ABD Kongresi neredeyse oybirliğiyle şirketler için trilyonlarca dolar kurtarma paketlerini onaylarken, güvencesizlik, yoksulluk, kötü sağlık hizmetleri, kötü beslenme, işsizlik ve evden atılmalarla karşı karşıya kalan, hatta evsiz kaldığında çadırları parçalanan ABD işçi sınıfında öfke birikiyor. Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi kriz ABD’de de bir yandan rejimde otoriterleşme ve faşizm eğilimlerini tırmandırırken ve bu otoriterleşme kendisine kitle tabanı bulabilirken, diğer yandan ise krizin yarattığı koşullara, ırkçılığa, göçmen düşmanlığına ve kapitalizme yönelik biriken öfke kitleleri mücadeleye yöneltiyor.
ABD’de yapılan 2020 seçimi de bu koşulların ve dünya krizinin koşullandırdığı bir toplumsal atmosferde gerçekleşmiştir. Son 10 yılda Amerikan toplumundaki militan mücadele yönündeki dönüşümler, “İşgal Et” eylemleri, Wisconsin’de yüz bine varan işçi ve öğrencinin protesto gösterileri ve parlamento binasının işgali, polis şiddetine karşı son 6 yıldır artan ve Mayıs ayında tekrar tüm ülkeye yayılan eylemler, öğretmen grevleri ve işçi sınıfının bu grevlere duyduğu sempati, sosyalizme ilgi ve sempatinin artması, buna karşın faşist eğilimlerin ve örgütlenmelerin körüklenmesi, faşist unsurların devlet tarafından korunup desteklenmesi seçimin arka planının bazı yönleridir.[1] Böyle bir tarihsel dönemde gerçekleşen 2020 seçimleri Amerikalı işçi ve emekçilerde önceki seçim dönemlerine kıyasla çok daha farklı bir ruh halinin ayırt edilebildiği, seçime katılım ve ilginin son 120 yılın en yüksek oranına ulaştığı, Trump’un kutuplaştırıcı politika ve söylemlerinin de etkisiyle toplumsal kutuplaşmanın zirve yaptığı, özet bir tabirle “gergin” bir seçim dönemi olmuştur. Bu seçimlerde daha önce siyasete ilgi duymayanlar daha politize olmuş, liseli gençlikte bile bir politik uyanış yaşanmıştır.
Seçime ilginin artışı Demokrat aday Biden yönetimine yönelik bir umut beslenmesi temelinde değil, daha çok Cumhuriyetçi Trump’ın politikalarına tepki ve kötünün iyisinin seçilmesi motivasyonuyla olmuştur. Zira Obama yönetimi döneminde Demokrat Partinin “değişim” söylemi kitlelerin gözünde inandırıcılığını yitirmişti.[2] Öte yandan Trump’a verilen oylardaki artışı ise sadece ırkçılığa, faşizme, otoriterleşmeye destek verenlerden ibaret olarak algılamamak gerek. İşçi sınıfının bazı kesimleri derinleşen ekonomik krizin bunaltıcı koşullarında sınıfın çıkarları doğrultusunda rehberlik eden enternasyonalist ve birleştirici bir siyasi önderliğin eksikliği nedeniyle Trump’ın faşizan retoriğine kapılabilmekte; Trump’ın, örneğin bazı istihdam alanlarını Çin gibi ülkelerden ABD’ye taşımak, göçmen girişini engellemek gibi politikalarını çıkarlarına uygun zannetmekte; ırkçı olmasa bile sınırlardan göçmenlerin gelmesini kendi işine ve aşına yönelik bir tehdit olarak algılayıp daha katı göçmen yasalarının gerektiği propagandasına destek verebilmektedir.
Seçim öncesi gerilimi arttıran faktörler
Son yıllarda polis şiddetinin yanı sıra toplumu “nefessiz bırakan” kapitalist sisteme karşı eylemler yükselişteydi. Mayıs ayında siyah Amerikalı George Floyd’un polis tarafından katledilmesi ülke çapında protesto gösterilerini tetikledi. Bu eylemler aynı zamanda kurulu düzene bir karşı duruş niteliğine de büründü. Sadece 2015’ten bu yana en az 5000 kişinin ve sadece 2019 yılı içinde en az 1000 kişinin polis tarafından öldürüldüğü ABD’de yaygın gösterilere rağmen yine de polis cinayetleri hız kesmedi. Polis şiddetine faşist saldırılar eşlik etti, Trump saldırganları ve polisleri öven açıklamalar yaptı ve göstericileri suçlamaya devam etti. Faşist saldırganlar polis tarafından korundu ve saldırılarına göz yumuldu. Gösteriler sırasında bazı polislerin provokasyon amacıyla maske takıp camlar kırdığı iddiaları dolaşmaktaydı. 11 Eylül saldırılarından sonra sözümona ABD’yi dışarıdan gelecek “İslami terör” vb. tehlikelerden korumak amacıyla 2002’de kurulan İç Güvenlik Bakanlığına (Department of Homeland Security) bağlı kuvvetler gösterileri bastırmak için kullanıldı.
Son aylardaki bu olaylar siyahlarda Trump yönetiminden nefrete, tedirginliğe, seçimlere ilgilerinin artmasına ve 11 saate varan oylama kuyruklarına katlanmalarına yol açtı. Beyaz emekçiler açısından ise bir yandan siyah ezilmişliğini daha da anlamalarına ve empati kurmalarına katkı sağlarken bir kesimde de tersine ABD toplumundaki kutuplaşmayı arttıran faktörlerden biri oldu.
Polis şiddeti tekil olaylar olmaktan çok bir devlet politikasıdır ve işçi ve emekçileri düzen sınırları içinde tutmanın bir aracıdır. Polislerin cezasız kalması bu şiddetin sermaye lehine devam ettirilmesi açısından önemlidir. Yasal kolluk kuvvetlerinin ve yasaların yetmediği durumlarda, paramiliter ve faşist örgütlenmeler, mafya tipi çeteler devletin ve sermayenin hizmetine koşulur. Polis cinayetlerinin protestolara rağmen azalmamasının nedeni Trump yönetiminin ve devletin bilinçli olarak herhangi bir politika değişikliği yapmamayı tercih etmesidir.
Siyahlara uygulanan ayrımcılığın bir göstergesi de toplum genelinin %13’ü siyahken cezaevlerindekilerin %38’inin siyah olması. Eğer cildinizin rengi siyahsa ABD’de cezaevine girme riskiniz beyazlardan yaklaşık 6 kat daha yüksek. Siyahların toplumsal ve ekonomik güçlüklerinin suç oranına etkisi olsa da, yargı ve yürütmedeki sınıfsal ayrımcılık ve ırk ayrımcılığının bu yüksek oranlarda önemli katkısı var.[3]
Trump yönetimi 2016 seçim kampanyasından başlayarak iktidarı boyunca faşizan bir dil tutturmuş, ülkedeki faşist örgütlenmelerin önünü açmış, dünya genelinde faşist hareketleri örgütlemeye girişmişti.[4] Son yıllarda siyahlara karşı sivil saldırılar da artmıştı. Beyaz üstünlükçü ve neo-Nazi teşkilatların sayısı sadece geçen bir yıl içinde %4 artış gösterdi.
Silahsız siyahlar polis tarafından vurulurken mitinglerde silahla gezen faşistlere polis dokunmuyor. Trump yanlısı mitinglerde Amerikan iç savaşında ırkçı ve köleci politikayı savunan Konfederasyon güçlerinin bayrağı boy gösteriyor. Kimileri Konfederasyon bayrağını dövme olarak yaptırıyor, ABD ordusunda bu dövmeye izin veriliyor ve hatta askerî üsler ırkçı generallerin ismini taşıyor. Trump bu seçim kampanyasını bir nevi faşist hareketi güçlendirme aracı olarak kullanmıştır. Trump faşist saldırılar düzenleyen “Gururlu Gençler” (Proud Boys) grubuyla ilgili şunu söylemiştir: “Birileri Antifa ve sol ile ilgili bir şeyler yapmalı. Çünkü bu bir sağ kanat problemi değil. Sol kanat problemi.” Benzer şekilde Hitler de 1931’de ilişkide olduğu çetelerin faşizm karşıtlarını döverek öldürmesi nedeniyle yargılandığı davada “Ülke çok daha büyük bir tehlikeyle, aşırı sol ile karşı karşıya, ... solun kızıl katilleri gerçek bir problem. Eğer bir SA üyesi nefs-i müdafaa sınırlarını aşarsa onu bundan sorumlu tutamazsınız” diyerek tıpkı Trump gibi saldırganların yanında durmuş, bu saldırıların nedeni olarak solu göstermişti. Hâlbuki ABD’de 1994’ten Mayıs 2020’ye kadar faşistlerin saldırıları sonucu 329 kişi hayatını kaybederken aynı dönem içerisinde faşizm karşıtlarının başlattığı saldırıda sadece bir kişi ölmüş, o ölen de yine faşizm karşıtı biri olmuştur.
Trump’a duyulan öfkenin bir boyutunu da koronavirüs salgınına karşı takındığı tutum ve bunun doğurduğu sonuçlar oluşturuyordu. Ekonomik güçlüklerin yanı sıra ezici çoğunluğu dar kapsamlı niteliksiz bir sağlık güvencesi altında olan veya tamamen sağlık sigortasından mahrum olan Amerikalı emekçiler için Covid-19 salgını daha öldürücü olmuş, salgın açısından sağlıksız koşullarda çalışmanın dayatılması kitlelerde öfke uyandırmıştı. Trump’ın sağlıkta özelleştirmeyi derinleştirme ve kürtajı yasaklama gibi açıklamaları toplumda tepkiye yol açmıştı. Koronavirüs ve maske üzerinden de toplum kutuplaşmıştı. Trump yanlıları maskesiz, Demokrat eğilimliler ise maskeli dolaşıyordu ve bu adeta siyasi bir simgeye dönüşmüştü. O kadar ki bazı yayın kuruluşları bu kutuplaşmaya atıfla “Bu bir maskedir. Koronavirüsün yayılmasını engeller, politik simge değildir. Lütfen maske takınız” sloganıyla kampanya bile yaptı.
Seçimi kaybetmesi durumunda Trump’un postayla kullanılacak oylara ve seçim sonuçlarına itiraz edeceği endişesi Demokrat seçmenlerin anketlerde önde olmasına rağmen seçim öncesi bir gerilim kaynağıydı. Bu tartışmaların ortasında seçimlere birkaç gün kalmışken teamüllere aykırı olarak Yüksek Mahkemeye Trump tarafından kürtaj ve Obamacare adlı sağlık sigortası sistemine karşı olan bir yargıcın atanması gerginliği arttırıcı bir faktör oldu.
Seçim öncesinde toplumun %64’ü iktidar değişikliğinin barışçı bir şekilde olmayacağından endişeliydi. Olası gösterilere karşı şehirlerde bazı dükkân sahipleri camlarını tahtalarla vb. korumaya almışlardı. Seçim gecesi internet aramalarında “Kanada’ya nasıl göç edilir” araması 7 kat artış göstermişti. Ülkedeki gerginliği hisseden göçmen bir işçi “gidişata, Cumhuriyetçilerin tavrı ve kullandıkları yöntemlere ve alttan gelen kaynamaya bakarak çok yakında çok kanlı şeyler olacak gibi hissediyorum” diyordu.
Amerikan Psikiyatri Derneğinin (APA) yayınladığı verilere göre seçim öncesi ABD toplumunun %68’i 2020 seçimlerinin kendilerinde belirgin strese yol açtığını ifade ediyordu. 2016 seçimlerinde bu oran %52 idi. ABD toplumunda depresyon belirtilerinin yaygınlığı (mutsuzluk, çökkünlük, karamsarlık vb.) Covid-19 salgını öncesine –yani aslında 2020 ekonomik krizi öncesine– kıyasla toplumda 3 kat arttı. Yine Amerikalıların %77’si gelecek konusunda kaygılı olduğunu ifade etmekteydi ve 1 yıl önce bu oran %66 idi. APA verilerinde bugünkü siyasi ortam, belirsizlik ve küresel salgının yanı sıra sağlık sistemi, kitleye ateş açılan saldırılar[5], artan intihar oranları, göç, cinsel saldırılar, uyuşturucunun yaygınlaşması, toplumsal patlamalar ve iklim değişiklikleri Amerikan toplumunun stres kaynaklarının baş sıralarında yer alıyor.
Kriz ve savaşlarla karakterize olan son 30 yıl tüm dünyayı olduğu gibi Amerikan toplumunu da değiştirmiştir. Cumhuriyetçi seçmenlerin bile sadece %19’u ülkede her şeyin yolunda gittiğini düşünmekte. Şubat 2020’de açıklanan bir anketin sonucuna göre Amerikalıların %71’i seçilen siyasetçilerin ortalama vatandaşları önemsemediğini düşünüyor.
Dünya genelinde devletlerin aslında toplumun geneline hizmet etmediğini düşünenler son 20 yılda artış göstermiştir ve ABD de bundan payını almıştır: 2002’de Amerikalıların %62’si devletin herkes için çalıştığını düşünürken, 2019’da bu oran %46’ya düşmüştür. Cumhuriyetçi eğilimli seçmenlerin bile %41’i devletin herkes için çalışmadığını düşünmektedir.[6]
Biden ve kabinesi
5 Aralıkta açıklanan kesin sonuçlarda 538 üyeli Seçici Kurulun 306’sını Demokratlar, 232’sini Cumhuriyetçiler aldı ve 14 Aralıkta Seçici Kurulun oylaması sonucu Joe Biden resmen başkan olarak açıklandı. Biden, Kabine üyelerini (Bakanlar Kurulunu) belirlemesinin ardından Senatonun onayına sunacak ve 20 Ocakta yeni hükümet göreve başlayacak.
Biden Senatonun onayına sunulacak adayları belirlerken, azınlıkların, kadınların ve demokrasi isteyen kitlelerin gözünü boyamak amacıyla, beyaz olmayanların ve kadınların görece daha ağırlıklı olduğu bir kabine kurmaya çalışıyor. Örneğin Yüksek Mahkemede ilk boşalan kadroya siyah yargıç atama sözü verdi. Ancak bunu yaparken kuşkusuz sermayenin çıkarlarına sadık adayları seçiyor, seçecek. Kabinede bugüne kadar açıklanan bazı isimler gözden geçirildiğinde ABD’nin kadim sermaye partisinin meşrebi ortaya çıkar.
Başkan yardımcısı olarak seçtiği 56 yaşında kadın bir hukukçu olan Kamala Harris’in annesi Hindistanlı, babası ise siyah. Polis şiddetini kınayan açıklamalar yapıyor ve protestocuların yanında görünüyor olsa da Harris ABD’de polis şiddeti karşıtı eylemlerin yaygınlaştığı 5 yıl öncesine kadar Kaliforniya başsavcılığı yaptığı dönemde polis cinayetlerinin üzerine gitmemiş, soruşturma açmamış ve kitlelerin tepkilerine rağmen bu saldırıları örtbas etme yoluna gitmiştir. Seçimi kazandıktan sonra siyahlara teşekkür eden, “siz beni kolladınız, ben de sizi kollayacağım” diyen Biden’ın seçtiği başkan yardımcısının sicili işte budur.
Dışişleri Bakanlığı görevine seçilen Blinken ABD’nin küresel hegemonyası için askeri güç kullanılmasını destekleyen, Libya saldırısına destek veren bir isim. Ayrıca ABD’nin bilişim sanayii merkezi Silikon Vadisiyle ABD polisi ve Pentagon’un bağlantıları üzerine uzmanlaşmış “WestExec Advisors” adlı bir danışmanlık şirketinin hissedarı ve yöneticisi bir burjuva.
Ulusal İstihbarat Yönetimine getirilen Avril Haines bu göreve gelen ilk kadın başkan ve o da Westexec Advisors ile ilişkili. Somali, Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak ve Libya’da binlerce sivilin ölümüne yol açan “Drone Suikast Programı”nın destekçisi.
İç Güvenlik Bakanlığı’na getirilen Küba kökenli Alejandro Mayorkas, Obama döneminde rekor sayıdaki kitlesel sınır dışı etme uygulamalarını ve o dönemde başlayıp Trump döneminde devam ettirilen mülteci kamplarında çocukların tel örgülü kafeslere kapatılması uygulamalarını yönetti.
Savunma Bakanlığına getirilen siyah erkek Lloyd Austin Afganistan ve Irak’taki operasyonları yöneten komuta merkezinin (CENTCOM) başındaki general olup, Irak savaşındaki cinayetlerden birinci derecede sorumlu isimdir. 2016’da ordudan emekli olmuştur. Bu kadro için daha önce düşünülen kadın aday Fluornoy ve asker kökenli Johnson da pek farklı değil. Her üçü de Afganistan ve Ortadoğu’daki saldırganlığın destekçileri ve askeri ve güvenlik şirketleriyle yapılan kârlı anlaşmalar sayesinde multimilyoner olmuş isimler. Johnson Pentagon’un danışma kurulunda çalışmış, Drone suikastlarını ve Guantanamo’daki mahkûmların aleyhine işleyen göstermelik mahkemeleri savunmuş, İç Güvenlik Bakanlığı döneminde göçmenlere yönelik en kitlesel sınır dışı etme operasyonlarını yönetmiştir.
Biden’ın Sağlık Bakanlığı için seçtiği Latin kökenli Becerra, güdük Obamacare reformunu kaldırmaya çalışan Trump’a karşı hukuk savaşı vermiş olsa da, 2019’da attığı bir tweette “Onyıllar boyunca herkese sağlık sigortasını savundum. Ancak Obamacare başarısını daha ileriye götürmeden önce mevcut kazanımları savunmak gerekli” diyerek reformculuğunun sınırlarını büyük patronlara göstermiştir.
Biden, seçim kampanyasını sürdürürken söylem olarak “Demokratik Sosyalizm”i savunan ama aslında sosyal-demokrat çizgideki Sanders’a sempati duyan genç destekçilerini toplumdaki “komünist Demokratlar” algısını güçlendirmemek adına seçim çalışmalarından uzak tutmuş, bu da Demokratların kampanyasının gericileşmesine ve Trump’ın gerici demagojisinden kitlelerin daha fazla etkilenmesine yol açmıştır. Seçilen diğer bakanlar da mali sermayeyi huzursuz etmeyecek isimlerdir.
Seçimlerden önce Biden ABD içindeki sol muhalefeti “yabancı düşmanların” hizmetinde olmakla suçlamış, “sosyalizmi” eleştirmişti. Bunun yanı sıra Trump’a kıyasla daha düşük tondan da olsa seçim öncesindeki aylarda ırkçılığa karşı çıkan göstericiler aleyhinde açıklamalarda bulunmaktan geri durmamıştı.
Demokrat Parti işçilerin yoğun olduğu eyaletlerde daha fazla oy alıyor olsa da seçimlerden sonra Biden’ın muhalefetle eşgüdümlü çalışmak istediğini açıklaması, kabineye vitrindeki kadın ve azınlık ağırlığına rağmen özde savaş yanlısı, işçi ve göçmen düşmanı isimleri seçmiş olması, bu partinin işçi düşmanı politikaları devam ettireceğinin habercisidir. Son dönem protestolarının gösterdiği üzere, içindeki sol eğilimli odaklar bir tarafa bırakılırsa Demokrat Partinin ana ekseninin Avrupa tipi bir sosyal demokrat parti kıvamına bile geldiği vaki olmamıştır. Demokrat Parti işçi sınıfı lehine bazı politikalar izlemek zorunda kalması halinde bunu kitlelerin tepkisini düzen içinde tutmak amacıyla geçici olarak yapacaktır.
Kabineye seçilen isimler gökten zembille inmiyor. Bunlar, devlet bürokrasisinde yıllardır burjuvaziye sadakatini kanıtlamış; silah şirketleri, sanayi, mali sermaye ile yakın ilişkileri olan isimler. Zaten kapitalist bir devlette, hele de ABD gibi bir emperyalist dünya gücünde bundan farklı bir şeyin olmasını beklemek abesle iştigaldir. Emperyalizmde, yani kapitalizmin tekelci aşamasında bıraktık demokratik kapsamın işçi sınıfı ve emekçi sınıflar lehine genişletilmesini, burjuva demokrasisisin, yani burjuvaların kendi aralarında demokratik karar alma mekanizmalarının sınırları finans kapital lehine olacak şekilde daralmıştır. Bu saydıklarımız emperyalizm çağında demokrasinin değil otoriterleşme eğiliminin ağır basmasının bazı nedenleridir. Tekelci sermaye, baskı aygıtlarının ve ideolojik aygıtlarının yanı sıra yasalar yoluyla da işçi sınıfının elini kolunu bağlamış, ABD’deki seçim sisteminin Demokrat ve Cumhuriyetçi Parti haricinde başka bir partinin kazanmasını imkânsız kılan bir tahterevalli haline dönüştürmüştür. Dünya kapitalizminin hegemon süper gücünde sistemin beka sorunu güvenceye alınmalıdır! Kim kazanırsa kazansın birtakım farklılıklar olsa da plütokrasi hem iç hem dış politikada baskın güç olacaktır.[7] O nedenle ta ki işçi sınıfı tarih sahnesine güçlü bir şekilde tekrar çıkana kadar ABD’de bu durum böyle sürecektir.
Geçmişte işçi sınıfının koşullarını iyileştirmeye dönük politikaları savunan, sermayenin çıkarlarına dokunabilecek burjuva figürler türlü çeşitli mekanizmalarla saf dışı edildi. 1960’larda başkan J.F. Kennedy’nin ve daha sonra başkan adayı olan kardeşi Robert Kennedy’nin öldürülmesi, 2004 başkanlık seçimi için Demokrat Parti içindeki aday belirleme sürecinde John Kerry karşısındaki aday adayı Howard Dean’e ve son iki seçimdir Bernie Sanders’a çelme takılması bunlardan sadece birkaçı.
Kitle hareketine dayanmadıkça Meclis İlerici Grubu benzeri parlamenter/diplomatik çabaların ve Justice Democrats, Sunrise Movement ve benzeri burjuva demokratik ve çevreci örgütlenmelerin etkisinin sınırlı olacağı açıktır. Benzer şekilde, popülerleşen hareketlerin –kadın hareketi olsun, ırkçılık karşıtı olsun, savaş karşıtı olsun kapitalizm karşıtı olsun– işçi sınıfı hareketi içinde karşılığını bulup örgütlü bir güce dönüşmediği sürece etkileri sınırlı ve geçici olacaktır.
Son olarak şunu söyleyebiliriz, ABD dünya işçi sınıfı ve dünya işçi devrimi açısından en önemli ülkelerden biridir. Dünyanın en varlıklı ülkesi olmasına rağmen yoksulluğun, evsizliğin, güvencesizliğin bu denli derin olduğu bir ülkede toplumsal patlama ve dolayısıyla toplumsal ruh halinde büyük ve hızlı dönüşümler kaçınılmazdır. Rüyalar ülkesinin artık kâbusa döndüğü yaygın olarak kitlelerin bilincine çıkıyor. İşçi sınıfına rehber olabilecek doğru bir siyasi önderlik kitlelerin yaşadıkları krizle ilgili düşünce ve duygu dünyasını ve krize karşı tutumunu değiştirecek ve dolayısıyla tarihsel gidişatı değiştirecek en önemli faktör olacaktır. “İnsanlığın krizi devrimci önderliğin krizine indirgenmiştir.” Siyasi önderliğiyle buluşacak örgütlü işçi sınıfı bu ekonomik çöküntü ve toplumsal yozlaşma bataklığının en dibinden bir güneş gibi doğacak, bu bataklığı tarihe gömecektir.
[1] ABD’nin yakın dönem arka planıyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Levent Toprak, Tarihsel iyimserlik, Gençlik ve Alâmetler; Wall Street İşgalleri ve ABD’de Polis Terörü; Levent Toprak, %99’un Öfkesi ya da Yeni Alâmetler; İlkay Meriç, Burjuvazinin Yeni Normali ve Yükselen Faşizm; Ezgi Şanlı, Amerika’da Neler Oluyor; İlkay Meriç, Heykeller Yıkılırken
[2] 2008 seçimlerinde sermaye sınıfının önünü açtığı ve hem ulusal hem uluslararası planda parlattığı Demokrat Obama’nın en çok vurgu yaptığı “değişim” vaadi süreç içinde gerçekleşmemiş, İlkay Meriç’in “Obama: Siyahla Aklamak” yazısında vurguladığı gibi Obama’nın gerçek yüzünün ortaya çıkması uzun zaman almamış, 2008’deki seçime rekor katılım oranı 2012 seçimlerinde Obama ikinci kez seçilmiş olsa bile düşmüştür.
[3] ABD, cezaevlerindeki nüfus bakımından hem sayıca hem de ülke nüfusuna oranla dünya birincisi olan bir ülke. Her 100 bin kişiden 639’u cezaevinde. Bu sayı çalışabilir durumdaki yetişkin nüfusa oranlandığında, oran 100 binde 1070 kişiye çıkıyor. Bugün 2,3 milyon kişi Amerikan cezaevlerinde çürümekte. En yakın takipçisi Çin’de ise bu sayı 1,6 milyon. Dünyada cezaevlerinde 11 milyon kişi olduğu düşünülürse, cezaevindeki neredeyse her 5 kişiden 1’inin ABD zindanlarında olduğu görülmekte. Kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalizmin en tepesindeki ülkede cezaevi nüfusunun en yüksek sayılara ulaşması gerçeği bu ülkedeki çelişkilerin derinliği, korumaya çalıştıkları sermayenin büyüklüğü ve onu koruma yöntemleriyle ilgili çarpıcı bir görüntü sunuyor. cezaevi nüfusunun ve toplam nüfusa oranının 2008 ekonomik krizi ile tepe noktasına ulaşması üzerine ABD bu sayıları azaltmaya yönelik önlemler alarak aşağı yönde bir düşüş sağladı, ancak buna karşın halen dünya birinciliğini sürdürmektedir. Cezaevindeki siyahların diğer renklerden mahkûmlara oranı da son yıllarda azalma eğilimindedir. Cezaevindeki nüfusun toplam nüfusa oranının en yüksek olduğu eyaletler ırkçılığın da yaygın olduğu güney eyaletleridir.
[4] Trump “The Movement” adı verilen faşist çatı örgütlenmesi altında Avrupa’daki faşist örgütlenmeleri desteklemek amacıyla Steve Bannon’u görevlendirdi. Bannon faşist oluşumlar için bir medya platformunun başındaydı, Trump’un 2016’daki seçim kampanyasını yönetti ve kabinesinde baş stratejist ve başdanışman oldu. “Duvar İnşa Et” kampanyasıyla bağlantılı olarak dolandırıcılık ve kara para aklama suçlarından tutuklandı ve yargılamasına 2021’de başlanacak.
[5] Toplumsal yozlaşmanın geldiği noktanın bir göstergesi olarak dünya genelinde sivillerin gerçekleştirdiği silahlı katliamların %30’u ABD’de yaşanmakta. Grevci bir öğretmen “Bana silahlı öğrencileri silahsızlandırmak için silah vermek istiyorlar, ama çalıştığım şehirde yaşamama yetecek kadar bile ücret vermiyorlar” diyerek sivil katliamlara devletin yaklaşımının kısa bir özetini veriyordu. (bkz. Kerem Dağlı, Amerikan Gençliği Yaşam Hakkı İçin Ayakta)
[7] Elif Çağlı, Demokrasi ve Plütokrasi
link: S. O., ABD Seçimleri: Bir Panorama, 17 Ocak 2021, https://marksist.net/node/7149
Rejimin Boğaziçi Taarruzu: Kayyum ve Kelepçe!
Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /4