Akıldışılık ve çürüme, toplumsal hayatın bütün alanlarına her geçen gün daha fazla hakim oluyor. Kapitalist üretim tarzı, bir taraftan insanlığın kurtuluşunun maddi olanaklarını yaratmayı sürdürse de, diğer taraftan emekçi kitleleri dünyanın her yerinde felâketlerin bin bir türüne maruz bırakmaya devam ediyor. Sermayenin dillendirmekten bıkmadığı kurtuluş vaatleri ise, işçi sınıfı için yeni cehennem azaplarından başka sonuçlar vermiyor. Yaratılan yanılsamalardan biri de gelişmiş kapitalist ülkelerde işçileri sorunsuz bir refah ortamının beklediğidir. Boş propagandalara kanıp gelişmiş ülkelere kapağı atmak için çabalayan binlerce işçi, göç yollarına düşüyor. Kapitalizmin sahte cennetlerine kurtuluş umudu ile akın eden bu göçmen işçi kitleleri, kapitalist düzenin sorunlarını en berbat sonuçlarıyla yaşamak zorunda kalan emekçi kesimlerin başında geliyor.
Emek-güçlerini daha iyi koşullarda satmak üzere kendi ülkelerindeki metropol kentlere ya da başka ülkelere göç eden işçi kitleleri, kapitalist üretim tarzının tüm dünyaya yayılması sürecinin ortaya çıkardığı önemli bir gerçekliktir. Emperyalizm döneminde kapitalist üretim sürecinin önemli bir eğilimi, ucuz ve örgütsüz emek-gücünün bulunduğu az gelişmiş kapitalist ülkelere yatırım yapılmasıdır. Bununla birlikte, yerli işçilere göre daha kötü koşullarda çalışmaya razı göçmen işçilere duyulan ihtiyacın belirlediği göç olgusu da dönemin bir başka önemli eğilimidir. Lenin’in isabetle “emperyalizmin özelliklerinden biri de, emperyalist ülkelerden göçte azalma ve bu ülkelere, ücretlerin daha düşük olduğu geri ülkelerden göçte artıştır” şeklinde belirlediği bu eğilim, 20. yüzyıl boyunca ekonomik koşullara göre daralıp genişleyen, ama hemen hemen hiç kesilmeyen bir süreç olarak gerçekleşmiştir. Çünkü ileri kapitalist ülkelere gelen göçmen işçilerin görece ucuz emek-güçleri, kapitalistlerin muazzam miktarlarda artı-değer elde etmesine yol açmaktadır
Gelişmiş Kapitalist Ülkelerde Göçmen İşçi Sayısı Sürekli Artmaktadır!
Dünya Bankasının verilerine göre günümüzde dünya üzerinde 130 milyon kişi doğdukları ülkelerin dışında yaşamaktadır. Bunların çok önemli bir bölümünü işsiz ya da istihdam edilmiş işçilerin oluşturduğu gün gibi açıktır. 1960-1990 yılları arasında dünyadaki göçmen nüfusun büyüme oranı iki kattan fazla artmıştır. 1970-1990 yılları arasında yabancı işçi çalıştıran ülkelerin sayısı 42’den 90’a çıkmıştır. Kapitalizmin dünyanın en ücra köşelerine dahi girmesi sonucu geri ülkelerde kırın hızla çözülmesi, ortaya çıkan işsiz kitlelerin aynı hızda gelişemeyen sanayi tarafından emilememesi, gelişmiş ülkelerle az gelişmişler arasındaki gelir uçurumunun katlanarak artması gibi nedenler, bu sürece hız kazandırmıştır.
Bu eğilimin Avrupa Birliği ülkelerinde yol açtığı sonuç ise oldukça çarpıcıdır. Bugün AB ülkelerinde toplam 19 milyon göçmen işçi bulunmaktadır. Bu sayı AB’nin toplam nüfusunun %5’ine eşittir. Bu miktara bir de 3 milyon olarak tahmin edilen “kaçak” statüsündeki işçiler katıldığında ortaya 22 milyon gibi bir sayı çıkmaktadır ki, bu sayı birçok AB ülkesinin toplam nüfusundan daha fazladır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde emek-gücü talebinin göçmen işçilere yönelmesini belirleyen temel sebep, bu işgücünün görece ucuzluğudur. Örneğin Almanya’da çalışan Türk işçiler aynı sektörlerde çalışan Alman işçilerin aldıkları ücretlere göre ortalama %25 daha az ücret almaktadır. Göçmen işçilerin kapitalistlere sağladığı bu türden “olanaklar” yüzünden, Almanya’da bugün 4,5 milyon işsiz bulunmasına rağmen, diğer ülkelerden vasıflı işçi “ithal” edilmektedir. Örneğin resmi rakamlara göre Almanya’da 35 bin bilgisayar uzmanı işsiz olduğu halde, bunların işe alınması yerine Hindistan, Pakistan, Rusya, Türkiye gibi ülkelerden daha düşük ücretle çalışmaya hazır olanlar getirilmeye başlanmıştır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin göçmen işçi ihtiyacını belirleyen diğer bir önemli unsur da demografik nedenlerdir. Düşen doğum oranları ve yükselen ortalama ölüm yaşı, bu ülkeler nüfusunun gittikçe yaşlanmasına, genç nüfus oranının azalmasına yol açmaktadır. Bu da göçmen işçi gereksinimini daha da yakıcı kılmaktadır. Örneğin Japonya’da, tüm veriler aynı seyirde devam ederse, üretim sürecinin gerektirdiği istihdam oranının korunabilmesi için her yıl 647 bin kişinin Japonya’ya göç etmesi gerekecek. Bu ülkedeki çalışan nüfusun emekli nüfusa oranının sabit tutulabilmesi için ise 10 milyon göçmen işçiye ihtiyaç var. İtalya’da aynı oranı sabit tutabilmek için her yıl 2,3 milyon göçmen işçi alınması gerekiyor. Kapitalistler için bir başka alternatif ise bu iki ülkede emeklilik yaşını 77’ye yükseltmektir. Genel olarak AB’nin aktif çalışan nüfusun emekli nüfusa oranını koruyabilmesi için 2025 yılına kadar 135 milyon göçmen işçiye ihtiyaç duyacağı tahmin ediliyor!
Göçmen işçilere duydukları ihtiyaç kapitalistleri bu konuda da rekabete zorlamaktadır. Bunun en açık ifadelerinden birini Alman Sanayiciler Birliğinin 2001 başında yayımladığı Göç Tezleri Raporunda görmek mümkün: “Almanya kalifiye eleman arayan tek ülke değil... Şu an ABD her yıl ortalama 327 bin, Japonya 609 bin, İngiltere 114 bin ve Fransa 99 bin kalifiye göçmeni ülkelerine getiriyor. Almanya ancak kendini göçmenler için çekici, yabancı dostu ve uyuma hazır bir ülke olarak gösterebilirse bu rekabette bir şansı olabilir.”
Görüldüğü gibi gelişmiş kapitalist metropollerin göçmen işçi ihtiyacı çok açıktır ve kapitalizmin işçileri kitleler halinde göçmenliğe zorlaması ya da yönlendirmesi kaçınılmazdır. Ancak bu eğilim daha fazla kâr etme güdüsünden kaynaklandığı için kapitalizmin çelişkilerini de yansıtır. Yani ters eğilimlerle birlikte varolur. Daha ucuz işgücü istihdam etmek, bir yanda geniş işçi kitlelerinin yaşam standartlarının daha da düşmesiyle birlikte aşırı üretim bunalımını derinleştirirken, diğer yandan daha da genişleyen bir işsiz kitlenin yaratacağı “sosyal” sorunlar ağır basmaya başlar. Dolayısıyla yukarıdaki raporda dile getirilen düşünceler gerçekliğin ancak bir yönünü gösterir. Almanya vb. gibi kimi emperyalist ülkelerin demokratik bir imaj yaratma kaygılarının arkasında gerçekte çıplak kapitalist çıkarlardan başkaca bir şey yoktur. Ve bu nedenle dün ucuz emek-gücü ihtiyacıyla “yabancı dostu ve uyuma hazır” bir ülke görüntüsü çizen bu ülke burjuvalarının, yarın işsiz kitlelerin tepkisini maniple etmek için yabancı düşmanı, ırkçı, faşist hareketlerin önünü açacağı gün gibi ortadadır.
Dahası tam da krizin derinleştiği bugünlerde, olası yeni göçler ve göçmen işçi sayısının gelişmiş kapitalist ülkelerde ulaşmış olduğu düzey nedeniyle, burjuva hükümetler birbiri ardına yeni sınırlayıcı ve baskıcı yasalar çıkarmaya, vize uygulamalarını sıkı tutmaya başlamışlardır. Yasal ya da yasadışı statüde bulunan göçmen işçilerin sayısını belirleyen temel faktör, sermayenin dönemsel çıkarlarıdır. İşçi ihtiyacının arttığı büyüme dönemlerinde, göçmen işçiler davul zurnayla karşılanmakta, kriz dönemlerinde ise günah keçisi ilan edilip kapı önüne konmaktadır.
“Kaçak” İşçilik Sorunu
“Kaçak”lık yani yasadışı koşullarda çalışma statüsü, göçmen işçilerin hiç de azımsanmayacak bir kısmının yaşadığı önemli sorunlardan biridir. Burjuva partiler, hükümetler ve dar kafalı akademisyenler, “kaçak” ya da “yasadışı” ilan ederek, bu işçilerin sınıfın elde ettiği kazanımlardan yararlanmalarının önüne geçiyor ve hiçbir sınırlamanın olmadığı keyfi koşullarda sömürülmelerini haklı çıkarmaya çalışıyorlar. “Kaçak” statüsündeki göçmen işçiler gittikleri ülkelerde, tıpkı diğer göçmen işçiler gibi daha düşük ücretlere mahkûm olmakla kalmıyorlar, dahası genellikle pis, tehlikeli ve sağlık koşullarına aykırı işlere koşuluyorlar. Yaşam koşullarının üzerlerinde yarattığı dayanılmaz basınçtan dolayı bu tür işlerde çalışmak zorunda kalan “kaçak” işçiler, yasal güvenceden yoksun geçici işlerde çalıştırılıyorlar. Örgütsüz ve korunmasız oldukları için de, ekonomik krizin ve işten atılmaların ilk kurbanları genellikle onlar oluyor.
İşsizliğin sorumlusu kapitalizmdir!
Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte, gelişmiş kapitalist ülkelerde de işsizlik önemli bir tehdit oluşturmaya başlamıştır. Bu ülkelerdeki işçilerin ilk tepkisi, doğal olarak başka yerlerden gelip onların olası işlerini “kapmaya” çalışan göçmenlere yönelmektedir. Kapitalistlerin göçmenliğin iflâh olmaz sorunlarıyla baş başa bıraktığı “kurbanlar”, burjuva ideolojisinin çarpıtma gücü sayesinde, yerli işçilerin gözünde varolan ekonomik ve toplumsal sorunların “suçlu”su haline dönüşmektedir.
Burjuva ideologları, işsizlik gibi tamamen kapitalist ekonominin yapısal özelliklerinden kaynaklanan bir olguyu bile, ekonomi dışı kategorilerle tanımlayarak işçilerin kafalarını bulandırma görevlerini başarıyla yerine getiriyorlar. Hükümetlerin ve burjuva partilerin sistematik biçimde sundukları görünüme göre, işsizlik mevcut iktisadi sistem koşullarında geçici bir sorundur ve bunun sorumlusu da kesinlikle kapitalizm değil, sorumsuz “yurttaşlar” ve “gereğinden fazla miktarda bulunan” göçmen işçilerdir! Çünkü bunlar iş arama konusunda isteksizdirler ve çalışmak yerine sosyal yardımlarla geçinmeyi tercih ederler! Çünkü bunlar topluma entegre olmak için çaba sarf etmezler! Çünkü bunlar doğru düzgün yasal işler yerine yasadışı işlere meylederler vs. vs.. Yani işsizlikten ve bundan kaynaklanan sorunlardan kesinlikle kapitalist sistem değil işsizler sorumludur!... Dolayısıyla kriz dönemlerinde kapitalistlerin çıkarlarını yansıtan önlemler art arda sıralanmaya başlanır: Gerçek suçlu uzun süreli işsizlerdir, bunun için sosyal yardımlar azaltılmalı ve geçici olarak kesilmesi dahil tüm tedbirler alınmalıdır, suça eğilimli göçmenler sınır dışı edilmelidir, yeni göçmen alınmamalıdır, vize şartları ağırlaştırılmalıdır, vs. Örneğin, Almanya’da faşizan eğilimin temsilcilerinden olan Cumhuriyetçi Partinin seçim kampanyası yöneticisi Gerhard Tempel, “Alman kültürünü ve Alman milli kimliğini korumak istiyoruz, yabancılara ihtiyacımız yok. Sanayi, rasyonalizasyonla istihdamı daraltıyor. Dolayısıyla, daha az işçiye ihtiyaç var, ayrıca insanları Almanya’ya taşımak yerine, düşük ücretli işlerin düşük ücretli ülkelere kaydırılması daha anlamlı” diyerek, Alman küçük-burjuvazisinin ve işsizlerinin oylarını istemektedir.
Kökleri kapitalizmin derinlerinde olan ve yabancı işçilerin çoğu alanda toplumun en alt basamağında yer alıyor olmasından beslenen ırkçılık, göçmen işçileri işsizlik konusunda günah keçisi haline getirmektedir. İçinde bulunulan ekonomik kriz döneminde, gelişmiş kapitalist ülkelerde ırkçı ideoloji giderek yaygınlaşmakta ve işçi sınıfına yapılan (ya da yapılacak olan) saldırıların geleneksel payandası olma rolünü sürdürmektedir.
Fransa’da, Danimarka’da, Almanya’da, Portekiz’de, Avusturya’da ve diğer pek çok ülkede, krizin etkisiyle yaşamları çekilmez hale gelen ve işsizlik kırbacı altında inleyen işçi yığınları, mevcut burjuva düzen partilerinden umutlarını kesip düzen dışı seçeneklere yönelme eğilimindedirler. Bu eğilim kendisini sola kayışta ifade ettiği gibi, sözde anti-kapitalist bir söylemle ortaya çıkan aşırı sağın güç kazanmasında da ifade edebilmektedir. Aşırı sağın işsizliğe son vermenin yolu olarak önerdiği çözümlerin başındaysa, göçmen işçilerin kapı dışarı edilip işlerinin yerli işçilere dağıtılması gelmektedir.
Krizin etkilerini çok derinden yaşayan Türkiye’de de pek çok sağ partinin beyanatlarında, göçmen işçileri hedef alan ifadeler bulunmaktadır. Büyük bir çoğunluğu yasadışı statüde bulunan ve kaçak olarak çalışan 1,5 milyon göçmen işçi, işsizlere boy hedefi yapılmaktadır. Üstelik bazı sendikalar da bu tuzağa düşebilmekte, insanlık dışı koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlanan bu işçileri görmezden gelmekte, örgütlenmeleri ve yasal haklardan yararlanmaları doğrultusunda hiçbir çaba sarf etmemektedirler.
Tüm bu anlatılanlar göstermektedir ki, kapitalizmin insanlığa giydirdiği deli gömleğinin sonuçlarını en fazla ve derinlemesine yaşayan işçi sınıfı kesimlerinden biri de göçmen işçilerdir. İşçileri bu koşullarda göçmenliğe zorlayan da, kapitalist düzenin ta kendisidir. İşçi sınıfının hiçbir zaman unutmaması gereken gerçeklik; işçilerin bir ulusun ya da bir etnik kimliğin mensubu olmaları nedeniyle değil, işçi olmaları nedeniyle eziliyor ve sömürülüyor olduğudur. Bu nedenle göçmen işçilerin sorunlarına etnik bir bakış açısı ile yaklaşmak, yerlisiyle göçmeniyle tüm işçi sınıfının bilincini bulandırmaktan başka bir şeye hizmet etmez. Tüm sorunlarda olduğu gibi, göçmen işçi sorununda da proletarya açısından tek doğru bakış tarzı, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları ve kapitalizm karşıtı bir bilinç temelinde geliştirilebilir. İşçilerin vatanı yoktur ve kurtuluşları bu gerçeği bilinçlerine çıkarmalarına sıkı sıkıya bağlıdır. İşçi sınıfı dünya çapında bir sınıftır. Onun çıkarları da bu nedenle ne yerel ne de ulusal olabilir. Bu yüzden her durumda ısrarla, yerli ve göçmen işçilerin gerek sendikal ve gerekse siyasal alanda örgütlü birliğini yaşama geçirmeye çalışmak gerekiyor.
link: Nazım Yıldırım, Sahte Cennetlerin Öteki Yüzü, 26 Ekim 2002, https://marksist.net/node/194
Engels ve İnsanın Gelişimi
Ekim Ayı Mücadele Ayı Oldu