SSCB ve sözde sosyalist blokun çöküşüyle birlikte kapitalizmin ideologları başka birçok şeyin yanı sıra kapitalizmin yeni bir canlanma evresine girdiğini propaganda etmeye başladılar. 90’lı yıllardaki görece ekonomik toparlanma da buna önemli bir kanıt olarak sunuldu. Oysa 70’lerin sonları ve 80’lerin başlarından itibaren ve özellikle de söz konusu görece toparlanmanın yaşandığı 90’lar da dahil olmak üzere (hatta özellikle bu 90’larda), günümüze kadar gelen dönemde gördüğümüz görüntüler, insanlığa yeni ümitler ve heyecanlar veren, canlılık saçan bir sistemin görüntülerine hiç benzemiyordu. Bu dönem boyunca işsizlik kronikleşerek arttı, çalışma koşulları ağırlaştı, reel ücretler ve çalışanların yaşam standartları geriledi, her düzeyde güvencesizlik arttı; savaşlar ve militarizasyon, uluslararası sistemde gerilimler yükseldi, dünyanın her yerinde baskıcı devlet uygulamaları tırmandı, burjuva demokrasisinin kapsamı daraldı; ekolojik felâket çanları çalmaya başladı; suç oranları yükseldi; psikolojik rahatsızlıklar arttı; bilimdışı gerici düşünce biçimleri ve batıl inançlar güç kazanmaya başladı; kültürel gerileme ve yozlaşma yaygınlaştı vb. Bunların, canlılıktan ziyade, olsa olsa bunayan bir sistemin işaretleri olduğu gayet açık.
Bunlar ve sayılmayan daha nice olumsuz gösterge, ya kapitalist sınıfın işçi sınıfına ve diğer emekçi kitlelere doğrudan saldırısı ya da bu saldırıların sonuçları anlamına gelmektedir. İşin aslı, tarihsel bir bunalım yaşamakta olan kapitalizm bu tabloyla tarihsel açıdan çoktan gericileşmiş karakterini daha belirgin biçimde ortaya koymaktadır yalnızca. Bu saldırıların temel bir yönü bunalımın faturasını işçi sınıfına çıkarmaktır. Kapitalist üretim tarzı bu bunalım koşullarında yeni zenginlik yaratmada bir önceki döneme nazaran daha fazla zorlanmakta ve yaratılan zenginliğin şu ya da bu biçimde işçi sınıfına giden kısmını azaltarak kendi payını arttırmak istemektedir. Bunun alanlarından birisi de işçi sınıfının emeklilik ve sağlık yitimi gibi hayati durumları için kullanmakta olduğu fonlardır.
Türkiye’de burjuvazinin uzun süredir dile getirdiği ve şimdilerde AKP hükümetinin gündeme soktuğu sosyal güvenlik sistemi “reformu” da tüm dünyada bu kapsamda yürütülmekte olan aynı saldırının sadece bir ayağını oluşturmaktadır. Hükümet hazırladığı yeni yasa tasarısıyla kadınlarda 58 erkeklerde 60 olan emeklilik yaşını 68’e (tepkileri yatıştırmak için son aşamada 65’e indirildi), 7000 olan prim gün sayısını 9000’e yükseltmeyi, emeklilik maaşlarını da %23 ilâ 33 oranında düşürmeyi, ayrıca Genel Sağlık Sigortası (GSS) adı altında ancak belirli türde hastalıkların tedavisini karşılamayı hedeflemektedir. Bunlar genel olarak sağlık ve emekliliğe ulaşmanın, özellikle işçi sınıfının yeni nesilleri için daha da zorlaşması anlamına gelmektedir. Bundan önce de, 1999 yılında, toplum depremin en acılı günlerini yaşamaktayken sinsice parlamentodan geçirilen yasal düzenlemelerle yine emeklilik yaşı arttırılmış (kadınlarda 50’den 55’e, erkeklerde 55’ten 60’a), prim gün sayısı yükseltilmiş (5000’den 7000’e) ve sağlıkta katkı payı ağırlaştırılmıştı. Bugün gündemdeki düzenlemelerin aynı saldırının ikinci etabını oluşturduğu gayet açık görülmektedir. Oysa o günlerde hükümet ve bürokrasi yapılan düzenlemeyle geleceğe ilişkin sosyal güvenlik sorununun artık çözümlenmiş olduğunu ve yeni düzenlemelere gerek olmadığını duyurmuştu.
Bu saldırıları püskürtebilmenin ve kazanımlar elde edebilmenin temel şartının militan bir mücadele olduğuna şüphe yok. Ancak bunun yolu öncelikle saldırının doğasını, kaynağını ve bağlamını doğru anlamaktan ve bu temelde doğru bir mücadele perspektifi çizmekten geçmektedir. “Sosyal devlet”, “refah devleti” perspektifiyle verilecek mücadelenin, tüm reformist stratejiler gibi, ufku sınırlıdır ve başarı şansı yoktur. Özellikle son çeyrek yüzyılda tüm dünyadaki mücadeleler bunu çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Bu dönemde işçi sınıfının bu saldırılara karşı mücadelesine yön veren reformist strateji onun sürekli olarak kaybetmesine yol açmıştır. Aslolan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir ve her türlü reformlar ve kazanımlar da bu mücadelenin şu ya da bu biçimdeki yan ürünleri olarak elde edilmişlerdir. İşçi sınıfı ne zaman düşmanın yüreğine bir devrim korkusu saldıysa o zaman kazanmış, ne zaman bu niteliğini yitirmişse kaybetmiştir.
Rosa Luxemburg’un daha Ekim Devriminden yıllar önce Sosyal Reform ya da Devrim broşüründe söylediği gibi: “Reform çabasının devrimden bağımsız kendi başına bir gücü yoktur. Her tarihsel dönemde reformlar için çaba son devrimin itkisiyle alınan yön doğrultusunda sürdürülür ve son devrimin itilimi kendisini hissettirmeye devam ettiği ölçüde sürer.”
Ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve saldığı korku birkaç türlü sonuca yola açar. Ya burjuvazi pek taviz vermeyerek işleri açık bir boy ölçüşme noktasına götürür, ki bu genel olarak işçi sınıfı açısından başarılı bir devrimle veya bir karşı-devrimle sonuçlanır, ya da burjuvazi genellikle önemli tavizler vererek işçi sınıfını yatıştırmayı başarır. Burjuvaziyi tavizler vermeye zorlayan temel etmen sınıf mücadelesi olmakla birlikte tek faktör bu değildir. Aynı zamanda kapitalizmin ve burjuvazinin içinde bulunduğu genel durum da burada bir rol oynar. Eğer kapitalizmin bir canlanma ve yükseliş evresi söz konusuysa burjuvazinin işçi sınıfının baskısını tavizlerle göğüsleme kapasitesi artar.
Sosyal güvenliğe ilişkin işçi sınıfı lehine kazanım ve kayıpların tarihine baktığımızda bu etmenler açıkça görülmektedir. Kapitalizmde işçilere dönük ilk sosyal güvenlik sistemi Bismarck Almanya’sında başlatılmıştı. Böylece 1889 yılında işçilere emeklilik ödemesi yapmak üzere tasarlanan ilk devlet sosyal sigortası hayata geçmişti. Bismarck Avrupa’da ve özellikle Almanya’da yükselen sosyalist işçi hareketinin önünü almak amacıyla bu adımı atmıştı. Bismarck, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisini yeraltına iten 1878 anti-sosyalist yasasını çıkarmış, fakat partinin illegalitede daha da güçlenmesi karşısında 12 yıl sonra, yani 1890’da yasayı kaldırmak zorunda kalmıştı. Ancak partinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini kırmak için yasak kaldırılmadan bir yıl önce bu emeklilik sigortasını gündeme getirmişti.
Daha sonra 1908’de İngiltere’de cılız bir düzenleme yapıldı, ki bu da 1890’lardan beri İngiliz sendikalarının yaşlılık sigortası için yürüttüğü mücadelenin ve Avrupa sosyalist işçi hareketinin genel yükselişinin bir sonucuydu. Daha sonra 1930’larda ABD’de işçi hareketinin muazzam yükselişinin ürünü olarak Roosevelt’in, hareketi yatıştırma amaçlı diğer birçok önlemlerinin yanı sıra 1935 yılında ilk sosyal sigortayı başlatmasını görüyoruz. Bu düzenleme de esas olarak Ekim Devriminin tüm dünya burjuvazisine salmış olduğu korkunun ürünüydü.
Ama sosyal güvenliğe ilişkin asıl yaygın gelişmeler İkinci Dünya Savaşından hemen sonra başlayacaktı. Birinci Dünya Savaşından Rusya’yı kaybederek ve Avrupa’yı da kaybetmenin eşiğinden dönerek çıkan dünya burjuvazisi ikinci savaş sırasında ve sonrasında yeniden yükselen devrimci dalgayı atlatabilmek için sosyal güvenlik sistemlerini tüm gelişmiş ülkelere yaygınlaştırdı. Nitekim tehlikeyi çoktan sezmiş olan İngiliz burjuvazisi daha savaş bitmeden (1942) geniş kapsamlı bir sosyal güvenlik öngören yeni planını hazırlamıştı. Savaş sonrası dönem aynı zamanda kapitalizm açısından muazzam bir yükseliş dönemiydi ve dolayısıyla bu tür tavizleri vermek burjuvazi için nispeten daha kolaydı. Bu aynı zamanda işçi sınıfı hareketi içinde reformizmi besledi, zira bir yandan kapitalizm nesnel planda ıslah olmuş gibi bir görüntü veriyor, bir yandan da öznel planda işçi sınıfının başına çöreklenmiş olan sosyal demokrat ve Stalinist önderlikler burjuvazinin devrim korkusunun ürünü olan reformların sahibi olarak boy gösteriyorlardı. Böylece “sosyal devlet” ya da “refah devleti” gibi kavramlarla anılan uygulamalar esasen bu dönemin ürünü olarak ortaya çıkmış oldu.
Ancak kapitalizmin bu görece canlı yükseliş evresi, kâr oranlarındaki düşüşün kritik noktaya gelmesiyle, yaklaşık olarak 1970’lerin ortalarında son buldu ve o günden bugüne kapitalist gelişme genel olarak önceki dönemle karşılaştırılamayacak ölçüde daha sancılı bir niteliğe büründü. Kâr oranlarının düşmesi ve rekabetin kızışması, kapitalistleri bunu telâfi edebilmek için, yaratılan toplam değerden işçi sınıfının aldığı payı kısıtlamanın yeni yollarını bulmaya sevk etti. Bir önceki dönemin yüceltilen Keynesçi ekonomi politikaları yerin dibine batırılır oldu ve bugün de yaygın olarak dillerde dolaşan neo-liberal politikalara geçiş süreci başlatıldı.
Ehlileşerek düzenin temel payandaları haline gelen geleneksel sol partiler ve sendikalar sayesinde zaman içinde devrim tehdidinin geçtiğine ve SSCB’nin kapitalist ülkelerde devrim gibi bir derdinin olmadığına da iyice kani olan burjuvazi daha önce vermek mecburiyetinde kaldığı ödünleri geri almak üzere saldırıya geçmekte sakınca görmedi. O günlerden bu yana süren bu saldırılarla işten çıkarmalar ve dolayısıyla işsizlik artmış, çalışma koşulları ağırlaşmış, reel ücretler gerilemiş, yaşam standartları düşmüş, emeklilik yaşı yükselmiş, emeklilik gelirleri düşmüş, sağlık ve eğitim gibi temel bazı hizmetler işçi sınıfı için ulaşılması giderek daha zor hizmetler haline gelmiş, yoksulluk artmış, güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşmış, işçiler her düzlemde örgütsüzleşmiş ve ağır kayıplara uğramışlardır. Tüm bu saldırıların sonucunda, artık burjuva medyanın bile saklayamadığı biçimde, gelir dağılımında işçi sınıfı aleyhine muazzam bir bozulma yaşanmıştır. Bunun anlamı, işçi sınıfının, kendi yarattığı değerin artık daha azını elde ediyor olmasıdır ki, tüm saldırıların hedefi de zaten buydu. Bu süreç bitmemiştir, aksine artan bir pervasızlıkla sürmektedir.
Sosyal güvenliğin ekonomi-politiği
Gerçekte zenginliğin tamamı işçiler tarafından yaratıldığı halde bunun ancak bir bölümü kendilerine dönmektedir. Üretim sürecinde yaratılan değer temel olarak ücret ve kâr biçiminde ikiye bölünür ve işçinin ödenmemiş emeğine kapitalistler kâr biçimi altında el koyar. Temel adaletsizliğin burada olduğunu unutmadan bölüşüm alanının diğer aşamalarına geçecek olursak: bu ilk temel bölüşümden sonra hem kapitalistlerin payından hem de işçilerin payından birtakım kesintiler söz konusu olur ki, bunlar esas olarak kapitalistlerin devletini finanse eden vergiler ve sosyal güvenlik fonları içindir. Kapitalistler bu paylarla da çok yakından ilgilenirler: bir yandan kendilerinden daha az vergi gitmesine (vergi indirimleri, sübvansiyonlar vs.), vergi yükünün işçi sınıfının sırtına yıkılmasına (genellikle KDV gibi dolaylı vergilerle) ve sosyal güvenlik fonları için kendilerinden yapılan kesintinin azalmasına (kayıt dışı uygulamalar bunun araçlarından biridir) uğraşırken, diğer yandan da işçilerin ücretinden her iki kanala giden kısmın mümkün olduğu kadar fazlasının, mümkün olduğu kadar dolaysız biçimde kendi ellerine geçmesini isterler. Bu sonuncusunu sağlamak için de, devlet bütçesinden işçilere dönen harcamaların kısılması (yani bütçenin, sosyal güvenlik fonlarının “açıklarının” finansmanında kullanılmasının engellenmesi) ve sosyal güvenlik fonlarının da doğrudan kendi kullanımlarına açılması için bastırırlar.
Bu nedenle burjuvazi, değişik ülkelerdeki farklı uygulamalara bağlı olarak, oluşan devasa fonların özel fonlara çevrilmesine, bunları borsa ve spekülasyonda kullanabilme hakkını elde etmeye, işçilerin bu fonlardan mümkün olduğunca kısıtlı yararlanmasını sağlamaya, buna mukabil işçilerin bu fonlara yaptığı ödemelerin mümkün olduğunca artmasına çalışmaktadır. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik maaşlarının azaltılması, sigorta kapsamındaki sağlık hizmetinin daraltılması gibi tedbirler, bu fonların işçiler tarafından kullanımını kısıtlama amaçlıdır. Özetlemek gerekirse, tüm bu düzenlemelerin temelinde açıkça burjuvazinin sınıf çıkarları yatmaktadır.
Yukarıda anlatılan tarihsel arkaplan üzerinde bu sınıf çıkarlarını gerçekleştirebilmek için dünya burjuvazisi sosyal güvenliğe ilişkin ortak genel saldırı programının unsurlarını ve buna uygun söylemi 70’lerin ortalarından itibaren oluşturmaya başladı. Thatcher ve Reagan’la sembolize olan 80’ler, sosyal güvenlik de dahil olmak üzere en genel anlamda işçi sınıfına dönük saldırıların tırmandırıldığı bir dönem oldu. Ancak özellikle hassas olan sosyal güvenlikteki saldırı ilk önce Pinochet’in başında olduğu faşist Şili rejimi tarafından 1981 yılında başlatıldı. Burada kamusal sosyal güvenlik sistemi faşizmin zoru altında tümüyle tasfiye edilip özel sigorta fonlarına geçildi. Böylece sosyal güvenlik toplumsal bir sorumluluk olmaktan çıkarılarak bireylerin kendi sorumluluğuna havale edildi. Başlangıçta işçilerin ağzına sürülen bir parmak bal mahiyetindeki bazı rüşvetler elbette ikna çabasının önemli bir parçasını oluşturuyordu. Bu yöntem genellikle bu tür geçişlerin hemen hemen hepsinde uygulanmaktadır. Ancak o günden bugüne Şili’de işçiler emeklilik ve sağlık hakları bakımından borsanın kaprisleri gölgesinde ciddi kayıplara uğradılar. Aynı uygulamalar daha sonra tümüyle olmasa bile önemli oranda özellikle ABD ve İngiltere’de hayata geçirildi. Ve ardından değişik tempo ve oranlarla tüm dünyada benzer yapılar oluşturulmaya başlandı. Bunun sonucunda son yıllarda özellikle ABD’de birçok özel emeklilik fonu kapitalistler tarafından batırılmış ya da muhasebe hileleriyle iflasları ertelenmiş durumda. Yalan ve rüşvetlerle geleceklerini bu fonlara emanet etmek zorunda bırakılmış olan milyonlarca işçi, emeklilik günlerini yoksulluk içinde geçirme tehlikesiyle karşı karşıya. Benzer skandallar başta İngiltere olmak üzere diğer ülkelerde de birbiri ardına patlak vermekte. Ancak işçilerin geleceği demek olan bu büyük fonlar kapitalistler için yalnızca ağızlarının suyunu akıtan mangır kesesi görünümünde ve onların bu fonlara tasallutu artarak devam etmekte.
Burjuvazinin saldırı argümanları
Burjuvazi bu alandaki saldırısını dünya ölçeğinde benzer argümanlarla yürütmektedir. Temel iddia şudur: Ortalama insan ömrü eskiye göre uzamış olduğu için yaşlıların nüfus içindeki oranı artmakta, böylece sosyal güvenlik sistemi çökme tehlikesine düşmektedir. Bu nedenle insanlar emeklilik geliri elde edebilmek için daha uzun yıllar çalışmalı, daha fazla “tasarruf” yapmalı ve daha az gelire razı olmalıdırlar! Ortalama ömrün uzaması nedeniyle bağımlı nüfusun arttığı doğru olsaydı bile (ki pek öyle değildir) bunun bedeline neden işçilerin katlanmak zorunda olduğu sorusunun cevabı yoktur? Kapitalizmin gerici yüzünü burada bir kez daha görmek mümkün. Uzun ve sağlıklı ömür genel olarak insanlar için sevinilmesi gereken bir şey iken kapitalizm bunu bir gazap olarak gösteriyor ve bunun için bedel ödetmek istiyor. Aslında sorulması gereken doğru soru şu olsa gerek: Neden uzun ve sağlıklı yaşamaktan vazgeçmek yerine, aslında her zaman işçilerden daha uzun yaşayan patronlar sınıfından vazgeçmeyelim?
Genel olarak bakıldığında işçinin emeğinin verimliliğinin muazzam ölçüde artmış olduğunu, eskiden bir üreten işçinin bugün bin ürettiğini görüyoruz. Dolayısıyla yaşlılar dahil herkese yetecek kadar zenginlik gani gani üretilmektedir. Diğer taraftan sosyal güvenliğe bağımlı nüfusun bir kesimini oluşturan yaşlı nüfus artmakla birlikte, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde doğum oranlarının düşmesi nedeniyle bağımlı nüfusun diğer dilimini oluşturan genç kesimin oranı azalmaktadır. Daha da önemlisi eskiden işgücüne katılımı daha sınırlı olan kadınlar çok daha büyük oranlarda işgücüne katılarak faal nüfusun oranını arttırmışlardır. Ayrıca, çalışmak isteyen milyonlarca işçiyi kapı dışarı edip işsizlik belâsına mahkûm ederek fiilen çalışan nüfusun oranını azaltan kim? Burjuvazinin bu tür demografik argümanlarının sosyal güvenlik sorunuyla ilgisi yoktur, bunlar tümüyle onun ideolojik çarpıtmalarıdır. Onun gerçek amacının ne olduğunu ve nereden kaynaklandığını, bunun hangi arkaplan üzerinde geliştiğini ise yukarıda açıkladık.
İdeolojik saldırının gizlediği hususlardan biri ise sosyal güvenlik fonlarının zarara sokulup mali dengelerinin bozulmasında başrolü bizzat burjuvazinin ve onun devletinin oynamış olduğudur. Bu suçlarını gizleyip sorumluluğu ikiyüzlüce yaşlıların üzerine atıyorlar. Bunun yanında mevcut sağlık ve emeklilik sisteminin birçok kötülük ve yetersizliklerinin geniş halk kitlelerinde yaratmış olduğu haklı memnuniyetsizlik ve tepki istismar edilerek, yeni düzenlemelere zemin hazırlanıyor. Bunun için genellikle yeni düzenlemelerdeki birkaç ikincil veya geçici olumluluk öne çıkarılıp, propaganda bunlar üzerinden yapılmaktadır. Oysa bir bütün olarak bakıldığında bunların bir saldırı olduğu ve eskiye göre daha kötü koşulları hazırladığı çok açıktır. Mevcut sistemin birçok olumsuzlukları olduğuna ve değişmesi gerektiğine şüphe yoktur. Ancak soru şudur: kimin yararına? Kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda mı, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitlelerin çıkarları doğrultusunda mı?
Son bir nokta olarak, borsa ve diğer sermaye piyasalarında işlem gören özel sigorta sistemlerinin işçiler açısından oynadığı ideolojik role değinmek gereklidir. Geleceği bu tür sistemlere bağlanan işçi, borsanın iniş çıkışlarıyla yatıp kalkan ve kendisini bir işçi gibi değil borsacı bir kapitalist gibi görmeye başlayan bir tür şizofrene dönüşür. Bu köleleştirici bir ideolojik etki yaratır ve bir işçi olarak çıkarlarından ziyade “yatırımcıların” çıkarlarını savunur hale gelir.
Kapitalizmin sağlık ve diğer insani ihtiyaçlara ters doğası
Baktığımızda tüm bu manzara kapitalizmin insanlığın sağlık ve sosyal güvenlik ihtiyacını kalıcı biçimde karşılama yeteneğinde olmadığını ve aksine bu açıdan tam bir gericilik dönemine girmekte olduğumuzu göstermektedir. İşçiler kapitalizm altında muazzam zenginlikler yarattığı halde bunların sonuçlarından giderek daha az yararlanabilmektedirler. Üretici güçlerin, bilim ve teknolojinin ulaştığı gelişme düzeyi daha az çalışmayı, daha fazla serbest zaman yaratmayı mümkün kıldığı halde, kapitalizmde bu, daha fazla çalışma, daha ağır şartlarda çalışma, daha fazla yoksulluk ve mahrumiyet anlamına geliyor. Daha sağlıklı ve uzun ömürlü bir yaşam mümkün olduğu halde kapitalizm bize daha sağlıksız ve kısa bir ömür vaat ediyor. Kapitalizmin gericiliğini bu temel göstergelerden daha iyi ne gösterebilirdi?
İşin temeline inecek olursak, sosyal güvenliğin özde, zor durumdakine (hasta, işsiz, yaşlı vb.) yardım anlamında toplumsal dayanışma ilkesinin bir dışavurumu olduğunu görürüz. Oysa bireyciliğe, acımasız rekabete, “her koyun kendi bacağından asılır” felsefesine dayanan kapitalizm, tabiatı gereği toplumsal dayanışma ilkesine düşmandır.
Bu temel ideolojik ilkeleri düstur edinen kapitalizmde ihtiyaç nesnelerinin ve hizmetlerin üretimi kâr esasına dayanır. Kaba bir özetle, kâr varsa üretim vardır, yoksa yoktur. Bu da meselâ sağlık gibi hayati bir ihtiyaca uygulandığında her türlü felâkete zemin hazırlar. Yeteri kadar parası olmayanlar hastane kapılarında titreyerek ölmeye ya da kötü ve yetersiz sağlık hizmeti almaya mahkûm olurlar. Bu alana yatırım yapan kapitalistler için toplumun sağlıklı değil sağlıksız olması iyidir. Ne kadar hasta, o kadar kâr! Bu nedenle örneğin nispeten ucuz olan koruyucu sağlık hizmetlerine yeterli önem verilmez. Son dönemlerde Türkiye’de tüberküloz gibi insanlığın büyük ölçüde yenmiş olduğu bazı bulaşıcı hastalıkların yeniden hortlamaya başlaması (birçok vakanın gizlendiği ortaya çıkmış bulunuyor), söz konusu saldırıların bir parçası olarak bu alandaki kasıtlı ihmalin çarpıcı bir sonucudur. Kapitalizm denilen bu canavarı neresinden tutarsak tutalım, insan sağlığı ile kapitalizmin ilkesel olarak bağdaşmadığını görürüz. Kapitalizmin özü sağlığa aykırıdır. İnsan sağlığı için en tehlikeli virüs kapitalizmin ta kendisidir. Ve sağlık için geçerli olan, emeklilik ve diğer sosyal güvenlik durumları için de aynen geçerlidir.
Mücadelenin perspektifi ve taleplerine dair
Burjuvazinin başlattığı saldırıların son çeyrek yüzyılda hayli mesafe kat ettiğini ve işçi sınıfının buna karşı koyamadığını belirtmiştik. Bunun sorumluluğu bir önceki genişleme döneminde nesnel ve öznel şartların etkisi sonucu işçi sınıfının önderliğini ele geçirmiş olan reformist (sosyal demokrat ve Stalinist) yapılardadır. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkeler için konuşacak olursak, İkinci Dünya Savaşı sonrası “sosyal devlet” uygulamaları temelinde kendilerine varlık zemini bulan reformist yapılar ve geleneksel işçi örgütleri, kapitalist saldırı karşısında ayaklarının altındaki toprağın kaymasıyla bocalamaya başladılar. Ve bu saldırıyı püskürtmekte tümüyle başarısız oldular. Ancak nesnel zemininin erozyona uğramasına ve saldırılar karşısındaki bu açık başarısızlığına rağmen reformist bakış açısı hâlâ yaygındır. Bunun sebebi alternatif bir devrimci odağın henüz oluşmamış olmasıdır.
Reformizmin mevcut şartlarda başarısızlığa mahkûm olmasının temel sebebi, kapitalizmin ana çerçevesini kabul ediyor olmasıdır. Eğer bu mantığı kabul ediyorsanız, günü geldiğinde aynı mantığın işinize gelmeyen sonuçlar üretmesini de kabul etmek zorunda kalırsınız. Bu nedenle başlangıçta belirttiğimiz gibi kapitalizmi aşan devrimci bir perspektife ve mücadele anlayışına ihtiyaç vardır. Sosyal güvenlik söz konusu olduğunda da bir bütün olarak kapitalizmi hedef tahtasına oturtmadan başarılı olma şansı yoktur.
Şu an Türkiye’de gündemde olan sosyal güvenlikle ilgili yasa tasarılarına karşı henüz yeterli bir işçi sınıfı muhalefeti ne yazık ki yok. Bunun işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğündeki büyük gerilemeden kaynaklandığını uzun boylu anlatmaya gerek yok. Ancak mevcut sınırlı muhalefetin önemli bir bölümü de sorunu kapitalizmin doğasıyla sağlam ve tutarlı biçimde ilişkilendirmekten uzak. Ya sorun basitçe hükümetlere (ve özellikle AKP hükümetine), ya IMF ve Dünya Bankası’yla yapılan anlaşmalara ya da neo-liberalizme indirgeniyor. Hâl böyle olunca da çözüm olarak ulusalcı ve devletçi renkler taşıyan bir “sosyal devlet” perspektifi öne çıkıyor.
Verilen yanlış izlenimlerden biri, IMF ve Dünya Bankası’yla anlaşmalar feshedilirse sorunun hallolacağı havasıdır. Oysa bu kurumların kıskacında olmayan emperyalist ülkelerde de aynı saldırılar yürütülmekte olduğu gibi, emekçi kitlelerin gözünü boyamak için borçları erken ödeyip bu kurumlarla anlaşmaları sona erdiren Brezilya ve Arjantin gibi ülkelerde de özde değişen bir şey yoktur. Dahası AKP hükümetinin bile yaklaşan seçimler öncesinde benzer bir manevra yapması olasılığı mevcuttur. Bu durumda ulusalcı temelde muhalefet yapanların ne diyecekleri merak konusudur.
İşçi sınıfının birtakım önemli kazanımlarının son çeyrek yüzyılda burjuvazi tarafından saldırılarla geri alınmakta olması olgusunu neo-liberalizmle özdeşleştirip bunun üzerinden yürüyenler ise, çözümü de, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı “refah devleti” günlerine geri dönülmesinde görürler. Bu tür bir yaklaşıma sahip olanların gözlerden gizlemeye çalıştıkları en önemli husus, kapsamlı sosyal reformların ve işçi sınıfının bu bağlamdaki tarihsel kazanımlarının ancak devrimci mücadelenin yan ürünü olduğu gerçeğidir. O nedenle işçi sınıfının kitlesel mücadelesinde anlamlı bir yükseliş ve devrimci kabarmalar yaşanmadıkça kaybedilen tarihsel kazanımların geri alınması ve yenilerinin elde edilmesi reformist bir hayal olarak kalacaktır.
1912 yılının başlarında Rusya’da gündeme getirilen işçi sigortası kanun tasarısına ilişkin olarak, o günlerde gerçekleştirilen parti konferansında Lenin’in kaleme aldığı ve kabul edilen kararda şöyle denmekteydi: “Konferans, bu ajitasyonun temel noktasının proletarya kitlelerine, yeni bir devrimci kabarış olmadığı sürece işçilerin durumunda gerçek bir düzelmenin mümkün olmadığını, gerçek bir işçi reformu sağlamak isteyen herkesin her şeyden önce, yeni bir muzaffer devrim için savaşması gerektiğini açıklamak olduğuna dikkat çeker.” (Sendikalar Üzerine, Bilim Y., 1975, s.299)
Yine aynı yerde Lenin mücadelenin somut taleplerinin sosyalist görevlerle ilişkili olarak ortaya konması gerektiğini belirtir: “Konferans, Sigorta Kanun Teklifi ile ilgili tüm Sosyal-Demokrat ajitasyonun, modern kapitalist toplumda proletaryanın sınıfsal konumuna ilişkin olarak ortaya konulması ve sosyal reformistler tarafından yayılan burjuva hayallerini eleştirmesini gerektiğini; bu ajitasyonun genel olarak bizim temel sosyalist görevlerimizle ilişkili biçimde yürütülmesi gerektiğini (…) önemle vurgular.” (age, s.298)
İlgili konferans kararında somut talepler ise şöyle sıralanır: “İşçi sigortasının en iyi biçimi, aşağıdaki ilkelere dayalı devlet sigortasıdır: a) işçiler için bütün çalışamamazlık durumlarında (kaza, hastalık, yaşlılık, sürekli sakatlık; çalışan kadınlar için gebelik ve doğurma sırasında ek yardımlar; geçimi sağlayan kişinin ölümü üzerine dul ve yetimlere yardım) ya da işsizlik nedeniyle para kazanamama durumunda [sigorta tazminatı] sağlanmalıdır; b) sigorta tüm ücretlileri ve ailelerini kapsamalıdır; c) tüm sigortalılar, kazançlarının bütününe eşit tazminatlar almalı ve tüm sigorta masrafları işverenler ve devlet tarafından yüklenilmelidir; d) tüm sigorta biçimleri, bölgesel tipte ve bütün yönetimin sigortalıların kendilerine ait olması ilkesine dayalı tek tip sigorta örgütleri tarafından yürütülmelidir.” (age, s.296-7, vurgular orijinalinde)
Doğrusu Lenin’in sosyal güvenlik kapsamında yıllar önce ortaya koymuş olduğu somut önerilere bugün için bile ilave edecek fazla bir şey yok gibi görünüyor.
link: Levent Toprak, Kapitalizmde Sosyal Güvenlik, Nisan 2006, https://marksist.net/node/979
Kapitalizm Çıldırtır!
Emperyalist Savaş Devam Ediyor