İzlediğim bir televizyon programında bir beslenme uzmanı bugün dünyanın en büyük sorununun nükleer silahlanma, küresel ısınma veya savaşlar değil, Amerikan tarzı yaşamanın ve beslenmenin yaygınlaşması olduğunu söylüyordu. Şüphesiz beslenme uzmanı kapitalizmin doğasını anlamaktan uzak olduğu için sözlerini abartılı buluyoruz, ancak haklı olduğu bir nokta var. Kapitalizm yaşam tarzımızı ve beslenme alışkanlıklarımızı tek tipleştirdi. Beslenme alışkanlıklarımızın değişmesi şüphesiz iş saatlerinin uzunluğundan, yemek yapmak ve yemek için ayırdığımız sürenin azalmasından, besinlerin doğallığını yitirmesinden vs. ayrı düşünülemez. Tabii bir de kendi başına dev bir sektör haline gelen fast-food var.
Peki insanların yüzyıllardır sürdürdükleri beslenme alışkanlıkları birkaç on yılda değişince, bu durum sağlığı nasıl etkiledi? Gerçekten beslenme uzmanının söylediği gibi zekamız geriledi mi bilmiyorum, ama fast-food tarzında beslenmenin bize bir dizi hastalık ve aşırı kilolar olarak döndüğü doğru. Mesela 240 milyon nüfuslu Amerika’da 120 milyon insanın obez olduğu açıklandı. Yani koca ülkede nüfusun yarısı obeziteyle savaşıyor. İşte bundan dolayı bu ülkede büyük fast-food şirketleri porsiyonları yarı yarıya küçültmüş durumda, elbette fiyatlarda aynı küçültmeyi yapmadan! Doğrusu önlemin böyle kârlısına can kurban!
Kalp ve damar sağlığını etkileyen, hareketlerimizi kısıtlayan bir hastalık olduğu için obeziteye karşı önlem alınması gerekiyor. Ancak elbette kapitalistlerin ve fast-food patronlarının alacakları önlemler insanların sağlığını korumak kaygısını taşımıyor. Onlar insanların durumdan kaynaklı rahatsızlıklarını ve ortaya çıkan sağlık sorunlarını bile kazanç kapısına dönüştürmenin hesaplarıyla meşguller. Obezliğin, şişmanlığın yaygın bir sağlık sorunu olduğu bu ülkede dev tekeller özellikle medya aracılığıyla bu kez de insanları “zayıflamak ve güzel olmak” güdüsüyle kışkırtıyorlar. Zayıflama tutkusu başlı başına bir sektör yaratmış durumdadır. İdeal ölçüler belirlendi ve bu ölçüler insanların önüne hedef olarak konuldu. Evinde sağlıklı beslenebileceği gıdalar olmayan insanlar bile aşırı kilo kabusları görmeğe başladı. Nüfusunun yarısı obez olan bu ülkede, kadınlar başta olmak üzere insanlar üzerlerinde korkunç bir baskı hissediyorlar. Zayıflamak için korkunç bir zaman ve para harcıyorlar. Yemek yemiyorlar, zayıflama hapları ve çayları kullanıyorlar, spor salonlarına, bir diyetten diğerine koşuyorlar. Bünyelerini harap ediyorlar.
Durumun ne kadar vahim olduğunu gösteren bir örnek vermek istiyorum. Birkaç hafta önce gazetelerin magazin sayfalarında kadınlarla yapılan bir anketin sonuçları yayınlandı. Buna göre kadın deneklerin önüne “keşke zengin bir sevgilim olsaydı”, “keşke daha zeki olsaydım”, “keşke güzel bir arabam olsaydı” tarzında “keşke” ile başlayan cümleler koyup kendilerine en uygun olanı işaretlemeleri istenmiş. Kadınlar en çok “keşke daha ince bir belim olsaydı”, “keşke daha zayıf olsaydım” şıklarını işaretlemişler. Ne hale getirildiğimizin gerçekten güzel bir örneği. İnsan olarak aşağılanmamızın sınır noktası bu olmalı.
İnsanlar zayıflamanın onları mutlu edeceğini düşünedursunlar aslında bizim onlara göstermemiz gereken gerçek bambaşkadır. İnsan fizyolojisinin evrimi, insanın bir tür olarak ortaya çıkmasından bu yana kesintisiz devam etmektedir. Ancak bu değişim kapitalizmle beraber doruk noktasına ulaştı. Bütün canlılar için geçerli olan bu gerçeğin nedenleri, artık doğal olmaktan çok uzaktır. Teneffüs ettiğimiz hava, yediğimiz gıdalar ve beslenme alışkanlıklarımız, uyku saatlerimiz ve aşırı çalışma gibi faktörler bünyemizi oldukça değiştirmiştir. Adını bile bilmediğimiz birçok hastalık, mikroorganizma ve virüsle baş etmek zorundayız. İşte obezite de modern çağın getirdiği bir hastalık. Kapitalizmde kâr hırsının nerelere kadar varabileceğinin basit bir örneği. Ve biz kapitalizmin her türlü pisliğiyle olduğu gibi obezite ve zayıflama tutkusuyla da, bunların sektör olarak insan doğasına verdikleri zararlarla da tek başına mücadele edemeyiz. Sınıflı toplumların her türlü pisliğinden kurtulmak için kapitalizme karşı topyekün bir mücadele vermeliyiz. Yoksa patronlar sınıfının kâr hırsı için daha da aşağılanmaya devam edeceğiz.
Milyarlarca insanı belli ölçüler içine, standart bir yaşam şekline, yani tek tipliliğe mahkum eden kapitalizmin ölçülerini reddedelim. Bizler için yaşamımızdaki tek ölçü sınıfımıza ve mücadelemize bağlılığın ölçüsü olmalıdır. Hem manevi dünyamızın hem bedenimizin hem de doğanın gerçek bir mucizesi olan aklımızın farklılıklarını güçlendirmeli ve bu farklılıkları sınıfsız bir dünya kurma mücadelemizin zenginlikleri haline getirmeliyiz.
link: İstanbul’dan MT okuru bir kadın işçi, Ölçümüz Ne Olmalı?, 22 Şubat 2006, https://marksist.net/node/929
İran Hedef Tahtasında
Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı / 2