Virginia’ya gittiğimde sene 1891’di.[2] Dietz madenlerinde grev vardı ve çocuklar beni çağırmıştı. Norton’da trenden indiğimde, bir adam yanıma yaklaştı ve Jones Ana olup olmadığımı sordu.
“Evet, Jones Ana benim.”
Aşırı korkmuş görünüyordu. “Polis şefi bana, buraya gelecek olursan beynini dağıtacağını söyledi. Seni bu civarda görmek istemediğini söyledi.”
“Şefe, zaten onu görmeye gelmediğimi söyle. Madencileri görmeye geldim.”
Ayakta konuşmaya devam ederken, bir deri bir kemik kalmış yoksul bir adam bize katıldı.
“Şu vagonları görüyor musun Ana, şu yan hattakileri?” Kömür dolu vagonları gösteriyordu.
“Kömür şirketiyle, vagonları ağzına kadar doldurmak üzere bir anlaşma yaptık ve biz anlaşmayı yaptıktan sonra, vagonların tabanlarını alçalttılar ve böylece onları yaklaşık olarak bir ton daha fazla yük alabilir hale getirdiler. Hayatım boyunca bu şirkete çalıştım ve şimdi tüm sahip olduğum şey, şu bitkin vücuttur.”
Toplantı yapmak için salon bulamadık. Bize salon kiralamaktan herkes korkuyordu. Sonunda siyahlar, toplantımız için bize kiliselerini vermeye razı oldular. Toplantımız başlamak üzereyken siyahların başkanı yanıma geldi ve “Ana, kilisenin bulunduğu bu arsayı, bize kömür şirketi vermişti. Burada konuşmana izin verirsek arsayı geri alacakları haberini yolladılar” dedi.
Bu yoksul insanların arsalarını yitirmelerine izin veremezdim, bu nedenle toplantıyı karayolu kavşağına taşıdım. Toplantımız bitip insanlar dağıldığında, çalışma arkadaşım Iowa’lı Dud Hado’ya, benimle postaneye gelip gelemeyeceğini sordum. Çok nazik bir insandı, fakat hemencecik korkuya kapılmıştı.
Yolda giderken, “Üzerinde tabanca var mı?” dedim.
“Evet” dedi, “Kimsenin, senin beynini dağıtmasına izin vermeyeceğim.”
“Oğlum” dedim, “bu eyalette gizli silah taşımak kanuna aykırıdır. Rica ederim, tabancayı çıkar ve biraz görünür hale getir.”
O tam dediğimi yapmıştı ki, 8 ya da 10 kadar gangster, yolun kıyısındaki eski bir ahırın arkasından çıktı ve önümüze atılarak, “Şimdi elimizdesin, seni pis örgütçü” dediler. Kasabaya gidene kadar bize zorbaca davrandılar. İçinde noterin bulunduğu bir büroya sokulduk ve sorgulandık. Bütün kana susamış katiller oradaydı ve genel müdür içeri girdi.
“Jones Ana, şaşırdım” dedi.
“Neye şaşırdınız?” dedim.
“Silahlı biriyle birlikte, Tanrı’nın evine girebilmenize.”
“Ah, orası Tanrı’nın evi değildi” dedim. “Kömür şirketinin eviydi. Yüce Tanrı’nın böyle yerlere asla uğramadığını bilmiyor musunuz?”
Güldü ve tabiî, o genel müdür olduğu için, köpekler de güldü.
Bana yönelik bütün suçlamalardan vazgeçtiler ve zavallı Dud’a para cezası verdiler; yirmi beş dolar ve mahkeme masrafları. Cezayı ben ödeyeceğim dediğimde, şaşırmış göründüler. İç eteğimde param vardı.
Bir madencinin barakasına gittim ve karısından bir fincan çay rica ettim. Bu şirket malı kasabalarda hancılar, yemek yememe izin vermekten çoğu zaman korkarlardı. Bu yoksul insan orada olmamdan o kadar mutluydu ki, “misafir elbisesi için” izin istedi. Yatak odasından, ucuz pamuklu sabahlığının üzerine beyaz bir önlük giymiş olarak çıktı.
Dud’ın mahkemesindeki adamlardan biri, madencinin evine kadar beni izledi. Önce, madencinin karısı adamı içeri almayacaktı, fakat adam Jones Ana ile özel konuşmak istediğini söyledi. O zaman adamın içeri girmesine izin verdi.
“Ana” dedi adam, “Cezayı hemen ödemene sevindim. Onlar mahkemeye itiraz edeceğini düşünmüşlerdi. O zaman ikinizi de hapsedip gece kömür fırınında yakacaklar ve sonra, sabah salıverildiğinizi, nereye gittiğinizi bilmediklerini söyleyeceklerdi.”
Planlarını gerçekten uygularlar mıydı bilmiyorum, fakat imtiyazlı iktidar sahiplerinin işçileri köle durumunda tutmak için, çiğneyemeyecekleri hiçbir sınırın olmadığını gayet iyi bilirim.
[2] Doğru tarih 1891 değil 1901’dir.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 3 - Virginia’da Bir Grev, 21 Ağustos 2011, https://marksist.net/node/2714