Küba devlet başkanı Raul Castro’nun 15 Aralıkta ABD başkanı Obama ile telefonda görüşmesi ve ardından ikisinin de ABD-Küba ilişkilerinin “normalleşmesi” yönünde ilerlemek istediklerini ve diplomatik ilişkilerin yeniden başlayacağını açıklamaları tüm dünyada ilgiyle karşılandı. Zira 53 yıldır diplomatik ilişkileri kesik olan bu iki ülke arasında kesintisiz bir soğuk savaş durumu söz konusuydu ve yapılan açıklamalar bu durumun değişeceğine işaret ediyordu.
Atılan bu adımın zamanlamasında hiç kuşkusuz emperyalist hegemonya mücadelesinin geldiği aşamanın da önemli bir rolü bulunmaktadır. Yürüyen emperyalist paylaşım savaşının kutup başlarını oluşturan ABD ile Rusya arasındaki hegemonya mücadelesi her geçen gün daha da şiddetlenmektedir. Bu süreçte, ABD açısından 150 kilometre uzağındaki Küba’nın Rusya’nın nüfuz alanından uzaklaştırılması daha elle tutulabilir somutlukta bir amaç haline gelmiştir. Dolayısıyla, yaklaşık iki yıldır Kanada ve Papa Francis arabuluculuğunda yürüyen gizli görüşmeler sonucunda varıldığı ortaya çıkan bu anlaşmanın zamanlaması bu bakımdan da tesadüf değildir.
Castro ile Obama arasındaki görüşmeden iki gün sonra, her iki lider de gerçekleştirdikleri televizyon konuşmalarında, varılan anlaşmayı ve atılacak adımları özetlediler. Bu anlaşmanın hayata geçen ilk adımı “casus takası” oldu. Açıklamanın ardından, ABD 16 yıldır hapiste tuttuğu üç Kübalıyı, Küba da uzun süredir hapiste tuttuğu iki ABD ajanını serbest bıraktı. ABD’nin “güncellenmiş politik yaklaşımın temel bileşenleri” başlığı altında dile getirdiği ayrıntılı adımlar arasında, önümüzdeki aylarda Havana’da büyükelçilik açmak, “normalleşme” sürecinin parçası olarak üst düzey görüşmeler ve ziyaretler gerçekleştirmek, Küba’ya seyahat engellerini azaltmak gibi maddeler bulunuyor. Bunların yanı sıra, özel girişimcilerin ve küçük çiftçilerin ihtiyaç duyduğu araç, inşaat malzemesi vb. malların ihracındaki engellerin kaldırılması, bankalar arasında karşılıklı hesap açılabilmesi, Amerikan telekomüniskasyon şirketlerinin Küba’da faaliyet göstermelerine izin verilmesi türünden çeşitli hususlar da yer alıyor.
Bilindiği gibi Küba onyıllardır ABD ambargosu altında. Devrimin ardından Küba’daki Amerikan mülklerinin devletleştirilmesini bahane gösteren (devrimden önce toprakların üçte ikisi, sanayinin dörtte üçü Amerikan şirketlerinin kontrolündeydi) ABD 1960’tan itibaren Küba’ya ağır bir ambargo uygulamaya başlamıştı. Küba hükümeti bugüne dek devam eden bu ambargonun yıllık maliyetinin 685 milyon dolar olduğunu belirtmektedir ki, bu meblağın Küba gibi küçük bir ada ülkesi için sarsıcı boyutta olduğu açıktır. Küba’nın haklı olarak abluka diye nitelediği bu ambargonun sadece ABD’nin kendi şirket ve kurumları ile sınırlı olmadığı, dünyanın herhangi bir yerinden Küba ile ticaret yapmaya yeltenecek her şirket ve kuruma yönelik baskıları içerdiği düşünülecek olursa bunun anlamı daha iyi anlaşılır.
Küba ile ABD arasındaki anlaşma, ambargonun tamamen kaldırılmasına yönelik herhangi bir madde içermiyor. Ne var ki, ilerleyen süreçte ABD’nin Küba’yı “terörü destekleyen devletler” listesinden çıkarması ve ambargoyu resmen kaldırmasa bile büyük ölçüde esnetmesi bekleniyor. Uzun bir süredir Amerikan ticaret örgütlerinin ABD yönetimine Küba’ya yaptırımların hafifletilmesi yönünde basınç bindirdiği de hesaba katıldığında bunun uzak olmayan bir gelecekte gerçekleşeceğini tahmin etmek zor değil. Pek çok Amerikan tekeli ne zamandır Küba pazarına girmek için fırsat kolluyor. Anlaşmanın ardından çeşitli gazetelerde, General Motors’dan gıda devi Cargill’e pek çok şirketin atılan adımı sevinçle karşıladığına dair haberler çıkması da bunu doğruluyor.
Obama’nın sürece ilişkin değerlendirmeleri ve atılacak adımlara yönelik açıklamaları, eski hedefe yeni bir politik yaklaşımla ulaşma çabasına işaret ediyor. Öyle anlaşılıyor ki, ABD, çözülmekte olan Küba rejimini eski taktiklerle sıkıştırmanın onun kaskatı kesilmesine yol açabileceğini ve çözülmesini geciktireceğini görmüş ve taktik değişikliğine gitmiştir. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, onyıllardır sürdürülen izolasyon politikasının “demokratik, müreffeh ve istikrarlı bir Küba” yaratma amacını gerçekleştirmeyi başaramadığı ve geçmişin başarısız politikalarına saplanıp kalmaktan vazgeçildiği belirtiliyor. Küba’da gelişmekte olan özel sektöre ve “sivil toplum”a destek verileceği dile getiriliyor. ABD’nin “demokratik, müreffeh ve istikrarlı bir Küba”dan kastının ne olduğu açıktır: kapitalist bir Küba! Dolayısıyla Beyaz Saray açıklaması, bir yandan “ambargo ve soğuk savaş stratejisiyle Küba’yı kapitalistleştiremedik” itirafı, ama öte yandan kapitalist restorasyona hız kazandırmak için yeni politikalar izleneceği anlamına gelmektedir.
Buna mukabil Raul Castro, söz konusu durumu, “müreffeh ve sürdürülebilir bir sosyalizmin inşası doğrultusunda ekonomik modelimizi güncelleme işine koyulduk” diye açıklamaktadır. Castro’nun “model güncelleme” dediği şeyin ne olduğu da gayet açıktır ve “müreffeh ve sürdürülebilir sosyalizm” söylemi bu hakikati gizlemeye dönük bir örtüden ibarettir.
Küba’nın zaferi mi?
ABD, Küba’daki rejimi onyıllar boyunca ekonomik ambargo, suikast girişimleri, ajanlık faaliyetleri ve kirli propaganda yöntemleriyle yıkmaya çalışmış fakat salt bu yöntemlerle bunu başaramamıştır. Ne var ki Küba’daki bürokratik rejimin uzunca bir süredir içten içe çözülmekte olduğu da bir o kadar aşikârdır.[1] Bugün gelinen noktada gerek Küba’nın bürokratik egemen sınıfı gerekse ABD, bu gerçekliğin farkında olarak, kapitalistleşme sürecini nihayete erdirme yolunda daha ileri adımlar atıyorlar.
Bürokrasinin sınıf egemenliğinin hüküm sürdüğü bir bürokratik diktatörlük olan Küba rejimi, bilindiği gibi, SSCB’nin çöküşünün ardından ağır bir ekonomik kriz sürecine girdi. Bu krizi atlatmak amacıyla 1992’de dış ticaret üzerindeki devlet tekelini kaldıran ve koşullu da olsa yabancı sermayeye ülkede yatırım izni veren Küba, bu tarihten itibaren kapitalist restorasyon doğrultusunda bir evrim sürecine girdi. Bugün gelinen nokta bu gidişatta önemli bir aşamaya işaret ediyor.
Dört buçuk yıl önce yine Raul Castro bir ekonomik program açıklamış ve bu program kapitalist restorasyon sürecini alabildiğine hızlandırma işlevi görmüştü. Castro, devlet işletmelerinde çalışanların sayısının beşte bir oranında azaltılarak 1 milyon işçinin işten çıkartılacağını, küçük işletmelerin ve serbest mesleklerin önünün açılıp destekleneceğini, yabancı sermayeye yatırım yapması için 99 yıllığına toprak kiralayacaklarını ve artık işçi çalıştırmanın serbest olacağını açıklamıştı. Bu program o gün de tıpkı bugün olduğu gibi, “sosyalist ekonomik prensiplerin ön planda olduğu bir ekonomik model güncellenmesi” olarak nitelendirilmişti Küba hükümeti tarafından. O günlerde Marksist Tutum’da, tüm bu önlemlerin, özel mülkiyetin daha da yaygınlaştırılması ve ölçeğinin büyütülmesi, kapitalist pazar mekanizmalarının güçlendirilmesi ve teşviki anlamına geldiğini belirterek, yaşanan süreci şöyle değerlendirmiştik:
“Küba’nın bürokratik egemen sınıfı bu gidişatın kapitalizme doğru olduğunu baştan beri ısrarlı bir biçimde reddediyor olsa da gerçek budur. Son on yıllık dönemde yaşananlar, SSCB’nin çöküşe doğru hızlı adımlarla sürüklendiği Gorbaçov döneminde yaşananların ağır çekim bir tekrarını andırıyor. Küba işçi sınıfı, bürokratları başından def edip, tüm ekonominin, toplumun ve siyasal iktidarın yönetimini bizzat kendi ellerine almadıkça ve başta Latin Amerika işçi sınıfı olmak üzere dünya işçi sınıfının enternasyonalist dayanışma eliyle buluşmadıkça, sürecin akıbetinin SSCB’ninkiyle aynı olacağına kuşku yok. Küba hakkında dünya sosyalist hareketinde yaygın olan yanılsamalar düşünüldüğünde, bu yıkımın, yeni bir moral bozukluğu dalgasıyla, yeni tasfiyeci rüzgârlarla sonuçlanacağını da şimdiden öngörebiliriz. Yaşanan sürecin adını koyabilmek, gelmekte olanı soğukkanlılıkla öngörebilmek ve bu temelde işçi sınıfının öncüsünü eğitebilmek bu açıdan önem taşıyor.” (Oktay Baran, Küba’da Kapitalist Restorasyon Hızlanıyor, MT, Ekim 2010)
Ne var ki sosyalist hareketin geniş bir kesimi, yaşanan sürecin adını koymak bir yana, bugün gelinen noktayı “Küba’nın zaferi” ve “ABD’nin dize gelmesi” olarak yorumluyor. Oysa bir zaferden söz edilecekse buna olsa olsa “kapitalizmin zaferi” denebilir. Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin çöküşünün üzerinden 25 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen tarihten hiç ders çıkarmayan bu kesimler, hakkında büyük bir yanılsama yarattıkları Küba’yı “sosyalizm” ya da “yozlaşmış işçi devleti” olarak nitelendirmeye devam etmektedirler. Bunlar en fazlasından “Küba’nın karşı karşıya olduğu bazı riskler”den söz etmekle yetinmekte ve sosyalizme samimi bir inanç besleyen işçileri aldatmayı sürdürmektedirler.
Henüz SSCB çökmeden kaleme aldığı Marksizmin Işığında adlı kitabında Elif Çağlı, bürokratik rejimlerin, proleter devrimin dünya ölçeğindeki yeni bir atılımıyla yıkılmaya ya da bunun gerçekleşmediği koşullarda, eninde sonunda dünya kapitalizmi tarafından çözülerek son bulmaya yazgılı olduklarını dile getirerek şu gerçeğin altını kalınca çiziyordu:
“…bürokratik rejimin kurulmasıyla başlayan sürecin, kendi doğal evrimi içinde sosyalizme açık bir ucu yoktur. Bu bürokratik rejim, işçi sınıfı tarafından yıkılmadıkça, sürecin tek açık ucu vardır; o da dünya kapitalist sistemine entegrasyondur.”
“Sonuç olarak, bürokratik rejimler işçi sınıfının devrimiyle yıkılmadıkça, bürokrasi kendi dönüşüm sürecini yaşayarak, proletaryaya maddi ve manevi yönden çok büyük sıkıntılara ve acılara mal olacak bir çözülüş içinde adım adım dünya kapitalizmine entegre olacaktır; olmaktadır. Dolayısıyla böyle bir süreçte iki olasılık vardır:
İkinci olasılığın gerçekleşmesi durumunda, bürokratların burjuvalaşacağını dile getiren Çağlı, “Böyle bir sürecin kendi yolundan finale varması durumunda, bürokratik devlet ve bürokratik rejim sona erecek, insanlığın çok yakından tanıdığı burjuva devlet ve kapitalist düzen yeniden avdet etmiş olacaktır” tespitinde bulunuyordu.
Bu tespitler SSCB’den Çin’e tüm bürokratik diktatörlükler tarafından doğrulandı ve şimdi de Küba aynı sürecin son aşamalarına gelmiş durumdadır. Küba rejiminin sözcüleri “sosyalist prensiplerin ön planda olduğu bir ekonomik model güncellenmesi”nden dem vururlarken, aslında tıpkı Çin ve Vietnam’da yaşandığı gibi, bürokratik sınıf KP aracılığıyla devlet üzerindeki hakimiyetini sürdürürken, ekonomiyi devlet kontrolünde yabancı sermayeye açarak kapitalistleştirme programına işaret etmektedirler. Yürümekte olan salt bir ekonomik programdan da ibaret değildir.
“«Piyasa sosyalizmi» tartışmalarını çağrıştıracak şekilde, devlet mülkiyetinin olumsuzluklarından dem vurulması, emeğin verimliliğini arttırmak adına iş güvencesine ve sosyal haklara karşı saldırı kampanyasının başlatılması, çalışmanın teşvik edilmesi adına ücretler arasında büyük uçurumların önünün açılması vb. gibi olgular, Küba egemen sınıfı içerisinde kapitalizm hayranlığının giderek güçlendiğini kanıtlıyor.” (Oktay Baran, agm)
Küba’da egemen sınıfın bir parçası olan ekonomistlerin model olarak Çin ve Vietnam’ı örnek göstermeleri bile tutulanın nasıl bir yol olduğunu çıplak bir şekilde ortaya koymaktadır. “Biz de Çin gibi, Vietnam gibi yabancı sermayeye açılarak büyüyeceğiz ve zenginleşeceğiz” propagandasıyla işçi sınıfının zihnini bulandıran egemenler, Kübalı işçileri kapitalizme geçişe hazırlamaya çalışmaktadırlar. Oysa Çin ve Vietnam işçi sınıflarının durumu, kapitalist restorasyonun tamamlanması halinde Küba işçi sınıfının düşeceği duruma ayna tutmaktadır.
Kübalı işçi ve emekçiler, on yıllardır yoksulluğu ve yoksunluğu en derininden yaşamakta, çok zorlu koşullar altında ölüm-kalım mücadelesi vermektedirler. Ancak onları kurtaracak olan ne mevcut rejimin devamı ne de kapitalist restorasyondur.
Üretim araçlarının devletleştirilmiş olmasını Küba’daki rejimi “işçi devleti” olarak adlandırmakta yeterli gören pek çok Troçkist çevre de tıpkı Stalinist çevreler gibi, gerçekleri devrimci Marksizm temelinde açıklayanları Küba devrimine ve Kübalı emekçilere düşmanlıkla suçlamaktadır. Lakin asıl sınıf düşmanlığı, emekçilerde yanılsamalar yaratarak onları yaşananlar konusunda aydınlatmamak, gidişat konusunda gerekli açıklıkta uyarmamak ve gerçek kurtuluş yolunu göstererek bu yolda mücadeleye sevk etmemektir.
Enternasyonalist komünistler olarak sürekli vurguluyoruz: Küba işçi sınıfını savunmanın yolu, bürokrasinin sınıfsal egemenliği altındaki Küba devletini savunmaktan değil, onu bir proleter devrimle yıkmaktan ve sovyetlere dayalı bir işçi iktidarını demokratik temellerde inşa etmekten geçmektedir.[3] Bunun Küba gibi küçük, geri ve yalıtık bir ülkede tamamlanabilecek bir devrimci süreç olmadığı da açıktır ve Küba işçi sınıfının kaderi Latin Amerika işçi sınıfının kaderiyle iç içe geçmiştir:
“Küba işçi sınıfının çıkarlarının bugün yelkenleri şişirilen kapitalist restorasyon sürecinden geçmediği açıktır. Hiç kuşku yok ki, Küba işçi sınıfı bu kapitalist reformlara karşı mücadele etmelidir. Ne var ki bu mücadelenin hedefi ve perspektifi asla bugünkü bürokratik yapılanmayı muhafaza etmeye dönük olamaz. Küba proletaryası, mevcut düzeni alaşağı edecek bir proleter devrim perspektifiyle hareket etmek zorundadır. Ama biliyoruz ki, Küba gibi son derece kıt kaynaklara ve geri bir ekonomiye sahip bir toplumun kurtuluşu asla kendi içinde tamamlanabilecek bir süreç olarak düşünülemez. Küba proletaryasının kurtuluşu genelde dünya proletaryasının ve özelde de Latin Amerika proletaryasının kurtuluşundan bağımsız değildir. Kübalı işçiler, bir ilk adım olarak, kaderlerini Latin Amerika proletaryasına bağlamalı ve onunla devrimci işbirliğine girmelidirler.” (Oktay Baran, agm)
[1] Küba devrimine ve Küba’daki rejimin karakterine ilişkin ayrıntılı değerlendirmelerimiz için bkz. Akın Erensoy, Küba: Ulusal Devrimden Bürokratik Diktatörlüğe, www.marksist.com
[2] Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay., 1. bsk, s.163-164
[3] İlkay Meriç, Küba İşçi Sınıfını Savunmanın Yolu Nereden Geçiyor?, MT, Eylül 2008
link: Zeynep Güneş, Küba-ABD Yakınlaşması Neye İşaret Ediyor?, 4 Ocak 2015, https://marksist.net/node/3894
Petrol Fiyatları ve Ekonomik Kriz
Mikro Kredi Kandırmacası