Emperyalizmi ve yerli büyük sermayeyi asıl korkutan işçi hareketinin devrimcileşmesidir
1977-80 yılları Türkiye’de ithal ikameci kapitalizmin yapısal krizinin derinleştiği, sınıf mücadelesinin keskinleştiği, işçi ve devrimci hareketteki yükselişin doruk noktasına ulaştığı ve buna karşılık sermayenin de karşı-devrimci saldırılarını alabildiğine artırdığı yıllardır. Başka bir deyişle bu yıllar, Türkiye’de devrimci bir durumun yaşandığı ve toplumun “ya devrim ya karşı devrim” ikilemiyle yüz yüze geldiği yıllardır.
Türkiye’de dışa bağımlı, ithal ikameci kapitalizmin 1977’den başlayarak yapısal sorunlarının iyice ağırlaşması sonucunda, bir yandan çeşitli sektörlerde ciddi üretim daralmaları yaşanırken, diğer yandan enflasyon hızla tırmanıyor ve işçilerin reel ücretleri her geçen gün daha da eriyordu. Bütün ekonomik göstergeler, sürecin bir ekonomik çöküşe doğru ilerlediğini ortaya koyuyordu. Böyle bir dönemde bir de toplu sözleşme ve grev mücadelelerinin yoğunluklu olarak gündeme gelmiş olması, kapitalistleri iyice köşeye sıkıştırmıştı. Bu durumun en çarpıcı örneği, ithal ikameci kapitalizmin en büyük sektörü olan metal sektöründe yaşanıyordu. Otomotiv, makine ve madeni eşya sanayilerini içeren bu sektördeki patronlar bir yandan sistemin yapısal sorunlarıyla boğuşurken, diğer yandan da Türkiye’nin en kitlesel, en etkili ve en uzun süreli grevleriyle yüz yüze gelmiş bulunuyorlardı. Bu sektörde çalışan işçilerin en bilinçli, en mücadeleci kesiminin sendikal örgütü olan DİSK’e bağlı Türkiye Maden-İş sendikası ile işveren örgütü MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) arasında yürüyen toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanmıştı. Dolayısıyla, tekelci sermayenin ve büyük holdinglerin hâkim olduğu bu işkolunda, Maden-İş üyesi binlerce metal işçisi için çetin bir mücadele dönemi başlıyordu. Zaten bu mücadele öncesinde de işçiler aylardan beri yürüyüşler, mitingler ve direnişlerle yoğun bir hareketlilik içindeydiler.
İşçi sınıfının ve toplumun diğer ilerici, devrimci, demokrat kesimlerinin ayakta olduğu böyle bir dönemde, DİSK de Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en kitlesel, en görkemli mitinge, 1 Mayıs 1977’ye hazırlanıyordu. DİSK’in aylar öncesinden başlattığı 1 Mayıs hazırlıklarına işçiler, devrimci gençler, emekçi kadınlar, aydınlar, sosyalist örgütler birlikte katılıyor, tüm caddeler, sokaklar 1 Mayıs afişleriyle, çağrılarıyla donatılıyordu. Herkes büyük bir heyecanla 1 Mayıs gününü bekliyordu.
Gerçek şu ki, içinden geçilen bu dönem, sıradan ya da olağan bir dönem değildir! Kitle politizasyonunun yüksek düzeyde seyrettiği, değişim isteğinin herkesi sardığı, büyük sermayenin ve MC hükümetinin bu gelişmeler karşısında tedirginlik içinde önlemler almaya çalıştığı olağanüstü bir dönemdir bu dönem. Başka bir deyişle bu dönem, giderek olgunlaşmakta olan bir devrimci durumun tüm belirtilerini içinde taşıyan bir dönemdir.
Nitekim 12 Mart 1971 öncesinde benzer bir durumun daha alt aşamalarını yaşamış ve bu konuda oldukça deney sahibi olmuş yerli finans kapitalin kurmayları ve onlara akıl hocalığı yapan “müttefik” ABD’li uzmanlar, böyle bir devrimci durumun kitleleri harekete geçirerek bir devrime doğru büyümesinden ciddi endişe duymakta ve bunun önüne geçebilmek için çareler aramaktaydılar. Tabii her zaman olduğu gibi, akıllarına gelen ilk çare, devrimci gelişmeyi karşı-devrimci saldırılarla engellemek olacaktı. Bunun ilk işaretleri ise 1 Mayıs 1977 mitinginde ortaya çıkacak ve bu tarihten itibaren, Türkiye’de devrim/karşı-devrim diyalektiğinin işlediği bir siyasal süreç yaşanmaya başlanacaktı.
Bu tarihi süreçte toplumsal muhalefetin adeta öncü-merkezi haline gelen DİSK, bu konumu nedeniyle ABD emperyalizminin ve yerli finans kapitalin de boy hedefi olmuştu. DİSK’in kendisi bir siyasi parti değildi ama kapitalist düzene ve gerici burjuva yönetimlere karşı çıkan işçi ve emekçi kitlelerin, devrimci gençliğin, aydınların, ilerici-demokrat kesimlerin gözünde adeta devrimci bir muhalefet partisi gibi algılanıyordu. DİSK’in düzenlediği mitingler, düzene karşı olan tüm ilerici, devrimci sol güçleri bir araya getiren bir platforma dönüşüyordu. Nitekim DİSK’in öncülüğünde gerçekleştirilen Demokrasi Mitingleri, DGM Direnişi, 1 Mayıs 1976 kutlaması gibi kitle gösterileri de böyle olmuştu. Ve şimdi DİSK, aynı şekilde tüm ilerici, sol güçlerin katılacağı kitlesel 1 Mayıs 1977 mitingine hazırlanıyordu. DİSK’in aylar öncesinden başlattığı yoğun bir çalışma sonucunda, Türkiye’nin dört bir yanından gelen 500 bine yakın işçi ve emekçi, bir sel gibi Taksim alanına akıyordu.
DİSK’in örgütlediği bu tarihi mitingin, sosyalistleri, komünistleri, ilerici-demokratları, tüm düzen karşıtı muhalefeti bir araya getirmesi, yerli ve yabancı tüm sermaye güçlerinin yüreğine bir kez daha korku salmıştı. Taksim alanına akan yürüyüş kollarında on binlerce ağız “141-142’ye Hayır”, “Faşizme Geçit Yok”, “Faşizme Karşı Omuz omuza”, “İşçiyiz Güçlüyüz, Devrimlerde Öncüyüz” sloganlarını haykırıyordu. Bu tablonun ortaya koyduğu apaçık gerçek şuydu: İşçi hareketi devrimcileşiyordu! Yerli ve yabancı sermaye güçlerini asıl ürküten de buydu işte! Toplumun diğer kesimlerinin politikleşmesinden ve öğrenci gençliğin, aydınların, ilerici-demokratların hareketlenmesinden daha çok, işçi hareketinin devrimcileşmesi ürkütmüştü egemenleri. Yıllardan beri Türkiye’de farklı kulvarlarda yürüyen işçi hareketi ile devrimci ve sosyalist hareket, şimdi hızlı bir bütünleşme sürecine girmiş gibiydi. Bu durum, işçi sınıfının muazzam bir bilinç sıçraması içinde olduğunu ve kendi bağımsız sınıf siyasetine sahip çıkmaya başladığını gösteren bir gelişmeye işaret ediyordu kuşkusuz!
İşçi hareketinin devrimcileşmesi sermayenin karşı-devrimci saldırılarını gündeme getiriyor
Yaklaşan “tehlikeyi”, yani devrimcileşen işçi hareketinin ayak seslerini çok önceden duymuş olan ABD emperyalizmi ve yerli finans oligarşi de bu süreçte boş durmamıştı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, devrimci harekete alternatif olabilecek burjuva-reformist bir “sosyal-demokrat” hareket yaratmayı ve işçi sınıfını bu hareketin peşine takmayı denemiş olan finans kapitalin kurmayları, bu amaçla bir dönem Bülent Ecevit’in liderliğindeki “ortanın solu” hareketini parlatmış ve bu hareketi emekçi kitlelere “solcu” ve de “halkçı” bir hareket olarak lanse etmeye çalışmışlardı. Ne var ki, işçi sınıfını, devrimci gençliği ve ilerici-sol güçleri devrimci çizgiden uzaklaştırıp, burjuva CHP’nin kuyruğuna takamayacağını kısa zamanda anlamış olan finans-kapitalin kurmayları, bu kez çareyi gene eski statükocu yöntemlere dönmekte bulacaklardı. Egemen güçler, yükseliş içinde olan işçi ve devrimci hareketi bastırmak ya da hiç değilse geriletmek için 1976’dan itibaren yoğun bir faaliyet gösterecek ve bu amaçla acil önlemler geliştirmeye çalışacaklardı.
Nitekim MC hükümetinin bu dönemde DGM’leri yeniden açma girişiminde bulunması da bu önlemlerden birisiydi. Fakat işçi sınıfı “DGM’ler sıkıyönetimsiz sıkıyönetimdir”, “burjuvazinin sınıf mahkemeleridir” diyerek direnişe geçmiş ve bu gerici mahkemelerin açılmasına izin vermemişti. Bu durumda gerici planlarını ve saldırılarını “burjuva demokrasisi” çerçevesinde açıktan uygulayamayacaklarını anlayan yerli egemenler ve onların destekçisi ABD emperyalizmi başka yollar aramaya başladılar. Ve bu amaçla, bir yandan devlet içindeki NATO menşeli kontrgerilla örgütünü harekete geçirirken, diğer yandan da el altından destekledikleri ve taşeron olarak kullandıkları MHP’yi ve onun paramiliter sivil faşist çetelerini 12 Mart öncesinde olduğu gibi yeniden sahneye sürdüler.
DİSK’in örgütlediği 1 Mayıs 1977 mitingi işte bu koşullar altında, yani yerli ve yabancı sermayenin hizmetindeki karanlık güçlerin karşı-devrimci faaliyetlerini yoğunlaştırdıkları bir ortamda yapıldı. 1 Mayıs günü bütün sol, sosyalist, komünist örgütler, sendikalar, dernekler, meslek odaları ve onların binlerce taraftarı, işçilerle omuz omuza 1 Mayıs’ın kutlanacağı alana doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş kollarında hep bir ağızdan haykırılıyordu: “Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın işçilerin mücadele birliği, kahrolsun emperyalizm, kahrolsun kapitalizm, faşizme geçit yok!” Büyük tekelci patronların örgütü MESS’e karşı toplu grev mücadelesine hazırlanan Maden-İş’in on binlerce üyesi de o gün Taksim alanındaydı ve hep bir ağızdan “DGM’yi ezdik, sıra MESS’de” sloganını haykırıyorlardı. 1 Mayıs mitingine, Türkiye tarihinde o güne kadar görülmemiş bir kitlesel katılımın gerçekleşmesi ve aynı dönemde kitlesel işçi grevlerinin de kapıda olması, Türkiye’de havanın döndüğünün ve devrimci rüzgârların esmeye başladığının açık bir göstergesiydi.
Ama öte yandan, ABD emperyalizmi ve yerli egemenler de bu durumun farkındaydılar ve gelişen bu devrimci havayı kırmak için uzun zamandan beri “derin” bir karşı-devrimci faaliyet içindeydiler. Bu konuda görevlendirilmiş olan yerli ve yabancı sermayenin karanlık güçleri, planladıkları karşı-devrimci genel saldırıyı başlatmak için zaten nicedir uygun bir fırsat kollamaktaydılar. Nitekim yüz binleri bir araya getiren büyük 1 Mayıs mitingi, ses getirici saldırılarını gerçekleştirmeleri için bu karanlık güçlere bekledikleri fırsatı sunacaktı. Düzen güçlerinin önceden planladıkları karşı-devrimci saldırı, 1 Mayıs mitinginin bitişine yakın bir zamanda emekçi kitlelerin üzerine açılan yaylım ateşle başladı. Doğrudan doğruya bir kitle katliamını hedefleyen bu karşı-devrimci kanlı saldırının bilançosu, 37 işçinin yaşamını yitirmesi ve yüzlercesinin yaralanması oldu. Aynı anda polis panzerleri de bilinçli bir şekilde kitlenin üzerine sürülerek, bir korku, dehşet ve yılgınlık havası yaratılmaya çalışıldı. 1 Mayısa yönelen bu kanlı saldırı, yükselmekte olan işçi hareketi ve devrimci hareket karşısında paniğe kapılan egemen güçlerin, ileriki günlerde daha genel bir saldırı planını Türkiye çapında uygulamaya sokacaklarının da açık habercisiydi!
1 Mayıs mitingine yapılan bu saldırı, o dönemde kimilerinin göstermek istediği gibi, “dış güçler” tarafından planlanmış ve Türkiye’nin egemen güçlerinden habersiz ya da bağımsız olarak uygulamaya sokulmuş bir “operasyon” değildi kuşkusuz. Gerçekte bu saldırı, öteden beri emperyalist sermaye ile sıkı işbirliği içinde olan yerli büyük sermayenin ve onun devletinin ilgisi ve bilgisi dâhilinde, önceden planlanmış ve inceden inceye hazırlığı yapılmış karşı-devrimci bir saldırıydı.
Arkasında ABD emperyalizmin ve yerli finans oligarşinin tezgâhı bulunan kanlı 1 Mayıs saldırısı, işçi ve emekçi kitleleri yıldırmaya, pasifize etmeye ve aynı zamanda devrimcileri ve komünistleri de emekçi kitlelerden tecrit ederek yalnızlaştırmaya yönelik genel bir saldırı planının başlangıç aşamasını oluşturuyordu. Fakat karşı-devrimci sermaye güçlerinin bu kanlı saldırısı, bekledikleri sonucu vermemişti. Bu saldırı, örgütlü işçi ve emekçi kitleleri, sosyalistleri, komünistleri geriletmemiş, tersine mücadele azimlerini daha da bilemişti. Kanlı 1 Mayıs’tan yaklaşık bir ay sonra aynı alanda yapılan Ecevit’in mitingine, her türlü provokasyon ve saldırı ihtimaline karşın, gene yüz binler katılmış ve Ecevit’in mitingini, MC hükümetini ve faşist saldırıları protesto mitingine dönüştürmüşlerdi.
Bu durum, 1 Mayıs katliamından sonra da kitlelerin ruh halinde esaslı bir değişikliğin olmadığını, bir yılgınlık halinin yaşanmadığını gösteriyordu. Nitekim 1 Mayıs olaylarından sonra, faşist karması MC hükümetine karşı protestolar daha da yaygınlaşmış ve Haziran 1977’de yapılan erken genel seçimlere bu politik atmosfer içinde gidilmişti. DİSK seçimler öncesinde yaptığı açıklamada, “tekelci sermayenin demokrasi ve halk düşmanı, gerici-faşist stratejisini bozguna uğratmak, faşizm tehlikesini yok etmek üzere MC’yi demokratik yoldan alaşağı etmek en acil hedeftir” diyordu.
İşçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu Haziran 1977 seçimlerinde oylarını “sol ve emekten yana” bir parti olarak gördükleri Ecevit’in CHP’sine verdiler. CHP bu sayede seçimlerde en çok oyu alan ve en fazla milletvekili çıkaran parti oldu. Ne var ki, CHP’nin aldığı oy ve çıkardığı milletvekili sayısı gene de tek başına hükümeti kurmaya yetmemişti. Bu durumda hükümeti gene sağ partiler koalisyonu kuracaktı. Böylece AP, MSP ve MHP’den oluşan 2. MC hükümeti dönemi başladı. Faşist saldırılar ve polis baskısı 2. MC döneminde de devam etti. Öte yandan sermaye ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesi de aynı keskinlikte sürüyordu. Bunun en somut belirtisi ise, MESS ile Maden-İş arasındaki uyuşmazlığın, yaygın kitlesel grevlere dönüşmüş olmasıydı.
Tekelci sermayenin saldırısına metal işçilerinin yanıtı: Toplu grev
Daha birkaç ay önce, MC hükümetinin yeniden açmak istediği DGM’lere karşı direnişin en ön saflarında yer almış olan metal işçileri, şimdi de kazanılmış haklarını korumak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için tekelci büyük sermayenin örgütü MESS’e karşı çetin bir mücadeleye hazırlanıyorlardı. O tarihte MESS’in başındaki şahsın Turgut Özal olduğunu hatırlarsak, bu örgütün işçi sınıfına ve DİSK’e nasıl baktığına dair ayrıca bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırız!
1976 yılının Eylül ayında DGM’lere karşı demokratik direniş hakkını kullanarak politik bir eylem ortaya koyan pek çok metal işçisi, MESS’in talimatıyla işlerinden atılmış ve kara listeye alınmıştı. Sermayenin bu azılı işçi düşmanı örgütü, bilinçli metal işçilerine ve onların mücadeleci örgütü Maden-İş’e duyduğu düşmanlığı hiç gizlemiyordu. Çünkü Maden-İş, hem DGM direnişinde gösterdiği militan mücadeleyle, hem de ardından gelen toplu sözleşme görüşmelerinde geri adım atmayarak, sermaye karşısında uzlaşmacı ve teslimiyetçi bir yolu değil, sınıf mücadeleci bir yolu seçtiğini açıkça ortaya koymuştu.
Maden-İş sendikası ücretlerin artırılması, sosyal hakların geliştirilmesi, haftalık çalışma saatlerinin kısaltılması, yıllık izin sürelerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş güvencesinin sağlanması, kıdem ve işsizlik tazminatlarının yükseltilmesi gibi konularda ileri taleplerle çıkmıştı MESS’in karşısına. Maden-İş’in talepleri arasında, DGM direnişi nedeniyle işten atılan sendika temsilcilerinin ve işçilerin işe iadesinin sağlanması ve yasalarda adı “bahar bayramı” olarak geçen 1 Mayıs gününün, “uluslararası işçi bayramı” olarak toplu sözleşmelere yazılması talebi de yer alıyordu. Maden-İş sendikası bu talepleri, işyerlerinde, sendika şubelerinde işçilerle birlikte günler süren toplantılar yaparak hazırlamıştı.
Ne var ki MESS, işçilerden gelen bu talepleri karşılamak bir yana, toplu sözleşme masasında müzakere etmeye bile yanaşmadı. Çünkü MESS, Türkiye kapitalizminin yapısal bunalımının derinleşmekte olduğu koşullarda, yeni bir sözleşme düzeni getirerek ücret artışlarını sınırlamak ve diğer işçi haklarını da (örneğin kıdem tazminatını, yıllık izinleri, ikramiyeleri vb.) dondurmak istiyordu. Bu nedenle daha baştan toplu sözleşme masasına uzlaşmaz bir tavırla oturan MESS, önceden kurgulanmış bir stratejik amaç doğrultusunda hareket ettiğini açıkça ortaya koydu. Kendisine üye olan patronları Maden-İş karşısında domuz topu gibi birleştirip bloklaştıran MESS, DİSK’in kuruluşuna öncülük etmiş, 15-16 Haziran direnişinde başı çekmiş, DGM direnişini örgütlemiş ve mücadeleciliğiyle işçilerin haklı güvenini kazanmış olan Maden-İş’i yenilgiye uğratmak ve böylece militan sınıf sendikacılığı anlayışına esaslı bir darbe vurmak istiyordu.
MESS, çok sayıda işçinin katılacağı kitlesel bir grevi, Maden-İş’in nasıl olsa göze alamayacağını, alsa bile mali zorlukları nedeniyle böyle bir grevi yürütmeye gücünün yetmeyeceğini ve sonunda mutlaka pes edeceğini düşünüyordu. Bu nedenle, toplu sözleşme masasına “uzlaşmaz” bir tavır içinde oturan MESS’in bu meydan okuyucu tavrı, aslında büyük sermayenin örgütlü işçi hareketine ve özellikle de DİSK’in temsil ettiği mücadeleci sınıf sendikacılığına karşı genel bir saldırıya hazırlandığının işaretlerini veriyordu.
Yürütülen toplu sözleşme görüşmelerinin, MESS’in bu “meydan okuyucu” tavrı nedeniyle uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine, Maden-İş sendikası 1977 başında 60’a yakın işyerinde topluca grev kararı aldı. Bu grev kararıyla birlikte metal işçileri, sermayenin dayatmalarına boyun eğmeyeceklerini açıkça ortaya koymuş oluyorlardı. Metal işçilerinin ekonomik alanda başlattığı bu mücadele, tekelci büyük patronların ve MESS’in saldırgan tutumu nedeniyle kısa zamanda ideolojik ve siyasal bir mahiyet kazanacak ve işçi sınıfının tümünü ilgilendiren bir mücadele haline gelecekti.
Maden-İş sendikası, o güne kadar Türkiye’de görülmemiş bir kitlesel işçi katılımıyla grev mücadelesine hazırlanmaktaydı. Fabrikalarda en alt birimlerden (üretim ünitelerinden) başlayarak grevi örgütleme çalışmaları yürütülüyor, işçilerin talepleri ve düşünceleri alınıyor, eğitimler yapılıyor, komiteler kuruluyor, dayanışma için farklı işkollarından sendikalarla, sosyalistlerle, emekçi kadın hareketiyle, ilerici-demokrat kesimlerle, aydınlarla, devrimci gençlerle vb. ilişkiler geliştiriliyordu. Metal işçilerinin MESS patronlarıyla olan bu mücadelesi, toplu grevler başladıktan kısa bir süre sonra ilerici-sol kamuoyunu da etkileyecek ve grevci işçiler etrafında giderek genişleyen bir dayanışma ağı oluşmaya başlayacaktı.
Maden-İş sendikası 1 Mayıs olaylarından 30 gün sonra, grev kararı aldığı işyerlerinde grevleri fiilen başlatmıştı. İlkin 31 işyerinde grevi başlatan Maden-İş, daha sonra grevi 64 işyerine yayacaktı. Buna karşılık MESS de 13 işyerinde lokavt başlatmıştı. MESS’in lokavt başlattığı bu işyerlerinde Maden-İş grev kararı almış fakat henüz greve çıkmamıştı. Yani bu işyerlerinde üretim devam ediyordu. MESS’in bu işyerlerinde lokavt uygulaması ve işçileri sokağa atması tam bir misilleme saldırı ve işçilere verilmiş gözdağıydı. MESS’in bu saldırgan tavrının kamuoyunda yankı bulması gecikmedi. Metal işçileriyle dayanışmanın boyutları daha da genişledi. Siyasal anlayışları ne olursa olsun lokavta karşı olan hemen tüm kuruluşlar, bu arada Türk-İş yöneticileri de MESS’in bu uygulamasını protesto ettiler.
Metal işçilerinin bu mücadelesi, başından itibaren “sınıfa karşı sınıf” şeklinde yürüyen ve politik mahiyet kazanmış olan bir mücadeleydi. 25 binden fazla metal işçisinin yürüttüğü bu kitlesel grevlerin gelişimi, hiç de MESS’in beklediği gibi olmayacaktı. 1960’lardan beri patronlar sınıfına karşı verilen mücadelelerde ve sınıf sendikacılığının gelişiminde hep başı çekmiş ve öncü bir rol oynamış olan metal işçileri, şimdi de haklarını gasp etmek isteyen tekelci sermayenin saldırılarına karşı ayağa kalkmışlardı. İşçiler geri adım atmamakta kesin kararlıydılar. Üstelik işçiler bu grevin çok uzun sürebileceğini ve Maden-İş’in mali olanaklarının sınırlı olduğunu bilerek ve ayda yalnızca 1000 lira gibi sembolik bir grev ödeneğini kabul ederek çıkmışlardı bu greve. Grev mücadelesini aynı anda başlatan binlerce metal işçisinin patron sendikası MESS’e karşı duydukları sınıf kini, onların mücadelelerinde ve grev çadırlarındaki öfkeli dik duruşlarında yansıyordu. İşçilerin grev süresince gösterdikleri canlılık ve kararlılık, “para almadan nasıl bu grevi yürütecekler” diyen ve ellerini ovuşturarak grevin bir an önce çözülmesini bekleyen MESS patronlarını kısa zamanda hayal kırıklığına uğratacaktı!
Grevci işçiler başlattıkları toplu grevleri, patronlara inat tam 8 ay boyunca dimdik ayakta ve militan bir kararlılık içinde sürdürerek MESS’e geri adım attırdılar ve haklarını gasp ettirmediler. Üstelik metal işçileri bu mücadeleyi, burjuvazinin grevi kırmak için başvurduğu her türlü saldırıya, yalana ve demagojik propagandaya rağmen başarıyla yürütmüşlerdi. Burjuvaziye göre, Maden-İş sendikasının başlattığı bu grevler, büyük sermayenin ekonomik çıkarları açısından olduğu kadar, genel olarak burjuvazinin ve onun devletinin sınıfsal-ideolojik çıkarları açısından da “zarar verici”, dolayısıyla “tehlikeli” grevlerdi! Bu nedenle de, daha grevler başlar başlamaz burjuvazinin propaganda makineleri de işlemeye başlamıştı. MESS’e göre Maden-İş bu grevleri ekonomik hak aramak amacıyla değil, siyasi amaçla yapıyordu. MESS’in bu açıklamalarına dayanan burjuva basın da günlerce kamuoyunu grevci işçilere ve Maden-İş’e karşı kışkırtmıştı. Fakat öte yandan, burjuvazinin bu saldırıları karşısında, grevci işçiler cephesinde müthiş bir dayanışma çemberi oluşmuştu.
Metal işçilerinin ortaya koyduğu bu büyük grev mücadelesinde, işçilerin gerek kendi aralarında gerekse ilerici-sol güçlerle birlikte ürettikleri devrimci dayanışma ve eylem birlikteliği, mücadeleye hazırlanan işçi sınıfının diğer kesimleri için de son derece önemli bir deneyim ve yaşayan canlı bir örnek oluşturdu. Nitekim metal işçilerinin ortaya koyduğu bu militan sınıf mücadelesi deneyimi, diğer sınıf sendikalarına da örnek teşkil edecek ve bir sonraki dönemin toplu sözleşme ve grev mücadelelerinde “ortak mücadele ve eylem birliği” anlayışı yaygınlaşmaya başlayacaktı. İşçi cephesinde yaşanan tüm bu gelişmeler, burjuvaziyi ürküten gelişmelerdi kuşkusuz!
Maden-İş’in 8 ay süren toplu grevleri, 1978 yılının Şubat ayında imzalanan toplu iş sözleşmesiyle sona ermişti ama yeni bir grev dalgası daha sırada beklemekteydi. Çünkü Maden-İş sendikası ile MESS arasında, yürürlük tarihi gelmiş başka bir grup işyeri için yürütülen toplu sözleşme görüşmeleri de gene uyuşmazlıkla sonuçlanmış ve bu işyerleri için de grev kararı alınmıştı. Maden-İş grev kararı aldığı 21 işyerinden 8’inde grevi fiilen başlatacaktı. Fakat bir önceki toplu grevlerde metal işçisinin mücadeleciliğini ve direncini tanımış ve dersini almış olan MESS, bu kez çabuk pes edecekti! Bu nedenle, kısa süren bir grevden sonra, 21 Temmuz 1978’de toplu sözleşme bağıtlandı ve Maden-İş üyeleri bir önceki sözleşmeye benzer haklar elde ettiler.
Maden-İş sendikası bu uzun ve kitlesel grev mücadelesinin deneyimini yaşadıktan ve metal işçilerinin mücadeleciliğini bir kez daha gördükten sonra, yeni bir karar aldı ve büyük grev mücadelesine katılmış bütün işyerlerinin sözleşmelerinin bitiş tarihlerini birleştirdi. Dolayısıyla gelecek toplu sözleşme döneminde pek çok işyerinin sözleşme görüşmeleri aynı anda başlayacaktı. Buna göre, 1979 yılının Eylül ayında başlayacak olan toplu sözleşme görüşmeleri 122 işyerini ve 40 bin işçiyi kapsayacaktı. Üstelik Maden-İş sendikası aldığı bu kararın ardındaki düşünceyi de hiç saklamıyordu: “Burjuvazi bizi kavgaya davet etti, davetleri kabulümüzdür!”
Gerçekten de, 1980 yılına girildiğinde, tekelci sermayenin büyük fabrikalarının da içinde olduğu 122 işyerinde, 40 binden fazla metal işçisi, bir önceki çetin mücadele deneyimlerinin de birikimiyle, sermayeye karşı yeni bir kavgaya hazırlanıyorlardı.
Maden-İş’in kitlesel katılımla sürdürdüğü bu toplu grevler, ekonomik temellerde başlamış olmasına karşın zaman içinde politik bir nitelik kazanmış ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yürüyen sınıf mücadelesinin daha da keskinleşmesine yol açmıştı. Bu mücadele bir yandan işçilerin kendi sınıf güçlerine olan güvenini artırırken, diğer yandan da işçi hareketinin toplumun diğer ilerici kesimleri üzerindeki etkisini güçlendirecekti. Gerçekten de gerek DİSK’in gerekse Maden-İş’in, diğer emekçi kitle örgütlerinin gözünde güvenilir ve moral verici bir yeri vardı. Diğer taraftan şu da bir gerçek ki, sendikal hareketin böylesine sınıf mücadeleci bir konuma gelmesini sağlayan esas faktör, sendikal hareketi ayakta tutan ve geliştiren işçi kadroların politikleşmiş ve politik düzeyde örgütlenmiş oluşuydu.
Bu dönemde işçilerin fabrikalarında, patron uşaklarının yüreğine korku salar bir biçimde başları dik gezmeleri ve her koşul altında sendikal örgütlülüklerini yaşatma kararlılığı içinde olmaları, onların “kerameti kendinden menkul” işçiler olmasından değil, politik olarak örgütlenmiş işçiler oluşundandı. Maden-İş sendikasını mücadeleci, militan bir sınıf sendikası haline getiren, onun tabanındaki örgütlü sosyalist işçilerin (TKP’lisi, TİP’lisi, TSİP’lisi, Dev-Yol’lusu vb.) varlığı ve bu işçilerin fabrikalarda daha gerideki işçilere öncülük etmeleri ve kavgada onlara sınıf cesareti aşılamalarıydı. Maden-İş’in MESS’e karşı grevini “Büyük Grev” yapan, DİSK’in DGM’lere karşı direnişini başarılı kılan gerçeklik de buydu işte!
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XII, 27 Şubat 2009, https://marksist.net/node/2038