İspanya, gerek faşizmin varlığını en uzun süre devam ettirdiği gerekse proletaryanın iktidarı almanın eşiğine geldiği bir ülke olarak tarihte önemli bir yere sahiptir. İspanya’da 1931-1939 aralığında yaşananlar, doğru bir program temelinde uygun strateji ve taktikleri hayata geçirecek devrimci Marksist bir önderliğin bulunmadığı durumda proletaryayı bekleyen felâketlerin çarpıcı ve bir o kadar da acı bir örneğini göstermektedir.
İmparatorluk İspanya’sından Kapitalist İspanya’ya
15. yüzyılda merkezi devlet olan İspanya 16. yüzyılda bugünkü Peru’dan Hollanda’ya kadar uzanan topraklara hükmeden bir imparatorluk haline gelmişti. Bu topraklar üzerinde bulunan altın ve gümüş kaynakları tarafından finanse edilen İspanyol devleti, Almanya, İtalya ve Hollanda tarzında devletlerin yaptığı gibi madencilik ve imalata değil, imparatorluğu korumak ve genişletmek kaygısı ile askeri harcamalara yönelmişti. İspanyol dokumacılığında yaşanan teknolojik durgunluk, Hollanda ve İngiliz ürünleri ile rekabet edememeyi; tarım ürünlerinin ticarileşmesi ise tahıl tarımının gerilemesini doğurmuştu. Gerek dokumacılıkta rekabet gücünün zayıflaması gerekse tarımın gerilemesi, ithalatta büyük bir artışın yaşanmasına yol açmıştı. Bu ise sınai anlamda ilerleme sağlayamamış olan İspanya’da işsizliğin artışını da beraberinde getirmişti. 16. yüzyılın sonundan itibaren İspanya devlet anlamında çürümeye başladı. Hollanda’nın bağımsızlığını kazanması, Aragon’un (İspanya’da bir bölge) 10 yıl boyunca Fransız himayesine girmesi İspanya’nın çürüme sürecinin belirtileridir.
18. yüzyılda Avrupa’da sanayileşme ve burjuva devrimler çağı başlarken İspanya tarımsal gelişimini dahi tam olarak sağlayamamıştı. Devlet hantal bir yapıya dönüşmüştü. Sanayileşme olmadığından dolayı ne gelişmiş bir burjuvaziden, ne de karşıtı işçi sınıfından bahsetmek mümkündü. İmparatorluk, kapitalizmin iç dinamiklerle canlanmasına olanak vermiyor, diğer taraftan kapitalistlerin İspanya içinde çok büyük yatırımlar yapmamış olması İspanya’nın genel olarak topraktan kopamamış bir ülke olarak kalmasına yol açıyordu.
20. yüzyıl başlarında dahi İspanya için değişen pek bir şey söylenemezdi. Çürümüş bir egemen sınıfın (büyük toprak sahipleri) varlığı, Avrupa ve Amerika’da iyiden iyiye yitirilen itibar, İspanya’nın o gün koşullarındaki durumunu anlatmaya yeterlidir. İspanya artık bir imparatorluk değil, Avrupa’nın en geri ülkelerinden biri durumundaydı.
İspanya’da Özel Konuma Sahip Bölgeler
İspanya’daki büyük sorunlardan biri Bask ve Katalan bölgelerinin özel konumudur.
Katalonya’nın başkenti Barselona, ticaretin yoğun olarak yapıldığı, gelirleri yüksek, Avrupa’nın en kötü dönemlerinde bile ticari durgunluğa kapılmamış olan bir bölge idi. Barselona 19. yüzyılda orta ölçekli dokumacılığın merkezi konumundaydı. İspanya geneline göre gelişmiş bulunan bu bölgenin özel konumu ideolojik anlamda da gelişmişliği getiriyordu. Bundan dolayı Avrupa’yı etkisi altına alan düşünsel akımların İspanya sınırları içine ilk olarak girdiği bölgelerden biri Katalonya idi. Ekonomik anlamda gelişmiş olan sınıfların kendi ekonomilerini belirleme ve bağımsızlıklarını kazanma düşünceleri diğer taraftan belirgin bir milliyetçiliği doğurmaya başlamıştı. 19. yüzyılda kendi tarihlerini keşfeden Katalanlar, Katalancayı araştırarak bu dili etkin bir duruma getirdiler. Bir milletin millet olmasındaki unsurlardan biri olan dilin gelişmesi ile birlikte Katalanlar arasında daha sıkı bağların kurulmasını sağlayan bir dinamizm oluştu. Geçmişte Aragon Krallığına bağlı bulunan Katalonya’da Katalan milliyetçiliği yükselmeye başladı. Artık kendilerine ait dilleri vardı ve talepleri kendilerine ait toprakların olması idi. Ama bu talep kesin ayrılık değil, özerklik olarak ortaya çıktı.
Bask bölgesi ise Katalonya’dan çok daha fazla sanayileşmişti. Bu bölgeye uluslararası sermaye girdisi fazla olduğundan dolayı, bölgenin gelişimi daha hızlıydı. Madenlerin bolca bulunduğu bu bölge ağır sanayiye daha yatkındı. Özellikle çelik ve kimya endüstrisi gelişmişti. Bu bölge sıklıkla Fransızlar tarafından işgal edilmiş, Avrupa kültürünün kokusunu hissetmişti. Böylece Avrupa’dan gelen etkiler bu bölgede daha çabuk yankı buluyordu. Konumu itibarıyla daha gelişkin olan Bask bölgesinde etnik ve dilsel farklılıklar Katalonya’dan daha fazlaydı ve milliyetçilik Katalonya’dakinden farklı olarak ayrılıkçı bir nitelik kazanmıştı.
Endülüs bölgesi ise geçmişte tarımın ileri olduğu bir bölgeydi. Ancak 19. yüzyıldan itibaren tarımın ilerlemesi durdu, bölge açlık ve sefalete teslim oldu. Toprakların aristokratlara ait olduğu Endülüs bölgesi, yılın büyük kısmını işsiz ve aç geçiren tarım işçilerinin mekânı idi.
20. Yüzyılın İlk Yarısındaki Dünyanın Durumundan Kesitler
Nüfusunun büyük bir kesimi topraktan kopamamış olan İspanya’da 1930’lu yılların başında nüfusun yaklaşık yüzde yetmişi, yani yaklaşık 24 milyon insan kırsal kesimde yaşıyordu. Ancak bu nüfusun hepsi toprağa bağımlı köylüler değildi. Hatta çoğunluğu mevsimlik işçiler oluşturuyordu. Tarım işçileri yılın yaklaşık 6 aylık bir kesiminde işsiz ve dolayısı ile açtılar. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçme sürecinde emperyalistleşen devletlerin yaptığı yatırımlar ile gelişmekte olan sanayi, modern işçi sınıfının da gelişimini sağladı. Böylece insanca yaşam koşullarından yoksun olan tarım işçilerinin dışında bir de sanayi işçileri vardı. Sanayi işçilerinin durumu da tarım işçilerinden iyi sayılmazdı. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ve hemen sonrasında İspanya’da göreli bir ekonomik rahatlama yaşandı. Bu dönemde tarımsal ticaret gelişmiş, ekonomi istikrar kazanmıştı. Ancak savaşın bitmesi ve dünyanın yeniden paylaşımı sonrasında gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomik gücü karşında varlık gösteremeyen İspanya yine aynı darboğaza girdi: gelişmemiş bir kapitalizm, rekabet gücünün yokluğu demekti. Bunun sonucunda İspanya’da cılız bir burjuvazi ve büyük bir küçük-burjuvazi oluştu. 1923 yılında General Primo de Riviera’nın kurduğu askeri diktatörlük, İspanyol egemen sınıfına 1929’a kadar rahat soluk alma şansı tanıdı. Bu dönem İspanya’nın uzun bir süre boyunca yaşayacağı son istikrarlı dönemdi. 1930 yılında İspanya kralı Alfonso 1931 Nisanında genel seçimlerin yapılacağını duyurdu. Seçim sonuçları hiç de burjuvazinin istediği gibi değildi: hükümeti İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE)[1] ile liberallerin koalisyonu oluşturdu.
İspanya için kısmen istikrarlı bir dönem sayılabilecek bu dönem, Avrupa ve dünyanın geri kalanı için hiç de istikrarlı değildi. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı ile dünya yeniden paylaşılmıştı, ama tam olarak değil. Bu paylaşımın tamamlanamamasında en büyük rolü 1917 Ekim Devrimi oynadı. Ekim Devrimi sonrasında şartsız bir şekilde barışı kabul eden Sovyetler Birliği, kapitalistlerin heveslerini kursaklarında bıraktı. Savaş sonrasında ekonomik anlamda egemen ülke konumuna ABD geçti. Savaşın başlaması konusunda en hevesli ülke konumunda bulunan Almanya hem ekonomik anlamda geriledi, hem de istediği paylaşımı tam olarak sağlayamadı. Savaşın yarattığı büyük yıkım, ardından ekonomik canlanmayı getirdi. Ancak kapitalist üretim sistemi daima yükselen, istikrarlı bir ekonomik sistem değil, inişler-çıkışlar, patlamalar-çöküşler, canlılık ve durgunluklar yaşayan, düzensiz bir sistemdir. Kapitalistler ne zaman “tamam bu son krizdi, bundan sonra bir daha kriz olmayacak” deseler, ardından daha büyük bir krizle karşı karşıya kaldılar. Marx’ın sözleri bugün olduğu gibi o gün de sonuna kadar doğruluğunu ispatlıyordu; kapitalizm her seferinde krizini daha büyük bir krizin zeminini hazırlayarak atlatabiliyordu.
Dünya I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında bir ekonomik canlanma sürecine girdi. Tahrip edilen üretici güçlerin yenilenmesi, ülkelerin yeniden inşa edilmesi, ticaret ağının genişlemesi gibi sebepler ekonomiyi rahatlattı. Bu dönem çok da uzun sürmedi ve 1929 yılında kapitalizm ağır bir darbe aldı: 1929 krizi. Kapitalist ülkeler bu krize hiç hazırlıklı değillerdi. Her şey yolunda gider gibi görünürken, gelen kriz beraberinde toplumsal patlamaları ve dönüşümleri de getirdi. 1929 krizi bir şeyi daha ispatladı: kapitalizm bir dünya sistemidir, ayrı ayrı ülkelerin kapitalist işleyişlerinin aritmetik bir toplamı değil. Kriz sadece Amerika’yı değil, Almanya, İngiltere, İtalya gibi gelişmiş kapitalist ülkeleri de vurdu. İşçiler işten atıldı, işten atılmayanlar çok daha kötü koşullarda çalışmaya mahkûm bırakıldı. Yıkım sonucunda işçi sınıfı iktidarı eline alma şansını birçok yerde ve birçok kez yakaladı, ama başaramadı. Rus Devriminin tüm dünya işçi sınıfını etkisi altına alması, 1929 krizi, Alman burjuvazisinin ekonomik gücü doğrultusunda dünyayı yeniden paylaşma isteği, Japonya’nın yayılmacı tutumu ve Amerika’nın tek güç olma isteği, dünyayı yeni bir paylaşım savaşına sürükledi.
İspanyol Devrimi
İspanya’da 1930 yılına kadar olan bütün darbeler egemen sınıfların kendi içlerindeki egemenlik ve iktidar kavgası dolayısıyla olmuştu. Kapitalizmin gelişmemiş olması sonucu gelişkin bir burjuvaziye sahip olamayan İspanya’da burjuvazi henüz yönetecek güce sahip değildi.
1931 ve sonrası İspanya’nın miladı sayılabilecek değişmeler doğurdu. Kapitalist zincir bir kez daha en zayıf halkasından kırılma tehdidi ile karşı karşıya kaldı. İşte bu zayıf halka kapitalistleşme sürecinin sancılarını yaşayan İspanya’ydı.
20. yüzyılın başından itibaren İngiliz, Alman, Amerikan, Fransız ve Belçika sermayelerinin İspanya’ya girmesi İspanya’nın sanayileşmesinde büyük rol oynamış, bunun sonucunda işçi kitlesi 2-3 milyona ulaşmıştı. İşçi sınıfı genişliyor ve gelişiyordu ama yaşam standartları hiç de iyiye gitmiyor, tersine kötüleşiyordu. Büyük şehirlerde 1931 yılının başlarında, 1900’lü yılların başlarına oranla çok daha güçlü ve yaygın grevler örgütlendi. İşçi sınıfı kaslarını esnetmeye başlamıştı. Ama sadece sanayi işçileri değildi harekete geçen; yarı proleter konumunda olan tarım işçileri ve köylüler de ayaklandı, toprakları işgal etti.
Nisan 1931’de yapılan seçimler sonucunda ülkenin büyük bir bölümünde cumhuriyet yanlısı partiler zafer kazandı. Ancak sosyalistlerin yeterince örgütlenemediği ve kraliyetin baskısını üzerinde keskin bir kılıç gibi hisseden kırsal kesimde monarşistler üstünlük sağladı. Bunun tek sebebi kuşkusuz kraliyetin baskısı değildi: kırsal kesimde ağırlıkta bulunan egemen güçler var olan sistemin değişmesinden yana değildi. Diğer taraftan kentlerdeki egemenliklerini kaybetme korkuları ve ülkede esen genel anti monarşizm rüzgârı kraliyet mensuplarını derinden etkiledi. Sonlarının yakınlaşmasının verdiği korku ile İspanya kralı İspanya topraklarını terk etti. Kral kaçarken “ülkeyi iç savaş ortamına sokmamak için … büyük bir fedakârlıkta bulunarak(!)” İspanya topraklarını terk edeceğini söyledi. Toplumsal devrimci yükseliş dönemlerinde ülkenin başında bulunanların ülke topraklarını terk etmeleri ve bunu ülke yararına yaptıklarını söylemelerine hiç de yabancı değiliz. Gerek burjuvazi gerekse monarşi devrimci durum karşısında aciz kaldıkları anda kendilerini kurtarma telâşına düşerler.
14 Nisanda 2. Cumhuriyet ilan edildi ve Alcala Zamora cumhurbaşkanı seçildi. Kurulan hükümet bir burjuva hükümetti. Fakat Sosyalistlerin de hükümeti desteklemelerini sağlamak için hükümete iki Sosyalist bakan dahil edildi: Prieto ve Caballero. Ancak ne yeni hükümetin kurulması, ne de bu hükümette sus payı olarak Sosyalistlere yer verilmesi işçi sınıfı ve köylülüğün yanan ateşini söndüremedi. Sendika federasyonu olan UGT’nin Madrid’deki 1 Mayıs gösterisine başkanlık yapan Caballero, diğer taraftan Bilbao ve Barselona’daki gösterilere ateş açtırıyor ve böylelikle burjuva ikiyüzlülüğünü sergiliyordu. Yapılan gösterilerde birçok insan öldürüldü; burjuvazi işçi sınıfına karşı saldırgan bir tavır sergilemekten hiç de çekinmiyordu. İktidara gelirken toprak reformu ve ücretlerin arttırılmasını propaganda aracı olarak kullanan Sosyalistler, hükümete girdikten sonra verdikleri sözleri çarçabuk unuttular. Hükümetin tek icraatı ayaklanan işçiler üzerinde baskı kurarak burjuvazinin rahat bir soluk almasını sağlamaya çalışmak oldu. İşçi sınıfı hükümete olan güvenini yavaş yavaş kaybetmeye başlıyordu.
Tarım işçileri üzerinde baskı kurmaya çalışan sivil muhafızlarla tarım işçileri arasında yaşanan bir çatışmada bir sivil muhafız öldürülmüştü. Bunun ertesinde, 5 Ocak 1932’de köylülerin ve tarım işçilerinin yaptığı bir yürüyüşe saldıran sivil muhafızlar 6 tarım işçisini öldürdü, 16’sını yaraladı. Burjuvazi yükselen harekete karşı daha sert tedbirler alma yoluna gidiyordu.
Ağustos 1932’de General Sansurjo başarısız bir darbe girişiminde bulundu. 1932’de Cortes (Parlamento) tarım reformunu kabul etti. Toprak reformu yasası aslında tarımda kapitalistleşmeyi amaçlıyordu. Bu yasa ile köylülere toprak verilmeyip soyluların elinde bulunan toprakların alınması hedefleniyordu. Bu arada toprakların önemli bir bölümünü elinde tutan kır burjuvazisine dokunulmayacaktı. Ancak yasa büyük toprak sahiplerinin muhalefetine takıldı ve hayata geçirilmedi.
İspanya’da yaşanan bir diğer sorun da Bask ve Katalan bölgelerinin özerkliği idi. Hükümet bu konuda da ileri doğru adım atamadı. Katalonya’ya özerklik tanıyıp Bask bölgesine özerklik tanımayınca işler daha da karışık bir durum aldı.
Hükümet toplumun acil olarak çözüm beklediği sorunların hiçbirine çözüm olmadı. Ne işçi sınıfının talepleri yerine getiriliyor, ne de burjuvazinin istekleri tam anlamıyla hayata geçiriliyordu. Hükümet daha başından ölü doğan bir çocuk gibiydi!
Beklediği sosyal iyileştirmeler gerçekleşmeyen işçi sınıfı yoğun bir grev dalgası başlattı. Köylüler toprakları işgal etti. Böylece hükümetin başaramadığı toprak reformunu köylüler hayata geçirmeye başladılar. Kır burjuvazisi ellerindeki toprakları ektirmeyerek köylülere ve hükümete mesaj vermek istedi. Ama bu mesaja karşı köylülerin ve tarım işçilerinin tepkisi durulmadı, tersine arttı.
Burjuvazinin fütursuzluğu, işçi sınıfının yükselen tepkisi, köylülerin toprak işgalleri, İspanya’da günlük yaşamın normal seyri haline geldi. Ancak işçi sınıfının yükselen tepkileri ile oluşan bu hareketin kendiliğinden bir hareket olarak sınırları belliydi ve işçi sınıfı onu devrime ilerletecek Marksist bir önderlikten yoksundu.
İspanya’da Sosyalist Hareket
İspanyol işçileri arasındaki en büyük eğilim Anarşizm idi. Birinci Enternasyonal’de gerçekleşen Marx-Bakunin bölünmesinden itibaren Bakuninci çizgi İspanya’ya damgasını vurmuştu. Bunun elbette nesnel nedenleri vardı: “Nice bağların sanayi işçisini topraksız köylüye ve gündelikle çalışan toprak emekçisine bağladığı, kısa ve zorlu köylü ayaklanmasının, yasadışı kişilerin giriştiği soygunculuğun, öfkeli patlamaların ve halk intikamının yüzlerce yıllık biçimi haline geldiği bu tarım ülkesinde, Bakunin’in fikirleri uygun bir ortam buldu.”[2]
Özellikle Katalonya’da çok güçlü bir Anarşist damar vardı. Anarşitler her türlü otoriteyi ve siyasal örgütü burjuvazinin bir tuzağı olarak görüyorlardı. Anarşizmin siyasi partiler değil sendikalar aracılığı ile temsil edildiği İspanya’da en önde gelen Anarşist örgüt CNT (Ulusal İşçi Konfederasyonu) idi. 1931 yılında yaklaşık 1,5 milyon üyesi bulunan CNT, gizli bir örgüt olarak yapılanmış olan FAI’nin (İberya Anarşist Federasyonu) etkisi altındaydı. CNT yaptığı kritik hatalarla İspanyol devriminin kaderinde belirleyici bir rol oynamıştır.
Prieto önderliğindeki sağ kanat ile Caballero önderliğindeki sol kanat arasında bölünmüş olan Sosyalist Parti UGT’yi (Genel İşçi Sendikası) kontrol altında tutuyordu. 1930’ların başında birkaç yüz bin üyesi bulunan bu sendika özellikle Madrid ve Asturya’daki maden işçileri arasında örgütlüydü. Bu parti içinde birçok tutarsızlık yaşanıyordu. Ancak içinde Marksizme yönelmiş büyük bir genç çoğunluğu barındırması dolayısıyla sosyalist harekette önemli bir yere sahipti.
İşçi sınıfı partileri arasında en küçüğü İspanyol Komünist Partisi (PCE)[3] idi. 1931’de sadece 800 üyesi bulunan bu parti, Komintern’e bağlılığı ile birlikte Stalin’in tutarsız politikalarının da aynası konumundaydı. Burjuva hükümete girip girmeme konusu da dahil olmak üzere birçok konuda ikircikli tutumlar sergilemişti.
BOC (İşçi Köylü Bloğu), IC (Komünist Sol) ve CNT’nin içinden çıkan POUM (Birleşik Marksist İşçi Partisi) İspanya’da sol muhalefetin merkezi idi. Aralarında Andres Nin ve Juan Andrade’nin de bulunduğu sol muhalefet, büyük üstünlüklerine rağmen yaklaşan devrimin gereklerini yerine getiremediler. Bir dönem Troçki ile olan bağları kuvvetli idi. Ancak onlar da Komünist Partinin tutumlarına benzer tutumlar sergilediler. POUM’u oluşturan bileşenler konusunda Troçki şunları söyler: “Devamlı dağınık bir örgütlenme olarak kalmış olan İspanyol Sol Komünistler, sağa mı sola mı yönelecekleri konusunda yaşadıkları sayısız tereddütlerin ardından Maurin’in Katalan Federasyonu ile ‘Marksist(!) Birlik Partisi’ içinde merkezci bir program dahilinde bir araya geldiler.”[4]
1933 ve Sonrası
Ocak ayında Katalonya’daki anarşistlerin ayaklanması cumhuriyet hükümeti tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Demiryolu işçilerinin grevi ülkede işçi hareketinin bir kez daha büyük ölçüde yükselmesini sağladı. Silahlı FAI taraftarları 8 Ocakta Barselona’da bulunan askeri kışlalara saldırdılar. Bunun hemen ardından İspanya’nın tüm bölgelerinde silahlı ayaklanmalar meydana geldi.
İspanya kaynayan bir kazana dönmüştü, her geçen gün yeni bir yerde grev patlıyor, yeni çatışmalar yaşanıyordu. Yaşanan ayaklanmalar sonucu işçi sınıfının hükümet üzerinde yarattığı basınç hükümetin bileşimini değiştirici bir rol oynadı. Koalisyonda bulunan PSOE içinde Caballero önderliğindeki sol kanat inisiyatifi ele aldı. Bu arada IR (Cumhuriyetçi Parti) ile PSOE arasındaki çelişkiler artarak ortaya çıkmaya başladı. Kendisini işçi sınıfının partisi olarak adlandıran bir partinin burjuvazi ile koalisyona girerek iktidara gelmesinin işçi sınıfı açısından bir kazanç olmadığı görülüyordu.
Hükümetin iç çelişkileri Kasım 1933’te genel seçimlerin yapılmasını dayattı. Durutti önderliğindeki CNT seçimi boykot etti. Seçim süreci boyunca boykot aktif bir seçim karşıtı kampanya şeklinde devam etti. CNT, işçileri fabrika ve diğer tüm üretim alanlarının denetimini ele almaya çağırıyor, “devrim yapma hakkını kullanmak”tan söz ediyordu.
Seçimde Sosyalist Parti 8 milyon 700 bin oydan 1 milyon 722 binini alarak 58 milletvekili çıkarırken, Komünist Parti 400 bin civarında oy aldı. Çoğunluk, İspanya Özerk Sağ Konfederasyonu CEDA’daydı. Hükümetin istikrarsızlığı, ekonomik bunalım ve en önemlisi destek verdiği ve sempati duyduğu işçi sınıfının iktidarı alamaması, küçük-burjuvaziyi işçi sınıfından uzaklaştırarak sağa doğru yöneltti. Bütün bunlara bir de Hitler’in Avrupa’da estirdiği faşizm rüzgârı eklenince bütün koşullar oluşmuştu. İspanya’da faşist örgütlenişin birimleri olan falanjlar ilk kez bu dönemde ortaya çıktı.
CEDA’nın galibiyeti sonrasında kurulan Gill Robles hükümeti, devlet başkanı Alcala Zamora tarafından kabul edilmedi. Bunun ardından Lerroux, otonom sağcılar ve CEDA tarafından desteklenen bir hükümet kurdu. Bu hükümet işçi sınıfını büyük mücadele günlerinin beklediğinin habercisi idi. İspanya’da “Bienio Negro” denilen ve 1933-35 yılları arasında yaşanan iki kara yıl dönemi böylece başlamış oldu.
İktidarın el değiştirmesi sonrasında İspanya’da yeni bir grev dalgası başladı. 1933’te Katalonya’da CNT tarafından organize edilen grev, ardından Barselona’da siyasi tutukluların toplu firarı yeni gelişmeleri oluşturuyordu. CNT’nin devrim komitelerinin de bulunduğu Zaragoza’da ardarda gelen patlamalar ile büyüyen olaylara ordu ve polis müdahale etti. İçlerinde Durutti’nin de bulunduğu yüze yakın devrimci tutuklandı.
1933 Mayısında Estramadura’da tarım işçileri sosyalist sendikalar aracılığı ile greve gideceklerini duyurdular. Lerroux hükümetinin işçi ücretlerine zam yapacağı sözü üzerine greve katılım son derece düşük oldu. Ancak tarım işçileri ve köylülüğün bu kararsız tavrı hükümete güç kazandırmış oldu. İçişleri bakanı “artık Marksistlere karşı mücadele zamanı gelmiştir” açıklamasını yaparak işçi sınıfına doğrudan savaş açtı. Dört Sosyalist milletvekili ve yüzlerce köylü tutuklandı.
İşçi sınıfının yükselen eylemliliği burjuvazinin daha sert tedbirler almasına yol açtı. 1934 Martında Mussolini ile imzalanan anlaşma hükümete büyük bir güvence verdi. Bunun ardından yaşanan ayaklanmalar ve Haziranda tarım işçilerinin gerçekleştirdiği grev, hükümetin bileşimini değiştirmesine neden oldu. Ekim ayında CEDA hükümete dahil edildi. Böylece hükümet iyiden iyiye sağa kaydı.
Faşizmin postal seslerinin duyulması ile sol cephe içinde de gelişmeler yaşandı. Caballero önderliği altındaki sol kanadın etkisi ile PSOE grev ve ayaklanma çağrısı yaptı. Bu arada BOC, IC ve UGT birleşerek Alienze Obrera’yı (İşçi İttifakı) oluşturmuş; IR ile radikallerden kopan UR (Cumhuriyetçi Birlik) ise eylem birliği kararı almıştı. Faşizm tehlikesine karşı eylem birliktelikleri oluşturulurken faşist cephede de hazırlıklar son hızla sürüyordu.
Solun seçimlerde zafer kazandığı Katalonya’da 1933’te üzüm üreticileri lehine sonuçlanan mahkeme kararının 1934’te anayasaya aykırı bulunarak iptali üzerine üzüm üreticileri de isyan bayrağını açtı. Bunun ardından hükümet “savaş hali” ilan etti. 5 Ekimde Katalan milliyetçileri Katalan Devletini ilan etti. Katalonya’da yaşanan bu ulusal devrim girişimi iki gün sonra kanlı bir şekilde bastırıldı ve Katalan hükümet üyeleri tutuklandı.
Asturya Ayaklanması: “Kardeş İşçiler, Birleşin!”
Katalonya’da bu olaylar olurken Asturya’da “Kardeş işçiler, birleşin” sloganı ile işçilerin birliği sağlanmaya çalışılıyordu ve önemli başarı elde edilmişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi Asturya’da maden işçileri büyük bir yer tutuyordu ve bu işçiler sağ parti CEDA ile faşizmi birbirinden bağımsız değil, tersine birbirinin bütünleyicisi olarak görüyordu. Faşist örgütlerin birleşmelerinin ardından bu bölgede İşçi İttifakı anlaşması imzalandı. Bu sırada Viyana’da da işçiler ayaklanmışlardı. Asturyalı işçiler “Berlin gibi direnmeden teslim olmaktansa, Viyana’daki gibi yenilelim” diyorlardı.
Anarşist, Komünist ve Sosyalist güçlerin yaptığı ittifak sonrasında yaklaşık 20 bin Asturyalının silahlanarak ayaklanması sonucunda eyalet başkenti Oveido ele geçirildi ve Asturya Komünü kuruldu. Ancak ayaklanmanın İspanya geneline yayılamaması sonucu komün sadece 15 gün yaşayabildi. 15 gün sonra Franco’nun önerisi ile Fas’tan gelen lejyonerlerin korkunç terörü ile komün yok edildi. Çatışmalar sonucunda 1300 ölü, 3 bin yaralı vardı. Yaklaşık 40 bin kişi tutuklandı. Devrimin provası niteliğindeki Asturya ayaklanmasının bastırılması Gill Robles hükümetinin kendine güvenini arttırdı. Artık hükümetin eli daha rahattı, çünkü ayaklanmalara karşı nasıl müdahale edileceğini öğrenmişti. Bu, işçi sınıfının hükümet altında ezilmeye başlama sürecinin dönüm noktası olarak görülebilir. 6 Ekimde Barselona’da Esquerra önderliğindeki ayaklanma da kısa bir süre sonra bastırıldı.
İşçi sınıfı neyin nasıl yapılması gerektiğini çok acı bir şekilde de olsa öğreniyordu. Bundan sonra iktidar mücadelesi yürütmek eskisinden daha zor değildi. Bu bir örnek teşkil etmeliydi ve etti de. Ama asıl sorun işçi sınıfının değil, önderliğin neyi nasıl yapacağını öğrenmesiydi. Rusya’da 1917’de Menşevik ve Sosyal Devrimcilerin yaptığı gibi, İspanyol Sosyalistleri de, işçi ve köylülüğün birleşerek iktidara tek başına gelmelerini engellemek için burjuvazi ile ittifak yapmıştı. Hükümette yer alan Sosyalistler işçi sınıfının çıkarlarından çok burjuvazinin çıkarlarını koruyorlardı. Ancak burjuvazi işçi sınıfının ayaklanmasını ezip Sosyalistlere ihtiyacı kalmadığını gördüğü anda hükümetteki Sosyalistler hükümetten indirildi. Anarşist ve Komünistler hain olarak gördükleri Sosyalistler ile işbirliğine girmeyi reddettiler.
Komünist Enternasyonal ve Halk Cepheleri
Nisan 1935’te Komünist Parti, III. Enternasyonal kararları doğrultusunda faşizme karşı bir Halk Cephesinin kurulmasını önerdi. Bu Halk Cephesi, sosyal demokratların sağında yer alan liberal burjuvaların da içinde yer alacağı genişlikte bir “mücadele birliği” olacaktı! III. Enternasyonal tarafından yapılan çağrıda, faşizme karşı mücadele için dini-devrimci partilerle, reformistlerle, pasifistlerle ve ulusal kurtuluşçularla da birlikte hareket edilmesi söyleniyordu. Halk Cephesi politikası Sosyalist Parti tarafından da onaylandı.
İşçi sınıfı partileri ile cumhuriyetçilerin bir araya gelerek kurdukları halk cephelerinde başbakan Azana’nın içinde bulunduğu Cumhuriyetçi Sol Parti, Cumhuriyetçi Birlik, Katalonya Milliyetçi Partisi, Bask Ulusal Eylem Partisi dışında PSOE, PCE ve PSUC de yer alıyordu. POUM başlangıçta “Halk Cephesi” politikalarını doğru bir şekilde eleştiriyordu. POUM’a göre “İspanyol kapitalizminin içinde bulunduğu bunalım koşullarında faşizme karşı mücadele işçi sınıfını burjuvaziye, sosyalizmi burjuva demokrasisine bağımlı kılarak verilemez”di. Oysaki Halk Cephesinin politikası tam da buydu; işçi sınıfı faşizme karşı mücadelede kendi burjuvazisi ile birlikte hareket edecekti! Diğer taraftan POUM, Halk Cephesi politikalarını haklı olarak “Demokratik sosyalist devrimi engellemek, küçük-burjuvaziyi anti-faşist kampa çekebilmek amacıyla burjuva demokratik istemlerin ötesine geçmemek, faşizmin zaferine davet çıkarmak”la suçluyordu. Ancak başlangıçta bu düşünceleri savunan POUM daha sonra U dönüşü yaparak Halk Cephesine dahil oldu. Böylece POUM önce kendisine ardından da İspanyol işçi sınıfına ihanet etti. CNT ve FAI ise bu konuda başlangıçta daha tutarlı ve devrimci bir çizgi izlemişti. CNT ve FAI’ye göre “sorun sistemin restorasyonu değil, devrimci dönüşüm” idi ve bu sorun burjuvazi ile birlikte davranarak halledilebilecek bir sorun değildi. Kuşkusuz CNT’nin bu tavrı almasında hapishanelerde bulunan yaklaşık 30 bin yandaşının büyük bir etkisi vardı.
Halk Cephesi politikası aslında salt İspanya’ya özgü bir politika değildi. Bu politika Stalinist bürokrasinin iktidarı ele geçirmesinden sonra dünyanın her yerinde uygulamaya çalıştığı, işçi sınıfını burjuvazi ile uzlaştırma politikalarının bir uzantısı idi. Stalinizm, kendi egemenliğini sürdürebilmek için dünya çapında burjuvaziye tavizler veriyor, kapitalizmin ve sosyalizmin “barış içinde bir arada yaşayabileceğini” savunuyordu. Kısaca, bu koşullar altında işçi sınıfı ile burjuvazinin ittifakını savunmak şaşırtıcı bir olay değil tersine tam da beklenebilecek bir durumdu. Böylelikle sınıf savaşımı yerini “sınıfların kardeşliği”ne bırakıyor ve sınıfların uzlaşmaz çelişkileri dışlanıyordu.
Bir devrimin eşiğinde bulunan işçi sınıfına Halk Cephesi taktiğini önermek, onun iktidarı eline geçirmesini engellemeye hizmet etmekten öte bir anlam taşıyamaz. Çünkü Halk Cephesi bir yandan sınıf işbirliğini ifade ederken, diğer taraftan geniş işçi ve köylü yığınlarını parlamentarizme yönlendirerek bu kitleleri pasifize etmeye, mücadele azmini kırmaya yönelik bir söyleme sahiptir. Bütün uygarlık tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu temel alan Marksizme karşı halk cephelerinin uzlaşmacı tavrı tek bir şekilde açıklanabilir: işçi sınıfının burjuvaziye satılması. Ne kadar liberal, ne kadar “ilerici” olursa olsun burjuvazi işçi sınıfının düşmanıdır. Faşizm burjuvaziye karşı değil, burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde egemenliğini sınırsızca kullanmasını sağlayan bir araçtır. Bundan dolayı işçi sınıfı faşizme karşı mücadelesinde burjuvazi ile birlikte değil burjuvaziye karşı hareket etmek zorundadır. Faşizme karşı mücadele ve sosyalist programın yaşama geçirilebilmesi için işçi sınıfı, burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devleti ortadan kaldırmak, bunun yerine işçi konseylerini koymak zorundadır. Eğer bu görev yerine getirilmezse işçi sınıfı, köylülük ve küçük-burjuvazi açısından ölümcül sonuçların doğması kaçınılmazdır. İşte İspanya’da olan da buydu.
Şubat 1936’da yapılan seçimlerde Halk Cephesi 4 milyon 176 bin, sağ cephe 3 milyon 783 bin, Bask milliyetçileri ise 176 bin oy alabildi. Halk Cephesinin oylarının artışında, seçimi aktif olarak veto etmeyen ve seçmenlerini serbest bırakan CNT’nin oy potansiyelinin büyük bir etkisi vardı. Sorun gerçekten iktidarın alınması sorunuyken, ne Sosyalist Parti ne de Komünist Parti soruna böyle yaklaşıyordu; bu partiler hâlâ parlamentercilik oynuyorlardı! Seçim sonucunda Halk Cephesi 286, sağ cephe ise 132 sandalye kazandı. Fakat Halk Cephesi, Sosyalistlerin etkisi altında hazırlanan seçim listelerinin çoğunda sol cumhuriyetçilere yer verdiğinden dolayı, sol cumhuriyetçiler güçlerinin ötesinde bir temsil hakkına sahip oldular. Sonuçta Sosyalistler 99 sandalye kazanırken, sol cumhuriyetçiler 87 sandalyeyi ele geçirdiler.
Halk Cephesi seçimlerden birinci çıkmasına rağmen siyasetsizlik temeli üzerinden siyaset yapıyordu. Politik programında işçi sınıfı ve köylülüğün taleplerini dillendirmiyor, daha çok cumhuriyetçilerin söylemi üzerinden, asgari talepleri dillendiriyordu. Yani Halk Cephesinin seçimi kazanmasına olanak tanıyan şey onun politikaları değil, toplumsal dönüşüm arzuları içinde kıvranan işçi sınıfının beklentileri idi. Halk Cephesinin programının elle tutulabilir olan tek yanı genel af ve işten atılan işçilerin işlerine geri alınmasının savunulması idi.
Seçimler sonucunda hükümeti Azana’nın sol cumhuriyetçileri kurarken, Sosyalist ve Komünist Partililer hükümeti dışardan desteklediler. Azana hükümeti önce genel af ilan etti, ardından Katalan hükümetinin yeniden kurulmasına olanak tanıdı. Mart ayı içerisinde falanjlar yasaklanırken olağanüstü hal genişletilerek Anarşistler üzerindeki basınç arttırıldı. Azana aba altından sopa gösteriyordu.
Kitlelerin talebi sadece genel af değildi. Çalışma saatlerinin düzenlenmesi, ücretlerin yükseltilmesi en can alıcı taleplerdi. Ve bu taleplerin yerine getirilmemesi sonucunda kitleler kendi taleplerini kendileri gerçekleştirme yoluna doğru ilerliyorlardı. 1930’ların başından bu yana sıklıkla yaşanan toprak işgalleri ve hapishanelerdeki mahkûmların kurtarılması yine gündeme gelmişti. Burjuvazi artık kontrolü tamamen yitirmişti, hangi hükümet gelirse gelsin olayların ardı arkası kesilmiyordu. Böylece askeri darbe planları yapılmaya başlandı. Ancak darbe planlayıcıları da tek vücut halinde davranmıyorlardı. Carlistler ve Falanj’ın amaçları farklıydı. Darbecilerin bir kısmı eskiye dönüşü, monarşiyi arzularken diğer bir kısmı Mussolini tarzında ulusal-korporatif bir faşist rejim kurmak istiyordu.
Franco Darbesi
1936 yılının Nisan ayından sonra İspanya tamamen hareketlendi. Mart-Nisan aylarında Sosyalist ve Komünist Partinin gençlik örgütleri birleşerek JSU’yu (Birleşik Sosyalist Gençlik) oluşturdular. 10 Mayısta Alcala Zamora’nın Parlamento tarafından elenmesinden sonra Azana cumhurbaşkanı oldu. Haziran ayında Madrid’de inşaat işçileri greve çıktıklarında Fransa’da Halk Cephesi hükümete gelmek üzereydi. Temmuz 1936’da Katalonya’daki CPE ve PSOE parti örgütleri birleşerek Katalonya Birleşik Sosyalist Partisini (PSUC) kurdular. Bütün bu gelişmeler olurken iktidarda bulunan sol güçler olayları yatıştırmaya çalışıyordu. Tarım işçilerinin ayaklanması faşistleri provoke etmek olarak adlandırılıyordu. Komintern’in İspanyol devrimine ilişkin görüşlerinin ve politikalarının bir uzantısı olarak Komünist Partinin olaylara karşı tavrı olumsuzdu. PSOE’nin de tavrı farklı olmamakla birlikte sol kanat lideri ve UGT genel sekreteri Caballero işçi ve köylülerin darbeye karşı silahlandırılmasından ve eylemliliğin yükseltilmesinden yanaydı.
POUM ve CNT de işçiler ile köylülerin silahlandırılmasından yanaydı. Bunun için askerlerle ilişkilere giriyorlar, kışlalarda ajitasyon çalışmaları yapmak için küçük gruplar oluşturuyorlardı. İspanya’da bir kez daha gerçek bir Marksist önderliğin eksikliğinin acısı çekiliyordu, gerek POUM’un çizdiği zikzaklar ve manevralar, gerekse Sosyalist ve Komünist Partilerin ihaneti, işçi sınıfını faşizmin altında ezileceği bir konuma sürükledi.
12 Temmuzda ordu içindeki solcu subayların örgütü UMRA üyesi bir teğmenin öldürülmesinin hemen ertesi günü monarşist lider Calvo Sotelo öldürüldü. İlerleyen günlerde Franco komutası altındaki birlikler Fas’ta ayaklandılar. Böylece İspanya’da iç savaş tam anlamıyla başlamıştı. Franco’nun birliklerinin önderlik ettiği askeri ayaklanma Sevilla, Navarre, Galiçya, Cadiz, Frontera, Cordoba, Zaragoza, Aragon ve Fas’ta başarı kazandı. Cumhurbaşkanı Azana, Halk Cephesi içindeki en sağ parti olan Cumhuriyetçi Birlik lideri Barrio önderliğinde bir milli birlik hükümeti kurma teşebbüsünde bulunduysa da başarılı olamadı; Barrio bir gün sonra istifa etmek zorunda kaldı. Olayların önünü almak artık olanaksız bir duruma gelmişti. 19 Temmuzda İspanya’daki bütün devlet kuruluşları isyancıları destekledi. Subay ve askerlerin neredeyse tamamına yakını Franco’nun peşine takıldılar. Cumhuriyetçi hükümet isyancıları yatıştırmak (!), kitlelere sakin olun mesajları vermek dışında bir işe yaramıyordu. İşçilerin Franco önderliğindeki faşistlere karşı silahlanma talepleri, Caballero’nun işçi sınıfı ve köylülüğü silahlandırma isteği hükümetçe reddediliyordu. Halk Cephesi ise hükümetin görevi başında olduğunu ve yardım talebi istenildiği an yardıma hazır olduğunu belirtiyordu.
Buna karşılık işçi sınıfı, İspanya’nın en önemli şehirlerinde kitlesel olarak silahlanmaya çalışıyor, hükümetten silah talebinde bulunuyor, bu talepleri reddedildiğinde ise kendi koşulları ölçüsünde bulabildikleri silahlarla faşistlere karşı mücadeleye giriyordu. İşçi sınıfının bu cansiperane tutumu karşısında faşist birlikler duralamak zorunda kaldılar. Bir kez daha kendiliğindenlik ortaya çıkıyordu.
İç Savaş
Hükümet radyodan sürekli durumun kontrol altında olduğunu, ayaklanmanın sadece küçük birkaç bölge ile sınırlı kaldığını, insanların rahat olmaları gerektiğini duyuruyordu. Oysaki buna hükümetin kendisi dahi inanmıyordu.
İşçi sınıfının bu örgütsüz ortama göre örgütlü olduğu, solun kalesi sayılabilecek Sevilla’da bir avuç sivil muhafız radyo binasını ele geçirdi. CNT ve UGT harekete geçmekte gecikince işçi mahallelerindeki direniş acımasızca bastırıldı.
Diğer taraftan faşistler solcuların ve anarşistlerin kalesi sayılabilecek iki bölgede –Oveido ve Saragosa’da– kontrolü ellerine geçirmişlerdi. Zaragoza’da CNT ve UGT genel grev çağrısında bulunmuştu. İşgalin ardından genel greve devam edildi. Sendikacılar faşistlerin bütün baskılarına rağmen genel grev kararını geri almadılar. Oveido’da ise ders gibi bir darbe yapıldı. Oveido’nun deneyimli maden işçileri darbeye karşı hazırlıklarını yapmışlardı. Albay Aranda kendisine biçilen görevi tam anlamıyla yerine getirerek Cumhuriyetçilerin yanındaymış gibi görünüyordu; öyle ki işçilerden 3000 kadarını silahlandırıp Madrid’in yardımına yollamayı öneriyordu. Ancak Aranda, hükümetin işçi komitesine üye işçilerle yaptığı bir toplantıdan bahane bularak çıkıp, şehrin önemli noktalarını denetim altına almasını sağlayacak askeri birliklerinin konumlandığı bölgeye geçti. Bunun ardından yapılan saldırı ile Aranda şehri kuşattı ve denetimi ele geçirdi. Oveido kaybedilirken işçi sınıfı bir kez daha burjuvazi ve onun organlarına güvenmemesi gerektiğini öğrenecekti.
Barselona’da ise örgütlenen işçilerin gerçekte neler başarabileceği açıkça görüldü. Katalonya’nın başkenti konumunda olan Barselona CNT’nin kuvvetli olduğu bir bölgeydi. CNT günler öncesinden hazırlıklara başlamış, savunma komiteleri kurmuş, olası bir harekete karşı şehirde devriyeler gezmeye başlamıştı. Ancak Katalonya hükümet başkanı işçilere silah dağıtmayı reddetmişti. 19 Temmuzda kışladan çıkan askerlerle işçiler arasında büyük çatışmalar yaşandı. Çatışmanın dönüm noktasında Albay Escobar’ın yaklaşık 4000 muhafızla işçilerin yanına geçmesi çatışmanın seyrini değiştirdi. Faşist General Goded radyodan yenildiklerini ilan ederek askerlerin teslimiyetini haber veriyordu. Barselona, işçi sınıfının birlikteliği ve doğru yönlendirilmesi sonucu neler olabileceğinin çok güzel bir örneği oldu. Barselona’da kazanan işçi sınıfıydı.
Aynı şekilde Madrid’de de faşistler yenildiler. Madrid’de işçiler daha faşistlerin saldırmasına fırsat kalmadan örgütlenmişlerdi. UGT ve CNT artık ne yapılacağını öğrenmiş ve işçi sınıfına doğru bir taktik vermişti. 20 Temmuzda Madrid’de ayaklanma bastırıldı. Kışla ele geçirildi. Madridli işçiler bununla yetinmedi ve Guadalajara garnizonuna saldırıp bu garnizonu da ele geçirdiler. Burada yakalanan General Barrera kurşuna dizildi. Diğer milis kolları da darbecileri durdurmak için Valensiya, Malaga ve Siguenza’ya doğru yola çıktılar.
İspanya’ya Dışarıdan Verilen Destekler ve Uluslararası Tugaylar
İspanya’da devrim süreci yaşanırken dünyanın geri kalanında da çok büyük değişmeler oluyordu.
Fransa’da iktidarda Leon Blum’un Halk Cephesi bulunuyordu. İşçi sınıfının İspanyol devrimcilerine sınıf kardeşlikleri ve devrimci dayanışma ile duydukları sempatinin yarattığı toplumsal baskılar, Fransız hükümetinin başlangıçta İspanya’ya az da olsa yardım yollamasını sağladı. Ancak dünya geniş çaplı bir savaşa doğru gidiyordu ve bunu bahane gösteren Fransız hükümeti öncelikle “anayurdun savunulması” gerektiğini ileri sürerek İspanya’ya olan desteğini çekti. Halk Cephesinde baskın bir rol oynayan Fransız Komünist Partisi ve Sosyalistler bu kararlar alınırken kararları onaylamak dışında bir şey yapmadılar.
Fransız hükümetinin tarafsızlık kararı sonrasında,1936 Ağustosunda, İngiliz, Fransız, Alman, Portekiz, İtalyan ve Sovyet hükümetleri İspanya’da olup bitene müdahale etmeme kararı aldı ve bunu bir anlaşmaya döktü. Bu anlaşma bu devletlerin birbirlerine saldırmazlıkları anlamına geliyordu. Ama Almanya ve İtalya bu anlaşmaya rağmen İspanya’da faşistlere yardımlarını kesmediler, tersine daha da arttırdılar. Böylece taraflar karşı karşıya gelerek bir anlamda İspanya üzerinden II. Emperyalist Paylaşım Savaşının provasını yapmaya başmış oldular.
Almanya’da yükselen devrimci dalga Alman Sosyal-Demokrat ve Komünist Partilerin ihanet politikası yüzünden yenilgiye uğramış, Hitler iktidarı ele geçirmiş ve büyük bir güç kazanmıştı. Alman burjuvazisinin talepleri yayılma doğrultusundaydı. Alman burjuvazisi dünyanın toptan yok edilmesi pahasına yeni bir düzenlemeye ihtiyaç duyuyordu. I. Emperyalist Paylaşım Savaşında kendi istedikleri şekilde paylaşılamamış olan dünya yeniden paylaşılmalıydı. Güç dengelerinin yeniden ayarlanması ve olası bir yeni paylaşım savaşı için hazırlıklar yapılmalı, işçi sınıfının sesinin kesilmesi için iktidarlar faşizan partilere devredilmeliydi. O halde İspanya’daki durum Hitler açısından kaçırılmaması gereken bir fırsattı ve Hitler bunu değerlendirerek milliyetçilere yardım edeceğini duyurdu. 1936 Kasımında İspanya’da 6500 Alman subay ve teknisyen vardı. Bunlar Falanjların eğitimini üstlenmişlerdi. Almanya bu yardımları sayesinde madenler üzerinde imtiyazlar ve yılda 500 milyon mark elde ediyordu.
İtalya’da iktidarını pekiştiren Mussolini ise zaten açıktan Franco’ya destek veriyordu, hem de küçümsenemeyecek bir destek. Yaklaşık 30 bin asker iç savaşta faşistlere destek amacıyla görevlendirilmişti. Bu sayı savaşın şiddetini arttırdığı dönemlerde 70 bine kadar çıktı. Askeri destek dışında bombardıman uçakları, denizaltılar, tank ve otomatik silahlar da yardım olarak İspanya’ya ulaşıyordu. İtalya’dan gönderilen uçaklar sayesinde faşistler hükümetin elinde bulunan hava kuvvetlerine karşı açık bir üstünlük kuruldu.
Sovyetler Birliği’nde bürokratik karşı-devrim süreci tamamlanmış, Sol Muhalefet büyük ölçüde tasfiye edilmişti. Stalinist bürokrasi dünya ölçeğinde izlediği çizgiyi daha sağa kaydırmaya başladı. Faşizme karşı mücadelede kapitalist ülkeler ve burjuva hükümetlerle ittifaklar oluşturuldu. Ama bu tavır faşizme karşı mücadele etmekten çok faşizmin gelişmesine yol açtı. Stalinizm etkisindeki Komintern’e bağlı Komünist Partiler, bulundukları ülkelerde burjuvazi ile koalisyonlara giriyorlardı. “Tek ülkede sosyalizm” politikası, iç mantığına uygun olarak “tek ülke için sosyalizm” haline geldi; bu tek ülkedeki sosyalizm denilen şey ise aslında hilkat garibesi bir bürokratik diktatörlükten başka bir şey değildi. Ancak Avrupa’da faşizmin kazandığı büyük güç, İspanya’da faşistlerin kazanma sürecine girmeleri ve Hitler ile olan anlaşmazlıklar, Sovyet hükümetinin politikasını değiştirmesine yol açmıştır. Sovyet hükümeti İspanya’da Sosyalistlerin iktidara gelmesini istemiyordu, ama faşistlerin iktidara gelmesi de işine gelmiyordu. Bu durumda yapılabilecek olan tek şey vardı: İspanyol devrimini kontrol altında tutabilmek. Sovyetler Birliği’nin gönderdiği yardım İspanya’yı bitkisel hayata sokmaktan başka bir işe yaramıyordu: savaşı kaybetmeyecek ama işçi sınıfının iktidarı almasını da engelleyecek kadarlık bir yardım! Her şey bununla da bitmeyecek, Sovyet hükümeti iç savaşın en kritik anında, Mart 1937’de yardımı kesecekti. Tarafsızlık aslında bir tarafı tutmaktır ve Stalinist Sovyet hükümeti İspanya’da işçi sınıfına bir kez daha ihanet ederek burjuvazinin tarafını tutmuştur.
Dünya dönmeye devam ederken İspanya’da neler oldu? 1936 yılının 30 Temmuzunda İtalyan birlikleri İspanyol Fas’ına ulaştılar. Halk Cephesinin iktidarda olduğu Fransa yardım etmeyeceğini açıkladı ve ardından yaptığı malzeme yardımını kesti. Fas’tan kalkan deneyimli, faşistlere bağlı ordu birlikleri Sevilla’dan Madrid’e doğru harekete geçtiler. 9-14 Ağustosta faşistler İbiza, Merida ve Estramadura’nın başkenti Badajoz’u aldılar. Bu süreç sonunda yaklaşık 2000 sosyalist, işçi ve anarşist idam edildi.
Bunlar olurken, 1936 Kasımından başlayarak, dünyanın 53 ülkesinden 25 bini aşkın anti-faşist ve devrimci, Uluslararası Tugaylara katılmış ve İspanyol devrimini savunmak üzere İspanya’ya gelmişti. Bu tugaylar 1938 sonuna dek var güçleriyle savaşmışlardı. Uluslararası Tugaylara katılan bu yabancılar arasında, Mussolini ve Hitler faşizmi yüzünden ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan İtalyan ve Almanların yanı sıra Fransızlar başı çekiyordu. Bunlarla birlikte İngiltere’den, Amerika’dan, Kanada’dan, Macaristan’dan, Bulgaristan’dan, çeşitli Asya ve Afrika ülkelerinden vb. gelen gönüllüler Fransa’da toplanıyor ve Pireneler üzerinden İspanya’ya gönderiliyorlardı. Sınırı genel denetim ve geçirme görevi Fransız Komünist Partisindeydi.
Aylarca, sıcak, kar demeden en elverişsiz koşullardaki cephelerde, açlık içinde savaşan bu gönüllü devrimciler, yaşamlarını feda etmeyi göze alarak dünyanın bambaşka bir coğrafyasındaki sınıf kardeşlerinin yardımına koşmuşlar ve proletarya enternasyonalizminin en güzel örneğini sergilemişlerdir. Çatışmalarda binlercesi yaşamını yitirmiştir. Onların verdiği moral güçle İspanyol proletaryası mücadele azminin ve gücünün sınırlarını zorlayabilmiştir. Fakat Komintern önderliğindeki KP’lerin ortak ihanet ruhu, tabandaki bu ortak mücadele ruhuna baskın gelmiştir.
İspanyol Komiteleri
İspanya’da faşist güçlerin silahlı milisler tarafından sindirilmesinin ardından eski hükümet başkanı ve burjuva sözcüsü Barrio, işçilere, “silaha hiç sarılmaması gerekenler silahlarını bırakıp işlerinin başlarına dönsünler” diye seslendi. Burjuvazi işçi sınıfından korkuyordu, çünkü işçi sınıfı 1871’de, 1905’de, 1917’de ve daha nice seferler neler yapabileceğini göstermişti. Ve İspanya’da da aynı sürecin işlemesi söz konusu idi.
Öncelikle İspanya’da Halk Cephesinin egemenliğini sağladığı hemen her yerde CNT, POUM, UGT ve PSOE işçi-köylü komiteleri oluşturdu. Barselona’nın kurtarılmasından sonra komiteler gerçekten merkezi bir hüviyete sahip oldular. İktidarı gerçek anlamda kullanabilecek Anti-Faşist Milis Komiteleri kuruldu. Şehirlerde güvenliği bu komitelere bağlı silahlı işçiler sağlamaya başladı. Milis liderleri seçimle göreve geliyor ve geri çağrılabiliyordu. Bu milislerde tam anlamıyla olmasa da askeri disiplin kuralları uygulanıyordu. Yaklaşık 100 bin civarında olan milislerin 50 bin kadarı CNT’ye, 30 bini UGT’ye, 10 bini Komünist Partiye ve yaklaşık 5 bini de POUM’a aitti. Milis örgütlerinin askeri yapılanması ordudan farklıydı. Bir ordu gibi düzenli değillerdi, zorunluluk değil gönüllülük temelinde oluşturulmuşlardı. Milislerin besin kaynağı yoldaşça güven ve devrimci bilinç idi. Milislerin kontrolü ele geçirmeleri burjuvazinin en büyük sıkıntısıydı. Zira milislerin kontrolü ele aldığı bölgelerde kolektifleştirme çalışmaları başlıyor, işçi ve asker komiteleri kuruluyordu. Bu komitelerin kurulması, burjuvazinin elindeki güçleri birer birer kaybetmesi demekti. Nitekim öyle de oldu. Fabrikalar işçi denetimine girdi, topraklar işgal edildi. Madrid dışında artık hükümetin bir otoritesi kalmamıştı. Hükümet sadece ben de varımı göstermek için kararlar alıyordu. Cumhuriyet hükümeti işçilerin elinden bu gücü alabilmek için kendisine bağlı düzenli ordu oluşturma çabalarına girişti. Komünist Parti dışındaki siyasal örgütler buna çok sert tepkide bulundular; milislerin hükümete bağlanması devrimin tepsi içinde burjuvaziye sunulması demekti.
Halk Cephesinin güçlü olduğu bölgelerde yaşam hızla değişiyordu. Siyasal tutukluların tamamı serbest bırakıldı ki, bu on binlerce devrimcinin serbest kalması demekti. Toplumsal uyuşukluğun en büyük sebeplerinden biri din idi ve İspanyolların dine karşı öfkesi de büyük oldu; kiliseler ya yakıldı ya da okul veya hastaneye dönüştürüldü. İşçi sınıfı her türden gericiliğe savaş açmıştı. İnsanların giyim kuşamları dahi değişmişti. Hemen herkes işçi tulumları ile dolaşmaya başlamıştı. İnsanlar, görünümleri ile bile, sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmaya ne kadar istekli olduklarını gösteriyordu. Şapka ve benzeri kıyafetler burjuva özentisi denilerek giyilmiyordu.
Devrimi yapan sadece erkekler değildi kuşkusuz. Eğer kadınlar aktif rol almasalardı devrim olamazdı. Devrim içinde çok büyük roller alan kadınlar birer kadın değil insan olarak görülmeye başladılar; devrim sadece sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmaya değil insanlar arasındaki her türden eşitsizliği ortadan kaldırmaya da yarıyordu! Doğum kontrolü ve kürtaj serbest bırakıldı. Kadının bir meta olarak kullanıldığı kapitalist toplumların en büyük yaralarından biri olan genelevler ve pavyonlar kapatıldı. Kadın vücudu bir meta değildir ve pazarlanamaz! Hayatları boyunca kendilerini pazarlamak zorunda kalan kadınlar gerçek anlamda ilk kez bir insan gibi yaşıyorlardı. Bu kadınların çoğu daha sonra devrimci milislerin içinde kendi istekleri doğrultusunda yer almışlardır. Böylece kadın sorununun çözümü doğrultusundaki adımların devrimden geçtiği görülmüştü.
Şehirlerdeki silahlı milislerin köylere yollanmalarının ardından köylerde de denetim sağlandı. Topraklara el koyularak bu toprakların kayıtları yakıldı. Ancak bu konuda problemler vardı. El koyulan topraklar ne yapılacaktı? Devletleştirilecek miydi, köylülere mi dağıtılacaktı, köylülerin ortak mülkiyetine mi verilecekti? İspanyol devriminin ortak bir tarım programı yoktu ve bu durum köylüleri işgal ettikleri toprakları ne yapacaklarını bilemez hale getiriyordu. Her bölgenin somut koşulları farklıydı. Troçki daha 1931 baharında İspanyol komünistlerinin dikkatini buna çekiyordu: “Komünistler, derhal devrimci bir toprak reformu üzerine çalışmaya başlamalıdır. Bu reformun temelini, monarşitlerin ve kilisenin başını çektiği, ayrıcalıklı, zengin ve sömürücü sınıfların topraklarına, fakir köylü ve askerlerin yararına el konulması oluşturmalıdır. Oluşturulacak bu program, ülkenin değişik bölgelerine de somut bir şekilde adapte edilmelidir. Her bölgede o bölgenin kendine özgü, tarihsel ve ekonomik özellikleri gereği, oluşturulacak olan bir komisyon, bölgede yaşayan devrimci köylülerle işbirliği içinde çalışarak, yapılacak olan tarım reformu programını o bölgenin şartlarını da dikkate alarak o bölgeye somut bir şekilde uyarlamalıdır. Köylülerin taleplerini açık ve net bir şekilde ifade edebilmek için, bu talepleri anlayabilmeyi de öğrenmeliyiz.”[5]
Komünist Parti toprakların zorla kamulaştırılmasına karşıydı. Derdi açıktı: burjuvazi, küçük-burjuvazi ve toprak sahipleri ile iyi geçinmek. Çünkü Komünist Parti işçi sınıfının iktidarını birincil hedef olarak görmüyordu ve azami değil asgari hedefler doğrultusunda hareket etme taraftarıydı. Stalinizmin bürokratik karşı-devrim sürecini tamamladıktan sonra her yere taşıdığı aşamalı devrim anlayışının bir ürünüydü bu. Üstelik Avrupa’daki devletlerin desteğinin devam etmesi için böyle keskin tutumlardan vazgeçilmeli, burjuvazi ile iyi geçinilmeliydi!
Komintern’in taktik değişikliğinin bir yansıması olan bu tutum, işçi sınıfı ile sınıfsal bağları koparıp kır ve kent burjuvazisi ve küçük-burjuvazi ile birlikte hareket etmek demektir. İspanya’da Komünist Partiye üye olanların sayısal dağılımı da bunun göstergesidir. İç savaşın hemen öncesinde 30 bin civarında olan Komünist Parti üye sayısı 250 bine çıkmıştı. 250 bin kişinin dağılımı ise şöyleydi: 87 bin sanayi işçisi, esnaf ve zanaatkâr, 62 bin tarım işçisi, 76 bin toprak sahibi köylü, 15 bin 500 burjuva, 7 bin avukat, doktor, subay vb. meslek sahibi. 87 bin kişilik kısımdan esnaf ve zanaatkârlar çıkarıldığında sanayi işçileri toplam üyelerin yüzde 25’i olarak kalıyordu. Bu veriler Komünist Partinin ne halde bulunduğunu açıklamak için yeterlidir. Ama Komünist Parti bununla da yetinmeyerek tek amaçlarının “cumhuriyet ve mülkiyet ilişkilerini korumak” olduğunu söylüyordu.
Anarşistlerin CNT aracılığıyla savundukları model, kamulaştırılan toprakların ortak işletmeler haline getirilmesiydi. Bolşevik tarzda bir örgütlenmeye karşı olan Anarşistlerin kolektifleştirme çabaları, bu anlayışın sonucu olarak merkezi bir düzenlemeden yoksundu. Oluşturulan kolektifler kendi aralarında bir bütün oluşturmuyorlardı. Sanayi kolektifleri savaştan dolayı hammadde sıkıntısı yaşıyordu ve bunun sonucu olarak üretim düşüyordu. Bazı fabrikalarda ise kötü yönetimin etkisiyle üretim çok laçka bir şekilde yürütülüyordu. Düzensizlik, merkezi bir yönetimin oturtulamaması, savaş koşulları, iyi örgütlenememe gibi nedenler, bazı kolektiflerin zengin, bazı kolektiflerin fakir kalmasına yol açıyordu. Bu durum özellikle Katalonya’da büyük sorunlar yarattı. Şehirlerdeki küçük-burjuvazi feryat figan mallarının gideceğinden bahsediyordu. Kolektifleştirmeye karşı bir tavır sergilemeye çalışıyor ama bunu başaramıyordu. Topraklarına el konulması ve gelirlerini kaybetme korkusu ile köylülüğün bir kısmı ve küçük-burjuvazi sağa doğru kaymaya başladı.
Aragon’daki Katalan işçi milisleri Aragon’u kurtarırken köylerde de kolektifleştirme yoluna gittiler. Aragon halkı genellikle yoksul köylülerden oluşuyordu. Köylülük topraktan koparak işçileşme sürecine girmişti. Bu bölgelerde problem yaşanmadan, gönüllü olarak kolektifleştirme işlemi başarılıyordu. Ancak küçük de olsa bir toprağı bulunan köylülerin bulunduğu bölgelerde kolektifleştirme yolunda sorunlar yaşanıyordu, köylüler topraklarını bırakmak istemiyorlardı. Bu bölgelerde gönüllülükten çok baskı ve zorla kolektifleştirme yapılıyordu. Ancak Anarşizmin Aragon köylerindeki gücü ve küçük toprak sahiplerinin azınlıkta kalmaları, köylülüğün karşı koymasını büyük ölçüde engellemiştir.
Halk Cephesinin hakim olduğu bölgelerde yaşananlar bununla bitmiyordu. Yağma ve soygun olayları artıyor ve ortam bir kaosa doğru sürükleniyordu. Hükümet bunu polis teşkilatı ve düzenli orduyu yeniden oluşturmak için fırsat olarak değerlendirdi. Bu işçi milislerinin sonunun yaklaştığı anlamına geliyordu. Toplumdaki kendiliğinden yükselişe engel olabilmek ve olayları denetim altına alıp suçluları cezalandırmak adına 26 Ağustos 1936’da Halk Cephesi mahkemeleri kuruldu.
İspanya’da olaylar çok hızlı gelişiyordu ve devrim her şeyin daha hızlı anlaşılmasını sağlıyordu. Ama gerçek Marksist bir önderliğin bulunmadığı İspanya bir kez daha karşı-devrimcilere teslim edilecekti.
Largo Caballero Hükümeti: Yaklaşan Son
4 Eylülde 1936’da Giral hükümeti düştü ve Largo Caballero, Cumhuriyetçiler, Sosyalistler ve Komünistlerden oluşan yeni bir hükümet kurdu. Caballero hükümeti kurarken önünde iki seçenek bulunuyordu: ya gerçekten devrimci bir hükümet kurulacaktı, ya da burjuvazi ile iyi geçinmeye çalışan bir hükümet. Birinci durumda, yani sosyalist devrimi ilerletme çabası ile kurulmuş bir hükümet Sovyetler Birliği’nden gelen desteğin kesilmesi demekti. Eğer bir işçi devleti kurulursa SSCB’nin Avrupa’daki müttefikleri ile arası bozulabilirdi. Eğer Sovyetler yardımı keserlerse kuşkusuz İspanya faşistlere teslim edilecek diye düşünüyordu Caballero. Diğer taraftan eğer burjuvazinin desteğini alabilecek olan bir hükümet kurulursa hem dışarıdan destek alınabilecek, hem de “istikrarlı” bir yönetim oluşturulacaktı. “Önce faşizm yenilmeli, daha sonra devrim yapılabilir!” diyen Caballero burjuvazinin de desteğini aldı. CNT, burjuvazi ile aynı saflarda yer alamayız diyerek hükümete destek vermedi. Ancak daha sonra Bakanlar Kurulu değil Özerk Bölge Konseyi adının alınması koşulu ile 26 Eylülde Katalonya’daki Halk Cephesi hükümetine katılma kararı aldı. Bu sürecin sonunda Anti-Faşist Merkez Komitesi ortadan kalkmış oldu. Milisler düzenli ordular haline getirilmeye başlandı, düzenli orduyu kabul etmeyen milislere silah dağıtılmama kararı alındı.
Düzenli ordulara katılmayı kabul etmeyen milisler devrimci iradeleri ile cephelerde kalmaya devam ettiler. Kurulan düzenli ordular ise Sovyet silahları ile takviye edildi. Anarşistler kendi içlerinde çelişmeye başladılar! Teoride her türden devlet aygıtına, otoriteye ve düzenli orduya karşı gelirken, iş uygulamaya döküldüğünde en sert tedbirlerin alındığı düzenli orduları desteklemek zorunda kaldılar. Bir taraftan burjuvazi ile ittifak yapmayı reddedip devlet aygıtını direkt parçalamaktan bahsederken, diğer taraftan hükümete girerek bu aygıtı kullanmaya başladılar. Bu iç çelişkiler anarşistlerin de kendi içlerinde çözülme süreçlerinin başlamasına yol açtı. Elde edilen kazanımlar kaybedilmeye başladı. İlerleyen süreçte silahlı milislerin pasif konuma düşürülmesi, kadınların cephe arkalarına çekilmesi, rütbelerin yeniden devreye sokulduğu düzenli ordulara tam anlamıyla geçiş yapılması sonucunda savaş tamamen düzenli orduların savaşı durumuna dönüştü.
9 Ekim 1936’da Konsey bir karar alarak Katalonya’daki yerel komiteleri tasfiye etti. Bu karar sonucunda yerel komiteler Konseye bağlanmak zorunda kaldılar. İktidar tamamen Caballero hükümetinin eline geçti ve hükümet işçi sınıfı adına kararlar vererek bu kararların uygulanma sürecini başlattı.
Aynı zaman dilimi içinde Moskova Mahkemeleri başlamıştı. POUM bu mahkemeleri işçi sınıfına karşı bir suç olarak görüyordu. POUM’un bu tutumu bile Komünist Partinin POUM’a cephe alması için yeterliydi. Sovyetler Birliği’nde Ekim Devriminin 19. yılının kutlandığı günlerde Troçki casusluk ve faşizmin ajanlığı ile suçlanıyordu. Komünist Parti, POUM’u da Troçkistlikle suçlayarak ona karşı cephe aldı.
Hükümetin telefon görüşmelerini dinledikleri bahanesi ile Barselona Telefon Santrali 3 Mayıs 1937’de PSUC’li bir bakan önderliğindeki askeri birlikler tarafından ele geçirilmeye çalışıldı, ancak bu kolay olmadı. Çatışmalar 7 Mayısa kadar sürdü. Hükümetin donanmayı Generalitat’a yollaması işçiler için bardağı taşıran son damla oldu. Barselona’nın her yerinde barikatlar kuruldu, PSUC ve hükümet binaları işçilerin eline geçti. İşte burada CNT’nin bakanları aracılığı ile yaptığı hata, belki de İspanya’da her şeyin değişmesini sağlayan son nokta oldu: CNT’li bakanlar Anarşistlere sakin olmalarını buyurdu! Anarşistler bu tutumu alırken, 4 gün boyunca işçilerle birlikte barikatlarda yer alan, işçilerle omuz omuza mücadele eden POUM yandaşları, 7 Mayısta barikatlardan çekildiler. 8 Mayısta işçiler yenilgiyi kabul etti ve askerler Barselona’yı işgal ettiler. Hemen ardından POUM yasadışı ilan edildi ve POUM üyeleri CNT üyeleri ile birlikte sokaklarda kurşuna dizildi.
Valensiya’da da Komünist bakanlar POUM’un Barselona’da ayaklanma başlattığını, bundan dolayı POUM’un yasadışı ilan edilmesini ve La Batalla gazetesinin kapatılmasını talep ettiler. Sovyetler Birliği’nde tezgâhlanan oyunlar Komintern’e bağlı bulunan bütün partilerde tekrarlanıyordu. Böylece İspanya’da da Troçki’nin faşist olduğu, POUM’un faşistlerin aleti olduğu gazetelere yansıdı. Caballero bu haberleri gerçek dışı bularak reddetti. Bunun üzerine Komünist bakanlar toplantıyı terk etti. Hükümet çatırdamıştı ve yakın bir zamanda da çökecekti. Komünist Partililerin politik manevraları sonucunda Caballero istifa etti ve yerine Komünist Partiye yakın bir isim olan Juan Negrin başbakan oldu. Negrin başkanlığındaki hükümetin ilk icraatlarından biri POUM’u yasadışı ilan etmek oldu. Komünist Partinin kurucularından biri olan POUM lideri Andres Nin tutuklandı ve ardından gizlice öldürüldü. İspanya’da devrim ezildi, işçi sınıfı iktidarı tamamen kaybetti. Bundan sonra işçi sınıfı kendisinin olmayan bir devleti faşistlere karşı savunmak zorunda kaldı.
1937 yılı savaşlarla geçen bir yıldı. Franco önderliğindeki faşistler her yöntemi uyguluyordu. Almanların yardımları hâlâ kesilmemişti. Özellikle tersanelerin, demir madenlerinin, çelik fabrikalarının ve limanların bulunduğu kuzey bölgeleri Franco için büyük önem taşıyordu. İşçi militanlığının simgesi ve solun kalelerinden olan Guernica Almanlar tarafından bombalandı. Bu bombalama sonucunda 160 kişi öldü, 900 kişi yaralandı. Dünyada yükselen tepkiler üzerine Hitler Burgos cuntasından olayı yalanlamasını istedi. Olay yalanlandı ve Anarşistlerin üstüne atıldı. Franco istediğini aldı: faşistler hiçbir direnç yaşamadan Burgos’a girdiler.
Franco’nun 1938’in ilk aylarında Burgos’ta kurduğu hükümette Monarşist, Carlist ve Falanjistler ikişer kişiyle temsil ediliyordu. Kazanılan hakların hepsi birer birer kaybedildi: Katalan hükümetinin özerkliği kaldırıldı, topraklar kolektiflerin elinden alınarak eski sahiplerine verildi, fabrikalar burjuvaziye teslim edildi… 26 Ocakta Barselona düştü. 27 Şubatta hükümet Fransa ve İngiltere tarafından tanındı. 5 Martta Madrid’de yapılan darbe ile Negrin hükümeti yıkıldı ve yerini Ulusal Savunma Konseyine bıraktı. Devrim yenilmişti. 1 Nisanda Franco savaşın bittiğini açıkladı.
Franco’ya karşı yapılan savaş her ne kadar Mayıs 1939’a kadar sürse de, bu savaş sonucu belli olan bir savaş haline gelmişti. Cumhuriyetçilerin mevzileri birer birer düşüyordu. Ve sonuç, Franco faşizminin işçi sınıfını ezmesiydi.
Devrimin Yenilgisi
İspanyol işçi sınıfı tarihsel açıdan bakıldığında Paris Komünü, 1905 Devrimi, 1917 Devrimi, 1918 Alman Devrimi gibi birçok deneyime sahipti. Ama bu deneyimlere sahip olmak devrimin muzaffer olması için yeterli olmuyordu, olamazdı. Devrimi başarıya ulaştıracak devrimci Marksist bir önderliğin olmaması İspanyol işçi sınıfının en büyük sorunuydu ve bu sorun bile tek başına İspanyol Devriminin yenilgisini açıklamaya yeterlidir.
İspanyol devriminde büyük rol oynayan üç örgüt; CNT, PSCE ve POUM, devrimin en önemli anlarında yaptıkları yanlışlarla İspanya’yı Franco’ya teslim ettiler. Bu yanlışların en önemlisi Halk Cephesi politikasıdır. Troçki’nin de belirttiği gibi: “İşçi sınıfının farklı gruplarından oluşan bir blok ortak pratik sorunların çözümlerinde bazen gereklidir. Belirli tarihsel koşullarda böyle bir blok çıkarları proletaryanınkilere yakın olan baskı altındaki küçük-burjuva yığınlarını da etkileyebilir. … Öte yandan çıkarları temel sorunlarda birbirinden 180 derece ayrık olan proletarya ile burjuvazi arasındaki siyasi ittifak genel kural olarak yalnızca proletaryanın devrimci gücünü felce uğratmaya yarar.”[6]
Var olan sorun işçilerin sadece demokratik taleplerinin yerine getirilmesi değil, iktidarın ele alınması sorunuydu. İşçi sınıfı ve köylülük ancak kendi sınıfsal çıkarları uğruna mücadele ederse gönülden mücadele edebilir. Oysaki burjuvaziyle birlikte yürütülen bir mücadelenin kimin çıkarları uğruna yapıldığı bellidir: amaç iktidarı tümden burjuvaziye teslim etmektir. Bu Stalinizmin aşamalı devrim anlayışı ile birebir uyuşur: “Burjuvazi iktidara getirilerek demokratik devrim süreci tamamlanmalıdır!” Devrimci bir durumda proletaryayı burjuva liderliğine tâbi kılmak yenilgiyi kaçınılmaz hale getirecekti ve öyle de oldu.
“İspanyol devrimi, demokrasiyi devrimci yığınlar karşısında korumak için faşist gericiliğin yöntemlerine başvurmaktan başka bir yol olmadığını gösteriyor. Tersten yaklaşırsak, faşizme karşı başarılı bir mücadele yalnızca proleter devrimin yöntemleri ile verilebilir. Stalin demokrasiyi GPU’nun Bonapartist yöntemleriyle yok ederek ‘Troçkizm’e (proleter devrime) karşı savaş açtı. Bu, bir kere daha demokratik ve sosyalist devrimlerin birbirinden bağımsız iki ayrı tarihsel alt başlık olarak belirlendiği ve zaman olarak birbirinden ayrıldığı Menşevik teoriyi (Komintern tarafından alınan teori) yalanlıyor. Böylece Moskova’daki cellatların eylemleri sürekli devrim teorisini doğruluyor böylece.”[7]
[1] Bundan sonra metinde kısaca Sosyalist Parti ya da PSOE olarak geçecek.
[2] Pierre Broue ve Emile Temime, İspanya İç Savaşı, Hürriyet Yayınları, Kasım 1976, s.33
[3] Bundan sonra metinde kısaca Komünist Parti ya da PCE olarak geçecek.
[4] Lev Troçki, İspanyol Devrimi, Yazın Yay., Ekim 2000, s.220
[5] Lev Troçki, İspanyol Devrimi, s.99-100
[6] Lev Troçki, İspanyol Devrimi, s.319
[7] Lev Troçki, İspanyol Devrimi, s.324-25
link: Ozan Demirci, İspanya İç Savaşı, 12 Haziran 2004, https://marksist.net/node/259
Çevrenin Katili Kapitalist Sistemdir
İnsanca yaşayabileceğimiz konutlar hakkımızdır!