alaşağı edilmeden hiçbir faaliyet insanın zihinsel, bedensel, maddi, manevi çıkarları doğrultusunda bir işleve kavuşamaz. Üstelik bu sömürü sisteminde spor herkesin yararlanabileceği bir faaliyet olmaktan çok uzaktır. Kapitalizm işçi sınıfı tarafından tarihin çöp sepetine atıldığında ve sosyalizm kurulduğunda herkes spor yapabilmek için gerekli zaman ve imkâna sahip olacak. Ve işte o zaman spor kâr ve depolitizasyon aracı olmaktan çıkıp, insanın her yönüyle sağlıklı bir birey olmasını sağlayacak işleve sahip olacak.
link: Suphi Koray, Profesyonel Spor: Kitlelerin Afyonu, Kapitalistlerin Bacasız Fabrikası, Temmuz 2006, https://marksist.net/node/1046
Sivas Katliamı, Alevilik ve Laiklik Üzerine
TED GRANT’ın Ardından