İnsanlar tarihler boyunca yaşamlarını sürdürmek için hep bir mekâna ihtiyaç duymuşlardır. Tarih öncesi dönemlerde bu mekân kimi zaman bir ağacın kovuğu, kimi zaman bir mağara olmuştu. İnsanlar, tarih sahnesine çıktıklarından beri doğa ile karşılıklı birbirini koşullandırmış ve yaşam biçimleri de buna mukabil değişmiştir. İlk tarihsel iş olarak kendi maddi geçim araçlarını üretmiş, böylelikle kendi maddi yaşam biçimlerini de belirlemişlerdir. Üretici güçlerdeki gelişmeyle birlikte işbölümünde de yeni gelişmeler yaşanmış ve nihayetinde sınıflı toplumlara geçiş olmuştur. Sınıflı toplumlarla birlikteyse egemen sınıfın ezilen sınıf üzerindeki güç gösterisine dönüşen araçlardan biridir mekânlar ve her çağda hâkimiyetin timsali olagelmişlerdir.
Toplumun sınıflara bölünmesinin bir sonucu olarak tarih sahnesine çıkan devlet, en önemli siyasal egemenlik aracıdır. Bu egemenliğin simgeleri olarak kentler kuruluyor, kentlerin etrafını devasa surlar, içini de ihtişamlı görünüşleriyle tapınaklar, saraylar, piramitler ve artı-ürünler için anıtsal ambarlar süslüyordu. Bir güç gösterisi olarak bu yapılar hep bir mesaj aktarırlar. Azınlık bir sınıfın çoğunluk üzerinde hâkimiyet gösterebilmesinin bir aracı olan bu gösterişli yapıtlar karşısında yoksullar, fiziksel ve psikolojik olarak kendilerini zaten ezik hissediyorlardı. Nitekim bu, insanların davranışlarını da etkiliyordu. İbadet için gittiği bir tapınak ya da mabet, önünden geçtiği bir saray ya da piramit, görünüşüyle zaten kendisinden kat be kat büyüktü ve kendisini küçüldükçe küçülmüş hissediyordu. Böylelikle karşısındaki gücü niteliği itibariyle anlamlandıramıyor, ona tanrısallık atfediyordu.
İnsanlık tarihi düz bir çizgide ilerlemiyor, bugüne yürüyüşünde toplumsal altüstlükler devrimler ve karşı-devrimler eşlik etti ona. Bu serüvende, her toplumsal formasyon kendini var edip yine kendini tüketerek ilerledi. Miadı dolup da tarih hükmünü verdiğinde alarm zilleri çalmaya, homurtular yükselmeye başlıyordu. Böyle zamanlarda sayısız isyanlar patlak veriyor, kimisi bastırılıp eziliyor, kimisi kazanımla sonuçlanıyordu. Sınıflı toplumların en son aşaması olan kapitalizm, içerisinden doğduğu eski düzeni yerle yeksan ederek hâkimiyetini ilan etti. Toplumsal gelişmede önemli bir ilerleme kaydeden kapitalizm, var olan kentleri daha da büyütüp yeni kentlerin ortaya çıkışına ve kırsal nüfusun buralara akmasına zemin yarattı. Ne var ki genişleyip büyüyen kentlerde sorunlar azalmak bir yana, artarak devam etti. Konut ve barınma sorunu ezilen işçi sınıfının en büyük sorunlardan biri oldu. Hızlı göç dalgaları sonucu kent merkezlerinin çeperlerine gecekondular, gettolar yapılıveriyordu. Bir tarafta toplumsal ilerlemeden çok az pay alan ve sağlıksız evlerde yaşayan işçi sınıfı, diğer tarafta ise şatafatlı yaşamlarıyla, rezidans, villa ve yeni saraylarda yaşayan egemen sınıf! Bir anlamda, bugünün egemen sınıfı olan burjuvazi yine gökdelenler, villalar, modern saraylar gibi görkemli yapıları yükseltiyor, buralarda yaşıyor ama işçi sınıfı tıpkı geçmiş zamanların sömürülen ve ezilenleri gibi çok daha iptidai evlerde yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Dün piramitleri yükselten köleler, bugün de gökdelenleri yükselten ücretli köleler, o görkemli yapılar karşısında eziliyor, siniyorlar.
Kapitalizm altında artarak devam eden bu karşıtlık ve çelişkinin uç örneklerinden biri de Hong Kong’un tabut odalarıdır. İnsanı hayrete düşüren, insanlık adına utanç verici bir tablo ortaya koyan bu tabut odalar 1,5 ilâ 12 metrekare genişliğindeler ve bu odalarda yaşayanlar kafese tıkılmış gibi bir hayat sürdürüyorlar. Yattıkları yerde yemek pişiriyor ve yine aynı yerde tuvalete giriyorlar! Bir binadaki yüzlerce kutu odada binlerce kişi yaşıyor. Hong Kong bir yanda göz alıcı parlak ışıklı gökdelenler ve rezidanslarıyla biliniyor ama diğer yanda sağlıksız, ruh karartan tabut odalarda hayatta kalma savaşı veren yoksullar bulunuyor. En küçüklerinin aylık kirası 300 dolar civarında olan bu odalarda ailecek kalanlar bile var. Odanızın içine sıkışmış hareket edemez, ayağa bile kalkamaz halde yaşadığınızı düşünün. Büyük bir eziyet! Oysa evinizin huzur vermesi beklenir değil mi? Küçük kızıyla birlikte yaşayan bir kadına mikrofon uzatılarak “Burada yaşarken ne hissediyorsunuz” diye sorulunca kadın, “Kendimi hasta hissediyorum, eve geldiğim zaman sinirli oluyorum. Bir mezara girmiş gibi oluyorum. Eski evimizin banyosu bile buradan daha büyüktü” diye cevap veriyor.
Çin’e bağlı irili ufaklı bir grup adadan oluşan Hong Kong 7,5 milyon nüfuslu özerk bir bölge. İstanbul’un beşte biri büyüklüğünde yüzölçümüne sahip ve geliştirilebilir çok az alanıyla birlikte konut fiyatları astronomik boyutlara ulaşmış durumda. Batılı emperyalistlerin devasa sermaye yatırımlarının bulunduğu, Asya’nın birinci, dünyanın ise üçüncü büyük finans merkezi konumuna ulaşan Hong Kong’da neredeyse 200 bin kişi bu tabut evlerde yaşamını sürdürüyor. Marx sınıflı toplumların son temsilcisi olan kapitalizmi ne güzel anlatır: “Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öbür bölümünü de makine durumuna getirir. Us ama işçi için budalalık, aptallık üretir.”
Şimdiye kadar dünyanın bütün zenginlikleri sömürülen sınıfların emeği üzerinde yükseldi. Kentleri kuran, o gösterişli yapıları dikenler onlardı, uçsuz bucaksız tarlaları ekip biçen köylüler, okyanuslarda koca gemileri yapıp yüzdüren, devasa tapınaklara koca taşları diken kölelerdi. Keza şimdinin ucube gökdelenlerini yükseltenler de işçilerdir. Bertolt Brecht’in “Okumuş Bir İşçi Soruyor” adlı şiirinde dediği gibi tam da;
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
Kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
Altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
İşçi sınıfı bugün örgütsüz olduğu için ürettiği bütün bu zenginliklere yabancılaşmış durumda. Oysa işçiler üretiyor ve bütün güzellikleri de işçiler hak ediyor. Hayatın her alanından uzaklaştırılan işçiler gittikçe küçülen izbe evlere mahkûm olmamalı! İşçi sınıfı içine tıkıldığı tabutları da zincirlerini de kırıp atmalı. Bir araya gelmeli ve üzerine geçirilen kafesleri parçalamalı. Ancak o zaman mutluluğa ulaşıp hayatın coşkunluğuna erişebilir.
link: MT okuru bir sağlık işçisi, Hong Kong’un Tabut Evleri!, 15 Kasım 2017, https://marksist.net/node/6050
Zaman Makinesi: Hayaller ve Gerçekler
Kindarlaştırma Siyasetiyle Bozulan Toplumsal Doku