

Kapitalizmin krizler çağında egemenler için bir kriz daha peyda oldu; nüfus krizi! Doğurganlık oranlarının dünyanın birçok yerinde düşmesiyle birlikte ABD’den Çin’e, Rusya’ya, Avrupa ülkelerinden Türkiye ve Güney Kore’ye kadar pek çok ülkede burjuvazi alarma geçti. Doğum oranlarındaki düşüşün adeta bir felâkete işaret ettiğine dair demeçler veriliyor, oranı yükseltebilmek için türlü politikalar devreye sokuluyor. Düşük faizli krediler, arttırılan çocuk yardımları, uzatılan doğum izinleri, tüp bebek ve tedavi destekleri… Çocuk bezi satışının yaşlı bezi satışının gerisinde kaldığı Japonya’da, evlenmeye teşvik için bizzat kamu kurumları tarafından flört uygulaması dahi uygulamaya konuldu.
Doğurganlık oranı kadın başına düşen canlı doğum sayısına göre hesaplanıyor. Kadın başına ortalama çocuk sayısının 2,1’in altına düşmesi nüfusun azalacağını, genç nüfusun sayıca yaşlı nüfusun gerisinde kalacağını gösteriyor. 2023 verilerine göre Avrupa’da bu oran ortalama %1,54, ABD’de %1,62, Çin’de %1, Türkiye’de ise %1,51 olarak gerçekleşti. Nüfus artış oranının bu denli düşmesi, her zaman genç nüfusa ihtiyaç duyan burjuvazi için büyük bir tehlikeye işaret ediyor. Savaş ve salgın hastalık dönemleri dışında belki de ilk defa doğurganlık oranları bu denli düşmüş, genç nüfusun azalması tehlikesi bu denli artmıştır. Trump doğurganlık oranlarındaki bu düşüşün Batı için Rusya’dan bile büyük bir tehlike olduğunu söylerken, Elon Musk bu tehdidin insanlık için küresel ısınmadan bile büyük olduğunu söyleyerek el yükseltiyor.
Genç nüfus demek burjuvazi ve onun temsilcileri için ucuz ve yedek işgücü demektir, savaşa sürülecek kurşun asker demektir. Genç nüfusun yüksek olması bir yandan ücretlerin düşük tutulmasına imkân sağlarken diğer yandan da işsizliğin yani yedek işgücünün garanti altına alınması anlamına geliyor. Yaşlı yani üretim sürecinden çekilmiş nüfusu sırtında bir kambur olarak gören burjuvazi için genç nüfusun azalması emeklilik maaşını, yaşlıların sağlık ve sosyal güvenlik gibi giderlerini daha da büyük bir yük haline getiriyor. Hal böyleyken doğurganlık oranlarının yükselmesi, genç nüfusun yaşlı nüfusa oranının artması kapitalist sistemin efendileri için hayati önem taşıyor. Emperyalist paylaşımın kızıştığı, orduların büyütülmesine yönelik politikaların hayata geçirildiği bu dönemde genç nüfusun sayıca arttırılması ihtiyacı da büyüyor.
Bu nedenlerle birçok ülkede nüfusu ve doğum oranlarını arttırmaya yönelik politikalar hayata geçiriliyor. Örneğin dünyanın ikinci en yüksek nüfusuna sahip olan Çin 2016 yılına kadar tek çocuk politikası izliyordu. 2016 yılında bu sayı ikiye, 2021’de ise üç çocuğa çıkarıldı. Ancak doğum oranlarında bir artış yaşanmadı. Dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri haline gelen Çin, artan işgücü ihtiyacını karşılayabilmek için çocuk başına vergi indirimleri, maddi destekler, gençlerin evlenmelerini teşvik için eğitim programları, doğum izinlerinin arttırılması gibi politikalar uygulamaya başladı. Avrupa’da da çocuk destekleri arttırılıyor, kadınlar için esnek ve kısa çalışma, doğum izinlerinin arttırılması gibi politikalar devreye sokuluyor. Sağlığın emekçiler için pahalı ve ulaşılması zor bir hizmet olduğu ABD’de, sigorta şirketlerinin hamilelik ve doğum hizmetlerini sigorta kapsamına alması zorunlu kılındı. Doğurganlık oranı Avrupa ortalamasının altında kalan Türkiye’de ise 2025 “aile yılı” ilan edildi. Gençlere düşük faizli evlilik kredileri verilirken, çocuk başına verilen paralar arttırıldı.
Doğurganlık oranı neden düşüyor?
Doğurganlık oranlarının tüm dünyada eş zamanlı düşmesinin hem ekonomik hem de sosyal ve kültürel nedenleri var. Kapitalizm tüm dünyada kırı çözüyor, toplumun büyük bir bölümü kentlerde yaşıyor ve işçilik yapıyor. Her şeyden önce toplumsal yaşamdaki bu değişim kırdaki çok çocuk ihtiyacını ortadan kaldırıyor. Tarım ve hayvancılık gibi çeşitli işler, hane halkının bir bölümü bu işleri yaparken kalanının ev işleri, yaşlı-çocuk bakımı gibi işleri üstlenmesi gerekliliği gibi nedenlerle kırda hane nüfusunun fazla olması önemli bir avantajdı. Ancak şehirlerde yaşayan ve işçilik yapan aileler için çocuklar kırdaki gibi bir işgücü olmaktan çıkıp tamamen ailenin bakımı ve sorumluluğu altındaki bireylere dönüşüyor. Bu da ebeveynlerin, ailedeki yetişkinlerin iş yükünün, bu işler için ayırması gereken zamanın artması, çalışma olanağının azalması, hane gelirinin daha da düşmesi anlamına geliyor. Bu durum doğal olarak çocuk doğurma eğilimini azaltıyor.
Eğitim oranlarının ve eğitimde geçirilen sürelerin artması, evlenme yaşının dünya genelinde yükselmesi de doğum oranlarını düşürüyor. Kültürel olarak evliliğin ve çocuk sahibi olmanın toplumda bir statü konusu olması fikri değişiyor. Eskiye oranla çok daha fazla kadının çalışma yaşamına katılması, eskiden çok daha yaygın olan babaanne-anneanne gibi aile büyüklerinin çocuk bakımını üstlenmesinin azalması gibi nedenler de bu düşüşte etkili. Evliliğin ve çocuk bakımının eskisinden çok daha maliyetli hale gelmesi, artan yoksullaşmayla birlikte her iki ebeveynin de çalışmak zorunda kalması, çalışma sürelerinin uzaması ve daha birçok neden, çocuk yapmamaya ya da az çocuk sahibi olmaya teşvik ediyor.
Kapitalizmin toplumlarda yarattığı geleceksizlik, güvensizlik hissi de bu düşüşte rol oynuyor. Her gün yeni bir kriz yaratan, dünyayı yok oluşa sürükleyen bu sistem bireylerin kaygılarını arttırıyor. Dünyanın güvensiz bir hale geldiği, çocukları sağlıklı ve güvenli yetiştirmenin mümkün olmadığı, onlara parlak bir gelecek sunulamayacağı fikri çocuk sahibi olma düşüncesini korkutucu bir hale getiriyor. Ekonomik olarak çocuk bakımını üstlenebileceği halde bu kaygılar nedeniyle çocuk sahibi olmayan insanların sayısı artıyor.
Çelişkiler sistemi kapitalizm
Yukarıda sıraladığımız doğum oranlarının düşmesinde etkili olan tüm nedenlerin kaynağı kapitalizmdir. Büyük bir kültürel değişim yaratarak tarihsel toplumsal bir ilerlemeye yol açtığı gibi,yoksullaşmayı körükleyen, geleceksizliği ve güvencesizliği doğuran da kapitalizmdir. Çelişkiler üzerine kurulu bir düzen olan kapitalizm işleyişine devam etmek için genç nüfusa ihtiyaç duyarken bir yandan da çocuk sahibi olmayı hayatın olağan akışının bir parçası olmaktan çıkarıp zahmetli ve maliyetli bir tercih haline getiriyor. Emekçiler için dünyayı bir cehenneme çeviren, yoksulluk girdabını büyüten burjuvazi diğer yandan doğum oranlarını arttırmak için teşvikler dağıtıyor. Hayatın her alanını emekçilere dar edip, üç beş teşvikle doğum oranlarını arttırabileceğini düşünüyor.
Nüfus konusuna yönelik bir diğer çelişki ise geçmişten bu yana dillendirilen yoksulluğun ve sefaletin aşırı nüfustan kaynaklandığı, dünya kaynaklarının artan nüfusa yetmediği safsatasıdır. Protestan papaz Thomas Robert Malthus’un 1798’de öne sürdüğü bilimsellikten ve gerçeklikten uzak bu zırvalık zaman zaman egemenler tarafından tekrar hortlatılıyor. “1700’lü yıllardan itibaren nüfusta başlayan hızlı artış, 1789 Fransız devriminde sefalet içerisindeki kitlelerin öfkesinin açığa çıkışıyla birleştiğinde tüm Avrupa’da egemenlere korku salmıştı. Bir burjuva devrimi olmasına rağmen Fransız devriminin doğurduğu değişim ve eşitlik isteği her yere yayılıyordu, Malthus’un yok etmek istediği bu arzuydu. Onun temel güdüsü, yoksulluğu gerekçelendirmek, sorumluluğu kapitalist sistemin sırtından atıp «aşırı üredikleri»ni iddia ettiği yoksullara yüklemekti. Üstelik bunu yaparken, insanlığın refah içinde yaşanacak bir gelecek hayalinden vazgeçmesini, bunun imkânsız olduğunu ileri sürecek kadar da açık sözlüydü.”[*]
Malthus’un hiçbir bilimsel veriye dayanmayan bu teorisi kapitalist sistemin yarattığı yıkımın üstünü örtmek için kullanışlı bir araç haline geldi. Yanlışlığı çokça kez ortaya konmuş olmasına rağmen okullarda öğretiliyor, zaman zaman medyatik sözde bilim insanları tarafından tekrar gündem ediliyor. Ancak bir yandan nüfus artış hızının oldukça düştüğü diğer yandan üretim kapasitelerinin giderek arttığı bugünlerde, yoksulluğun azalmadığı tersine giderek derinleştiği gerçeği bir kez daha bu iddianın yanlışlığını ortaya koyuyor. Üstelik bazı dönemlerde nüfus artışını sınırlamak için bu gibi söylemlerin arkasına sığınan egemenler, şimdilerde nüfus artış hızının yükselmesinin ne denli hayati olduğunu anlatıyorlar. Zaman değişiyor, egemenlerin ihtiyaçları ve politikaları değişiyor ancak emekçiler için yoksulluk ve sefalet gerçeği değişmiyor.
Bu yıl piyango “aile”ye vurdu
Türkiye’de 2024 yılını “emekli yılı” ilan eden ve emeklilere adeta kan kusturan rejim, 2025 yılını ise “aile yılı” ilan etti. Gençlerin evliliğe teşvik edilmesi, ailelerin çocuk sayısının artması için seferberlik ilan edildi. Ne var ki asgari ücrete gerçeğin yanından bile geçmeyen resmi enflasyon oranının dahi altında bir zam yapılmasıyla başladı 2025. Sağlıktan eğitime, ulaşımdan barınmaya işçi ve emekçiler zam yağmuruna tutuldu. Bu koşullar altında işçi ailelerin daha çok çocuk yapmasını beklemek evsiz bir insana sağanak yağmurun romantik gelmesini beklemek kadar abestir.
Sadece bu da değil, Türkiye’de neredeyse gün aşırı aileler yok ediliyor. Depremlerde, sellerde, yangınlarda, iş cinayetlerinde nice ailenin ocağına ateş düşüyor. Şiddet, cinnet olayları, toplu aile intiharları artıyor. Toplumda huzur ve güven bırakmayanlar, sevgi, saygı, dayanışma gibi her türlü değeri toplumdan silip atmaya çalışanlar, ailelerinin ocağına ateş düşürenler “kutsal aile” kavramını ağızlarından düşürmüyorlar. Ama boş lafların yaşamın gerçekleri karşısında etkisi sınırlıdır. Nitekim Türkiye Avrupa’da son yirmi yılda doğurganlık oranının en çok düştüğü ülke olmuştur.
Erdoğan “2023 yılında ülkemizdeki doğurganlık hızı 1,51 seviyesine gerilemiştir. Açıkça ifade etmek gerekirse bu durum, alarm vericidir, Türkiye açısından varoluşsal bir tehdittir. Her fırsatta yaptığımız «en az 3 çocuk» çağrısının ne kadar önemli olduğunu böylece tekrar görmüş oluyoruz” diyerek ilan etti aile yılını. Erdoğan’ın iktidar koltuğuna oturduğu günden bu yana ağzından düşürmediği “üç çocuk” talebinin işe yaramadığını veriler ortaya koyuyor. Türkiye’de 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık oranı 2023 yılında 1,51’e kadar düştü. 2025 yılında Aile ve Gençlik Fonu adı altında yeni evlenecek gençlere 48 ay vadeli faizsiz 150 bin lira verileceği duyuruldu. Büyük bir müjdeyle sunulan fona başvuru koşulları ise küçük puntolarla satır aralarında geçti. 30 yaşını doldurmamış olmak, evlenecek gençlerin son altı ay boyunca aylık toplam gelirinin asgari ücretin 2,3 katını geçmemesi (2025 yılı kişi başı ortalama 25 bin lira), taşınmaz sahibi olmamak gibi birçok koşul öne sürüldü. Bunlarla da sınırlı değil, fondan yararlanmak için evlilik öncesi ve evlilik sonrası Bakanlığın sunduğu aile eğitimlerine katılmayı taahhüt etmeleri isteniyor gençlerden. Evlilik maliyetleri düşünüldüğünde devede kulak kalacak bu para için bile koşul üstüne koşul sıralanıyor.
Bir diğer teşvik ise çocuk başına verilen maddi desteklerin arttırılması oldu. Karar “1 Ocak 2025’ten sonra doğan ikinci çocuk için her ay olacak şekilde bin 500 lira yardım yapılacaktır. 1 Ocak 2025’ten sonra üçüncü çocuğunu dünyaya getiren anneye ise aylık 6 bin 500 lira ödeme yapılacaktır. Dördüncü çocukta ise yine 5 bin liralık yardım eklenecektir. Böylece 4 çocuklu bir ailenin hesabına toplam 11 bin 500 lira yatırılacaktır” denerek duyuruldu. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 70 bin lirayı aşmışken, çocuğun giyim, beslenme, eğitim gibi temel ihtiyaçları düşünüldüğünde hiçbir yaraya merhem olmayacak bu paralar ile doğum oranlarının artması bekleniyor. Üstelik bu destek sadece çocuklar beş yaşını doldurana kadar veriliyor.
Geçmişte yapılan teşvikler işe yaramadığı gibi bundan sonra aile yılı adı altında devreye sokulacak politikaların da rejim ve Türkiye burjuvazisinin umduğu yükselişi yaratmayacağı ortadadır. Çünkü kapitalist sistemin ve Türkiye’de rejimin yarattığı krizler artarak devam edecektir. Sebepler ortadan kalkmadan sonuçların birkaç basit müdahaleyle değişmesi beklenemez. Teşviklerin işe yaramadığı noktada tüm dünyada kürtaj yasakları, emeklilik yaşının daha da yükseltilmesi ve göçün teşvik edilmesi gibi politikalar da yaygınlaşacaktır.
Sonuç olarak egemenler ne kadar çırpınırsa çırpınsın hem kültürel ve sosyal dönüşümler hem de ekonomik durum nedeniyle aile başına üç dört çocuk düşen günler geride kaldı. Aksine, içinde bulunulan sefalet tablosu gençliğin davranışlarını çok hızlı biçimde değiştiriyor ve tüm dünyada gençlik ortak bir davranış sergiliyor. Boşanmalar artıyor, evlilik oranları düşüyor. Gençler ailelerinin yanından ayrılmıyor, ayrılamıyor. İşsizliğin bu ölçüde yaygın olduğu, ücretlerin bu ölçüde düştüğü, çocuk bakımının tamamen ailenin sırtına yıkıldığı, güven ve dayanışma duygusunun yerle bir edildiği bir dünyada farklı bir davranış beklenemez. Ev işlerinin toplumsallaştığı, çocuk bakımının toplumun kolektif emeğiyle gerçekleştiği, güvenlik ve gelecek kaygısının olmadığı, eğitimin ve sağlığın toplumun ücretsiz ve nitelikli bir şekilde ulaşabildiği hizmetler haline geldiği, yaşlıların yük, gençlerin ucuz işgücü olarak görülmediği bir dünyada, insanlar çocuk yapıp yapmamaya da özgür iradeleriyle karar vereceklerdir.
[*] Oktay Baran, Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk, 20/5/2020, https://marksist.net/node/6949

link: Elçin Karaca, Burjuvazinin Nüfus Problemleri, 4 Mart 2025, https://marksist.net/node/8459
Kırk Okka Tuzu Taşımadan Sevda Olur mu Hasan?