“Güneşli, sıcak bir gün canlandı gözünün önünde; hemen yanı başında kocaman bir ceviz ağacının yükseldiği kerpiç bir ev; çocukluk arkadaşı İsaların evi. O sıcak, güneşli gün, ömrü boyunca unutamayacağı bir olaya tanık oldu Bedreddin. Kaburgalarından geçirilmiş bir çengelle, İsa’nın aksakallı babası ceviz ağacının bir dalına asılmıştı. Ana, üzerinde parçalanmış bir şalvar, başı açık, evin eşiğinde baygın yatıyordu. Dokuz yaşındaki İsa’yla iki küçük bacısını ise mültezimin adamları bir urganla birbirlerine bağlıyorlardı. Yaşlı köylünün ak sakalından aşağı sessiz gözyaşları dökülüyor, çocukların kirli yüzlerinde kurumuş gözyaşlarının açtığı yol yol izler görülüyordu. Bedreddin koşarak babasına gitti. Ne de olsa kadıydı babası. Ama kendisinin heyecandan tutularak anlattığı olay karşısında iyi yürekli, namuslu, gözü pek babasının tepkisi, üzgün üzgün başını sallamak ve «Allah büyüktür oğul!» demek olmuştu. «Vermemiş toprağı köylünün... O da borçlarını ödeyememiş. Böyle olunca da, borcuna karşılık çocuklarını almışlar. Yasalar böyle...» O gözkamaştırıcı güneşli gün, kaç gece Bedreddin’in düşlerine girdi! Kaç kez o güneşli günün karabasanıyla yatağından fırladı! Aşağılanan insanların gözyaşları, yurdunun gözyaşları Bedreddin’in yüreğini sıkıştırıyordu. Yanıp tutuştuğu şey, işte bu gözyaşlarını durdurmaktı.” (Radi Fiş, Ben de Halimce Bedreddinem, Evrensel Yay.)
Şeyh Bedreddin 14-15. yüzyılda Osmanlı topraklarında yaşamış, döneminin önde gelen alimlerindendir. Soylu bir aileden gelen Bedreddin dönemin en önemli ilim merkezlerinde eğitim görmüş, felsefe ve mantık alanında, İslam hukuku üzerine yaptığı çalışmalarla ünü Osmanlı sınırlarının ve çağının ötesine ulaşmıştır. Fakat onun ismini yüzyıllar sonrasına taşıyan sebep başka noktadadır; yanı başındaki yoksul halkın yaşadığı zulme, yasaların adaletsizliğine, din istismarına yakından tanık olur Bedreddin. Bu haksızlıklara son verebilmek, her inançtan ve halktan insanın kardeşçe yaşayabileceği, beraber üretip beraber paylaşabileceği eşitlikçi bir düzen kurabilmek için ezilenleri örgütlemeye girişir. Anadolu’yu karış karış dolaşarak dönemin hâkim din anlayışına karşı çıkan, merkezi otoriteye başkaldırmış pek çok çevre ile irtibata geçer. Kendisi gibi mülkiyet karşıtı derviş topluluklarından Torlak Kemal, Kethüdası Börklüce Mustafa ve onların önderliğinde binlerce müridiyle kılıç kuşanıp Osmanlı’ya başkaldırır. Fakat ne yazık ki, bu savaşta muzaffer olamazlar. Osmanlı cellâtları Bedreddin ve yiğitlerini, onlara sahip çıkan köylüleri dahi kılıçtan geçirir. Bedreddin’in kitapları yakılır, yasaklanır ve mezar yeri bile yüzlerce yıl halktan saklanır. Ancak tüm çabalarına rağmen egemenler yaşadığımız topraklarda kök veren eşit bir dünya özlemini ve devrimci ruhu bu topraklardan söküp atmayı başaramazlar. Bedreddin ve yoldaşlarının bıraktığı miras nesiller boyu aktarılmış, başka bir dünya özlemiyle çarpan nice kalbe ilham olmuştur, olmaya da devam edecektir.
Onların uğruna mücadele ettiği değerler her devrin egemenlerinin korkulu rüyasıdır. Nitekim tüm toprakların mülkiyetinin devlete ait olduğu Osmanlı’da da, toprağın sadece kullanım hakkına sahip olan ve ağır vergiler aracılığıyla ürettiği ürünün de büyük kısmına el koyulan köylülerin eşitlik ve kardeşlik talebini sahiplenmesi Osmanlı egemenlerinin en büyük korkusuydu. Bu amaçla girişilen irili ufaklı pek çok isyan egemenlerin kıyımına uğramıştır. Resmi tarih yazımında bu isyanlar yer bulmazken, bugünkü iktidar medyası, tarihi kendilerine göre yeniden kurguladıkları yapımlarda tarihsel gerçeklikleri çarpıtmakta, emekçilerin bilincini bulandırmaktadır. Aşırı vergilerden, savaşlardan, dinsel vb. ayrımcılıktan bıkmış yoksul köylülerin yaşamları, özlemleri ve isyanları yok sayılmaktadır. O halde gelin yaşadığımız bu topraklarda çağlar öncesinden yükselen eşitlik, kardeşlik çağrılarına kulak verelim. Unutturmak isteyenlere karşı hafızamızı tazeleyelim.
Evvelin evveli vardır derler. Üzerinde yaşadığımız bu topraklar asırlar boyunca farklı din ve kültürden nice halka ev sahipliği yapmıştır. 12-13. yüzyılda Anadolu’da Türklerin, Kürtlerin yanı sıra nüfusun önemli bir bölümünü Rumlar, Ermeniler, Süryaniler ve Yahudiler oluşturuyordu. Merkezi otoritenin zayıfladığı bu dönemde çeşitli inanç ve etnisiteden halklar bir arada yaşarken, tasavvufi inanç ve düşünce sistemleri de bu ortamda gelişiyordu. Mevlâna, Hacı Bektaşi Veli gibi dönemin büyük düşünürleri, insanı merkeze alan anlayışlarıyla öne çıkıyorlardı. Yine onların çağdaşı olan, bu toprakların en kıymetlilerinden Yunus Emre’nin özlü dizelerinde bu atmosferin izlerini görürüz:
Gökyüzünde İsa ile Tur dağında Musa ile
Elindeki asa ile çağırayım Mevlâm seni
Derdi aşkın Eyyub ile gözü yaşlı Yakub ile
Ol Muhammed Mahbub ile çağırayım Mevlâm seni
Selçuklu’nun dağılmasından arta kalan beylikleri mağlup edebilmek için Hıristiyan tekfurlarla ittifak kuran, fethedilen topraklarda görece uzlaşmacı bir çizgi izleyen Osmanlı’nın ilk dönemleri halklar arasında eşitlikçi fikirlerin yaygınlık kazandığı bir dönem olur. Diğer beylikler üzerinde hegemonyasını kurmayı başaran Osmanlı, takip eden yıllarda Asyatik-despotik bir imparatorluğa doğru yol alacaktı. Yeni fetihler yapıldıkça vergiler artırılıyor, vergisini ödeyemeyenlere ağır cezalar getiriliyor, köylünün elinde avucunda ne varsa zorla elinden alınıyordu. 15. yüzyılın başlarında Ankara Savaşında aldığı ağır yenilgiden sonra Osmanlı padişahı esir düşmüş, padişahın oğulları arasında yıllar sürecek taht kavgası başlamıştı. Tepedekiler taht kavgasına giredursun, halk savaşın getirdiği ağır yıkımla boğuşuyordu. Anadolu’nun birçok bölgesinde köyler yağmalanmış, bereketli topraklar yakılıp yıkılmıştı. Açlık, kıtlık ve salgın hastalıktan perişan düşen köylüler dönemin kazaskeri olan Bedreddin’e güveniyor, ona dert yanıyordu. Bedreddin, işte böyle bir atmosferde bu öfkeyi örgütlemeye girişmiş, bir başka deyişle, önderini arayan bir halk hareketinin başına geçmişti.
Bedreddin ve yiğitlerinin isyanı aradan geçen yüzyıllar içinde pek çok çalışmanın konusu olmuştur. Bu isyanın dinamiklerini Bedreddin’in yüce gönüllülüğünde arayanlar olduğu gibi, devrimci yönünü törpüleyip onu bir din âlimi olarak gösterme çabası da yaygındır. Bunda döneme ait kaynakların sınırlı olmasının yanı sıra Osmanlı despotizminin sindirme çabaları etkili olmuştur. Zira Osmanlı bu isyandan sonra baskıyı ve sansürü alabildiğine artırmış, Bedreddin’i ve eşitlikçi fikirleri toplumun hafızasından silebilmek için elinden geleni ardına koymamıştır. Egemenlerin sözcüleri Bedreddin ve yoldaşlarını mülhit ilan etmiş, isyana katılan hakikat bacıları üzerinden en alçakça iftiraları atmaktan geri durmamıştır. Ancak iktidar sahipleri ne yaptılarsa da, onların onurlu mücadelesinin geleceğe taşınmasına engel olamadılar, olamazlar da. Bu toprakların komünist ozanı Nâzım Hikmet, o dönemleri titizlikle inceleyen namuslu tarihçilerin çalışmalarında Şeyh Bedreddin’i tanımış ve 15’leri olduğu gibi Bedreddinleri de bu toprakların mücadele tarihine kalemiyle kazımıştır.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
Nâzım Hikmet’in en duru şekliyle ifade ettiği gibi, onlar bu topraklarda halkların kardeşçe yaşayabileceği, birlikte üretip birlikte paylaşabilecekleri eşitlikçi bir düzen için mücadele verdiler. Rekabetin ve bencilliğin toplumun tüm hücrelerine aşılanmaya çalışıldığı kapitalizm çağından bakıldığında bu talepler kimilerine abartı veya “ütopik” gelebilir. Fakat unutulmasın ki insanlık on binlerce yıl boyunca özel mülkiyetin, sınıfların ve devletlerin olmadığı kolektif bir düzende yaşıyordu. Avcı-toplayıcılıktan yerleşik tarıma geçen insanlar için toprak, üzerinde yaşayan ve onu işleyen herkes için toprak anaydı. Bu bakımdan eski dönemlerin toplumları, kapitalizm çağının toplumlarına göre geçmişin komünal yaşamının izlerini daha yakından taşıyordu belleklerinde. Nitekim Bedreddin’e atfedilen şu sözlerde geçmişin bu anlayışının izlerini görmek mümkündür: “Ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur da, ekmek neden herkesin ekmeği değildir?”
Bu bağlamda, Bedreddin hareketi tarihte yalnız değildi. O dönemlerde Avrupa’dan Asya’ya egemen sınıfların mülksüzleştirilmesi fikrine dayanan pek çok hareket gelişmişti. Avrupa’nın yüzyıl savaşlarının etkisi altında olduğu bu dönemde İngiltere köylü isyanlarıyla çalkalanıyor, Fransa’da kiliseye ve soylu sınıfa karşı ayaklanmalar patlak veriyordu. Aynı dönemde Ortadoğu-İslam coğrafyasında despotik iktidarlar altında da kolektivist yaşamı savunan halk hareketleri vardı. Nitekim Bedreddin’in yoldaşları Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa da Anadolu’da eşitlikçi-kolektivist derviş topluluklarının liderleriydiler.
Tarihçiler Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in İzmir-Aydın-Manisa yörelerinde iştirakçi bir uhuvvet cemaati yaratma amacında olduklarını yazar. Bedreddin ile tanışmalarından sonra mücadelelerini ortaklaştırarak birlikte hareket etmeye başlarlar. Torlak Kemal savaşçı göçmen toplulukların ve Yahudi halkının yaşadığı Manisa yöresinde, Börklüce Mustafa –halk arasında bilinen adıyla Dede Sultan– Türkmen köylülerin ve Rumların yaşadığı Karaburun bölgesinde Bedreddin’in öğretilerini yayarlar. Ezilen, horlanan kitleleri etrafına toplayarak, dini veya etnik ayrım gözetmeksizin herkesin bir arada yaşayabileceği, hakikatin hâkim olduğu bir düzen için kılıç kuşanmaya çağırırlar:“Biz, bilim gücümüzle, evrenin birliğinin gizlerini bilişimizle dinlerin ve halkların sahte yasalarını değiştireceğiz, boş yasakları kaldıracağız, dünyayı yalanın utancından temizleyeceğiz. Toprağı olmayanlar toprak sahibi, iktidarda olmayanlar iktidar sahibi olacaklar. Hakikat bayrağının altında toplanın, saflarımızda yer tutun!” (Radi Fiş,age)
Osmanlı kendi bekasına tehdit oluşturacak bu hareketi yeterince güçlenmeden ezmek istemektedir. Bu amaçla Börklüce Kemal’in üzerine İzmir sancakbeyi ordusunu gönderir. Bu ordu kılıç kuşanmış Karaburun yiğitleri karşısında tarumar olur. Osmanlı bu kez Aydın ve Saruhan kuvvetlerini toplayıp Karaburun’a gönderse de, bu ordular da isyancılar tarafından püskürtülür. Durumun vahametini anlayan Osmanlı padişahı, oğlu Murat ve veziri Bayezid komutasında Anadolu ve Rumeli ordularını toplayarak isyanı ezmek üzere Karaburun’a gönderir. O dönemde Osmanlı’da bulunan Bizans tarihçisi Dukas, akabinde yaşananları şöyle kaydedecektir tarihe: “Anadolu’dan takviye edilen kuvvetler karşılarına çıkan herkesi; yaşlıları, bebekleri, kadınları ve erkekleri, kısacası her yaştan herkesi katlederek dervişlerin müdafaa ettikleri dağlık bölgeye doğru ilerlediler. Burada kan gövdeyi götüren bir savaş yaşandı. Murad büyük kayıplar yaşadı ancak sonunda Karaburunlular sahte keşiş ile birlikte teslim oldular. Elleri bağlanarak Efes’e getirildiler. Börklüce Mustafa burada çok çeşitli işkencelere maruz kaldı ancak yanılgısından vazgeçmedi ve boyun eğmedi. Ve böylece onu çarmıha gerdiler. Bir devenin üstüne oturtup ellerini tahtalara çivileyerek şehrin merkezinde gezdirdiler. Müridleri onun öğretisinden vazgeçmeyi reddettikleri için, onun gözleri önünde hepsinin boynu vuruldu. Müridlerinin, ölümü sevinçle karşılar gibi, «iriş dede sultan» dedikleri duyuldu.”[1]
Osmanlı Karaburun isyanını vahşice bastırdıktan sonra ordularını Manisa’ya, Torlak Kemal’in üzerine sürer. Osmanlı orduları Karaburun’da olduğu gibi burada da isyancıları ve halkı kılıçtan geçirir. Kaynaklar bu katliamdan sonra Manisa’da tek bir Yahudinin bile kalmadığını söyler. Bu sırada İznik kalesinde sürgünde olan Bedreddin bir yolunu bularak kaleden kaçar. Rumeli’de bir ayaklanmaya hazırlanırken sarayın adamları tarafından pusuya düşürülerek yakalanır ve padişaha götürülür. Fikirlerinden dönüp af dilemesi halinde canının bağışlanacağı söylenir. Fakat Bedreddin de Börklüce Kemal ve yiğitleri gibi inandığı yoldan dönmez, aman dilemez. “Hakikât bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur. Ama mademki biz yenildik, verin fetvanızı” diyerek yaşamı boyunca savunduğu değerlerin arkasında durur. Bedreddin’e diz çöktüremeyen Osmanlı cellâtları onu Serez çarşısının orta yerinde üryan şekilde asarak öldürürler.
Egemenlerin tarihinin her satırı kan ve irinle yazılıdır. Eşitlikçi bir düzen özlemiyle verilen nice mücadele kanla bastırılmışsa da zulme karşı boyun eğmeyenler her dönemde ve her coğrafyada var olmuştur. Bu da bizim tarihimizdir. Bugünün iktidar sahipleri ne kadar gizlemeye, türlü cambazlıklarla yok saymaya çalışırsa çalışsın, biliyoruz ki yaşadığımız bu topraklarda da zulme ve sömürüye karşı eşitliğin, kardeşliğin türküsünü yakanlar hep var olmuştur ve olmaya devam edecektir. Önemli olan, Nazım Ustanın dediği gibi, “dünü bugüne, bugünü yarına bağlamak”tır. “Önemli olan en zor zamanlarda bile sınıfsız toplum ideali uğrunda dövüşenlerin anılarını ve fikirlerini insanlığın ortak hafızasında tutmak, onları yarınlara taşımaktır. Çünkü yeni atılımları besleyen geçmişin dersleri, geçmişin kahramanlarının verdiği umut ve cesarettir. Geleceği inşa edecek mücadeleler, dünün dersleriyle kuşananlar tarafından bugün verilir. Önemli olan dünü yarına bağlayan sağlam bir halka olabilmektir.”[2]
link: G. E., Anadolu’da 600 Yıldır Yaşayan Bir Çınar: Şeyh Bedreddin ve Hakikat Mücadelesi, 22 Nisan 2024, https://marksist.net/node/8246
1 Mayıs: Bir Günden Çok Daha Fazlası!
“Eyvallah, Katliamı Kınıyoruz Ama Ticaret Önemli!”