1917’de Rusya’da devrim olduğunda insanlık aynı zamanda savaş cehenneminin içindeydi. Cephelerde milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, şehirler yakılıp yıkılmıştı. Avrupa açlık ve yoksulluğun pençesinde kıvranıyordu. Bu cehennemin ortasında, barış ve huzur dolu, sömürüsüz bir dünyanın kurulabileceğine inanan devrimciler Rusya’da harıl harıl çalışıyor, işçi sınıfı içerisinde örgütleniyorlardı. Onlar bataklıkta açan kızıl çiçeklerdi. İşçi sınıfının kapitalizmi yıkarak sosyalizmi inşa edeceğine yürekten inanıyorlardı. Öyle sarsılmaz bir inançla doluydular ki, cephelerde, fabrikalarda, yoksul işçi semtlerinde, kısacası işçilerin olduğu her yerde yorulmak nedir bilmeden çalışıyorlardı. Onların bu mücadele azmi sayesinde Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, insanlık ilk defa sosyalizme bu kadar yakındı. Rus devriminin kızıl ateşi başta Avrupa olmak üzere bütün dünyayı sıcaklığıyla sarmış, işçi sınıfının sınıfsız bir dünya kurabileceğine dair umudunu yeşertmişti.
İşçi sınıfının iktidarı aldığı Ekim Devriminden bu yana neredeyse 100 yıl geçti. Bu yüz yıl içinde dünyamız bir büyük dünya savaşının daha yanı sıra pek çok bölgesel savaş yaşadı. Milyonlarca insan bu savaşlarda hayatını kaybetti. Şimdi insanlık, yine büyük bir emperyalist savaşla kapitalistlerin kâr hırsına kurban ediliyor. Bugün 3. Dünya Savaşının alevleri Ortadoğu’yu kasıp kavuruyor. Milyonlarca insan doğup büyüdüğü topraklardan uzakta yaşam savaşı veriyor. Bütün dünyada baskı ve otoriterleşme artıyor. Milliyetçilik işçileri, emekçileri zehirleyerek bilinçlerini felç ediyor. Bugün sosyalist fikirler, umutsuzluk ve yozlaşmanın pençesinde kıvranan işçilere çok uzak geliyor.
Sadece bugün olan bitene bakarsak umutsuz olmamak için hiçbir sebep yok. Ama sınıf bilinçli işçilerin, devrimcilerin sadece bu ana bakıp umutsuz olma lüksü yok! 1914 yılında 1. Dünya Savaşı başladığında yayılan milliyetçilik dalgası o kadar büyüktü ki, sadece o ana bakıp bir yargıya varsalardı şüphesiz Bolşevikler de umutsuzluğa kapılırlardı. Ama onlar tam tersini yaptılar. Milliyetçilikle körleştirilmiş işçilerin içinde bulunduğu durumun sebeplerini çok iyi kavradılar. Salt o gün yaşananları değil, tarihsel süreci bir bütün olarak değerlendirdiler. En önemlisi örgütlüydüler, Bolşevik Partileri vardı ve Marksist bilinçle çelikleştirilmiş güçlü bir iradeye ve sarsılmaz bir inanca sahiptiler.
Bizler o dönemleri yaşamadık. Yaşama sırası hasbelkader yüz yıl sonra bize geldi. Ve yine tesadüf bu ki, payımıza henüz yıkılamamış kapitalist dünyada yaşamak düştü. Ama bütün bu şanssızlıklara rağmen bir şansımız var. Biz içinde yaşadığımız dünyanın öncesini de sonrasını da biliyoruz. Bilinçsiz ve örgütsüz yaşayıp gitmek yerine bilinçli ve örgütlü bir yaşamı tercih ettik. Geçmişin kızıl çiçeklerinin bizlere miras bıraktığı muazzam bir tarihsel deneyime sahibiz. O kızıl çiçekler ki, her birinin yaşamı 100 yıl sonra dahi capcanlı bir örnek olarak karşımızda duruyor. İçimizi ısıtıyor, mücadele azmimizi biliyor.
Tarihte iz bırakmış nice devrimci kadın ve erkek var şüphesiz. Biz, özellikle Bolşevik kadınların yaşamlarının bugünün devrimci, emekçi kadınlarına ilham vereceğini düşünerek, hayatlarını okuyup tartıştıklarımızı Marksist Tutum okurlarıyla da paylaşmak istedik. Burada ancak birkaçına değinebileceğimiz bu Bolşevik kadınların sosyalizme olan inançları ve mücadeleye bağlılıkları bizi çok etkiledi. Inessa Armand, Nadejda Krupskaya, Natalia Sedova Troçki, Alexandra Kollontay, Sofya Nikolayevna Smidoviç, Maria İlyiniçna Ulyanova, Anna İlyiniçna Ulyanova, Praskovya Franzevna Kudelli ve daha niceleri… Emekçi kadınların yanı sıra kimisi aristokrat ya da burjuva ailelerden gelen bu devrimci kadınlar yaşamlarının son anına kadar mücadeleyi sürdürmüşler. En gerici, baskıcı, karanlık dönemlerde dahi umutlarını kaybetmeksizin işçi sınıfının saflarında mücadele etmişler. Burjuva feminizminin karşısında yer alarak, kadının kurtuluşunun ancak sosyalizmle mümkün olduğunu söyleyerek emekçi kadınları devrim mücadelesine kazanmak için çalışmalar yürütmüşler. En önemlisi de kapitalizmi yıkacak olan gücün işçi sınıfı olduğunu savunmuş, hiçbir zaman işçi sınıfıyla bağlarını koparmamışlar. Örneğin Krupskaya Marksist eserleri okumaya başladıktan sonra “yaşamı, sadece işçilerin devrimci eyleminin değiştirebileceğini kavradığını” söyler. Sosyalizme koşulsuz inancını ise Lenin’den anılar aktardığı kitabında yazdığı şu cümleler çok güzel anlatır: “Nihai amacın başarılmasından önce, daha kaç adım atılması gerekiyordu? Son adımı görecek kadar yaşayabilecek miydim? Önemli olan bunu düşlemek ve bilmek değil, tersine bu düşün gerçekleşmesinin olanaklı ve elimizde olmasıydı. Onun gerçekleşmesini önleyebilecek hiçbir gücün olmadığı herkesçe açıktı. Kapitalizm can çekişiyordu.”
Varlıklı bir ailede dünyaya gelen Kollontay, “rahat yaşamak” varken en zor koşullarda devrimci yaşamı tercih etmesinin nedenini şöyle anlatır: “1200 erkek ve kadın işçinin çalıştırıldığı ünlü büyük Krengolm dokuma fabrikasına yaptığım ziyaret benim yazgımı belirledi. İşçi kitlesi böylesine korkunç biçimde köleleştirilmişken ben mutlu, huzurlu bir yaşam sürdüremezdim. Bu hareketin içinde yer almalıydım.”
Zengin bir tekstil fabrikatörüyle evli, 5 çocuklu bir kadındır Inessa Armand. O da gerçeklere gözünü kapatamaz ve Marksizmle ve Bolşeviklerle tanıştığı 1904 yılından hayata gözlerini yumduğu 1921 yılına kadar bütün enerjisini işçi sınıfının devrimci mücadelesine verir. Çok uzun sürelerle ayrı kaldığı halde çocuklarıyla uzaktan dahi olsa ilgilenecek enerjiyi her zaman bulur ve onun bu ilgisi çocuklarından dördünün Bolşevik olmasında etkili olur.
Lenin’in kız kardeşleri Anna ve Mariya Ulyanova da devrimci mücadeleye katılmışlardır. Kardeşler arasındaki bağ kapitalist düzendeki aile bağlarından çok farklıdır. Onlar kardeşten öte yoldaştırlar. Anna İlyiniçna, Lenin’e çalışmalarında yardımcı olur. Defalarca hapis ve sürgün cezaları alır, ancak hiçbir zaman mücadeleden vazgeçmez. “Bir şey yapılacaksa, iyisi yapılmalı” sözü ise bütün yaşamı boyunca Mariya İlyiniçna’nın rehberi olur.
Troçki’nin eşi Natalia Sedova da varlıklı bir aileden gelmesine rağmen, dünyayı değiştirmek için devrimci mücadeleyi seçmiştir. Sedova, Ekim Devriminden sonra, devrimin yerleşmesi ve işçi kitlelerinin bilinçlenmesi için önemli çalışmalar yürütmüştü. Troçki’nin Stalinizme karşı verdiği mücadelede daima yanında yer almış; tüm evlatları Stalin ajanları tarafından katledilmesine ya da sürgünün getirdiği çıkışsızlıktan dolayı intihar etmelerine rağmen asla mücadeleden vazgeçmemiştir. Yaşamın getirdiği tüm çile ve zorluklara rağmen, o şöyle yazmıştır: “Bugünkü durumdan tek çıkış yolunun toplumsal bir devrim olduğuna, dünya proletaryasının kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesi olduğuna inanmaya devam edeceğim.”
Yaşamı sürgünler ve tutuklamalarla geçmiş, ancak her koşulda devrimci mücadeleyi sürdürmüş bir Bolşevik olan Sofya Nikolayevna Smidoviç’in tıpkı diğer Bolşevikler gibi kitlelerle bağı güçlüdür. İşçilere karşı her zaman açık yürekli ve samimidir. İşçilere duyduğu güven sonsuzdur. İçinden çıkılamayan bir sorun olduğunda “Ne yapacağınızı mı bilmiyorsunuz? İşçilere gidin, onlar size yol gösterir ve öğretir” der.
İlk zamanlar bir Narodnik olan Praskovya Franzevna Kudelli, Marksist fikirlerle tanışmasının ardından dünyayı değiştirecek gücün işçi sınıfı olduğunu kavrar ve sıkı bir Bolşevik olur. Onun 75. yaş gününde yaptığı konuşma bir devrimcinin yaşama nasıl bakması gerektiğini çok güzel özetler: “75 yılın nasıl uçup gittiğinin farkına bile varmadım. Peki, zamanın geçişini niye fark etmedim? Çünkü bilinçli yaşam başlar başlamaz özel sorunlarla değil toplumsal devrimci sorunlarla meşguldüm. Bir insan olarak mutluluğu ancak böyle bir yaşamla bulduğumu söyleyebilirim.”
Birinci Dünya Savaşını durduran, işçi sınıfını iktidara taşıyan Bolşevik Partinin içinde yer alan, baskıcı ve despot Çarlık rejiminin en karanlık, en gerici günlerinde dahi işçi sınıfı içinde mücadeleyi bırakmayan bu kadınların yaşamı bize ışık tutmalı. Onların mirasına sahip çıkmalıyız. Unutmayalım ki bizlerin mücadelesi de bizden sonrakilere ışık tutacaktır. Biz görelim ya da görmeyelim, işçi sınıfının mücadelesi elbet bir gün karanlığı yırtarak bu köhnemiş düzeni tarihin çöplüğüne atacak. Yeter ki biz umudumuzu yitirmeyelim, Elif Çağlı’nın dizelerindeki gibi gelecek güzel günlere olan inancımızı kaybetmeyelim.
“Belki uzaksın
Belki yakınsın bana
Bilmiyorum
Belki…
Kar gibi saçlarımla
Kavuşacağım sana
Belki de bedenim
Dönüşecek toprağa
Ne fark eder?
Ya elimde kızıl bir bayrakla
Karşılayacağım seni
Ya da o gün yoldaşlar
Kızıl bir karanfil dikecekler
Başucuma…”
link: MT okuru bir grup emekçi kadın, Bataklıkta Açan Kızıl Çiçekler, 1 Ekim 2016, https://marksist.net/node/5317
Tek Sese, OHAL’e, Sansüre Hayır!
Başbakan’ın Mırıldanışı