2000 yılında, E tipi cezaevlerinin F tipi hücrelere dönüştürülmesini, devrimci tutsaklar ve yakınları, düzenledikleri basın açıklamaları, mitingler, dönüşümlü açlık grevleri ve nihayetinde ölüm oruçlarıyla protesto ettiler. Aradan geçen 5 yıla karşın ölüm oruçları halen devam ediyor. 120’den fazla devrimci ölüm oruçlarında yaşamlarını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı.
Peki devrimciler neden F tipi hapishanelere kapatılmaktansa gün be gün erimeyi, çürüyen organlarının acısına aylar boyu katlanarak bedenlerini ölüme yatırmayı tercih ettiler? Koğuşlarının havalandırmalarına tesadüfen savrulan birkaç yaprağı toplayıp özlem dolu satırlarının etrafını süsleyen, avlunun dibine yaralandığı veya hastalandığı için düşen bir serçeyi iyileştirip tekrar uçurmanın coşkusuyla avunan, misafirdir diyerek fareleri bile besleyip onlara isimler veren, onlarla arkadaş olan tutsaklar bu “erişilmez konforlarını” yitirmekten mi çekindiler yoksa?! Burjuvazi zaten tutsak ettiği devrimcilerden daha ne istiyordu da F tiplerini inşa etti?
Devrimciler bireycilikten, bencillikten, çıkarcılıktan sıyrılabildikleri ve toplumun acılarına ve çelişkilerine ortak oldukları için yani insan gibi insan oldukları için devrimcidirler. Devrimciler hapiste de olsalar yaşamdan kopmazlar. Yaşamla kurdukları güçlü bağlar sayesinde inançlarını ve siyasi iradelerini ayakta tutarlar. Hatta mücadeleye hapishane koşullarında olsalar bile olabildiğince katılmaya çalışırlar. Nice devrimci, yaşamları pahasına son nefeslerini verene değin davasına sadık kaldı. Bu yüzden burjuvazi devrimcileri tamamıyla yalıtmak, yalnızlaştırmak suretiyle iradelerini zayıflatmak, kimliklerinden arındırmak çabalarına girişti.
F tipi hücrelerde insanı insanlıktan çıkaracak her şey ayrıntısıyla düşünülmüştür: Tek kişilik odalar 6 metrekaredir. Hücrenin içinde baktığın her yer, her şey beyazdır. Ferah olsun diye değil tabii, bu rengin zamanla insan psikolojisini bozduğu, insanı çıldırttığı bilindiğinden… Devrimcilerin ruhunu çökertmek ve bilincini köreltmek amacıyla radyo yayını yapılır. Günlük yapılan sayımlarda hücrelerin kaç kişilik olduğu görüldüğü halde sayımların ayakta alınması zorunlu tutulur. Aksi halde ziyaret günü görüşe çıkartılmamak, mektubunu ulaştırmamak, dayak vb. disiplin cezaları devreye sokulur. Ziyarete aile fertlerinin dışında kimse kabul edilmez. Aileler her defasında parmak izi alınan makineden ve insanı utandıran ve aşağılayan aramalardan geçer. Evlatlarına sahip çıkan tutsak yakınları gözaltılara, dayaklara maruz kalır. Dolayısıyla aileleri yıldırmak, tutsakları ailelerinden yalıtmak, sindirme ve teslim alma yöntemlerinden biridir.
Kısacası bu tecrit odaları, tutsakların kişiliklerini yok etmeyi, onları insani olan her şeyden uzaklaştırmayı, böylelikle devrimci kimliklerini teslim almayı amaçlayan işkencehanelerdir. Bu yüzden devrimciler F tiplerine girmemek için sonuna dek direndiler.
Devlet 19-22 Aralık 2000’de Türkiye tarihinin (şimdiye kadarki) en büyük cezaevi katliamına girişti. Burjuvazi tam da kendine yakışan bir ikiyüzlülükle “hayata dönüş operasyonu” adını verdiği ve 21 cezaevinde devrimcileri katletmeye girişti. Burjuvazi bir yıldır planladığını ilan ettiği saldırıyı, bu operasyon için özel olarak yetiştirdiği binlerce timi, askeri ve polisiyle 19 Aralık sabahı başlattı. Burjuvazi, kurdukları barikatlardan başka savunmaları olmayan tutsakların üzerine, panzerleriyle, ağır iş makineleriyle, gaz bombalarıyla, mermileriyle saldırdı. Tutsaklar içeriği halen bilinmeyen kimyasal silahlarla zehirlenerek, derileri eritilerek, kurşunlanarak katledildiler.
Bazı cezaevlerinde çatışma üç gün devam etti. Barikatların ardında direnildi. Atılan bombalar katillere geri yollanmaya çalışıldı. Tutsaklar bayılana, ağır yaralanana ve ölene dek, katiller koğuşlara girmeye cesaret edemediler. Tutsakların elinde ateşli silahlar olduğu için değil; devrimci iradenin, inancın ve cesaretin gücünden korktukları için…
19 Aralıkta 21 cezaevinde aynı anda başlatılan saldırı, 22 Aralıkta 28 devrimcinin ölümü ve yüzlercesinin yaralı olarak “ele geçirilmesiyle” sona erdi. Alçaklıkta sınır tanımayan burjuvazi, sağ kalanlara ve hatta ölenlere bile “devlet malına zarar vermekten”, yani katledildikleri sırada orada bulunmaktan ötürü davalar açtı.
Irak halkının tepesine milyonlarca ton “demokrasi” yağdıran da, cezaevlerinde gazıyla, bombasıyla, asidiyle devrimcileri katleden de aynı burjuvazidir. Şemdinli’de, Lice’de, Ulucanlar ve Eskişehir cezaevlerinde, Sivas’ta, Gazi’de, Filistin’de, Vietnam’da, Hiroşima’da, yani dünyanın dört bir yanında kapitalist düzen kan akıttıkça burjuvazi hayat buluyor. İşte burjuvazi için “hayata dönüş” operasyonları…
Kitleler devrimci siyasal mücadeleye katılmadıkları sürece burjuva düzen dize getirilemez. Devrimcilerin misyonu yalnızca birer kahraman olmak değil, işçi sınıfını, kendi kurtuluşu için mücadeleye girmesini sağlayacak bilinç ve örgütlülükle silahlandırmaktır. 19 Aralık operasyonunun öncesinde ve sonrasında devrimci örgütlerin direnişe bakışları, yükledikleri misyonlar ve izledikleri taktikler ayrı bir tartışma konusudur. Burjuva devletin katliamcı yüzü ise aşikârdır.
19 Aralık katliamı ne ilktir ne de son olacaktır. Biz devrimciler burjuvaziden erdemli olmasını, dürüst ve mert davranmasını beklemiyoruz. Egemenler isyan edenleri yıldırmak ve toplumu bütünüyle uysallaştırıp teslim almak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Egemen sınıf milyonlarca emekçi ona son darbeyi vurana değin, daha nice cana kıyacaktır.
Biz devrimciler burjuvaziden asla insaf beklemedik ve beklemeyeceğiz. Unutulmasın ki sömürü düzeni yıkılana dek kavga sürecek. O gün geldiğinde egemenler ne ektilerse onu biçecekler. Bundan da kimsenin şüphesi olmasın.
Katliamı unutmadık, işçi sınıfı hesabını soracaktır!
link: İstanbul’dan MT okuru bir tekstil işçisi, “Hayata Dönüş”ün Beşinci Yılı, 22 Aralık 2005, https://marksist.net/node/881
Gözümüzü Artık Açalım
Latin Amerika Sosyalizme mi Gidiyor?