DİSK-AR’ın raporuna göre Türkiye’de çalışma çağındaki 63,7 milyon kişinin sadece 19,7 milyonu kayıtlı ve tam zamanlı çalışıyor. Çalışanların en az beşte birinin ise sigortasız çalıştığı biliniyor. Gerçek bu olmasına rağmen TÜİK, taklalar atarak, kırk dereden su getirerek işsizlik rakamlarını olduğundan düşük göstermeye devam ediyor. Durum o kadar tuhaf bir hal aldı ki, devletin iki resmi kurumu arasındaki veriler bile uyuşmuyor. İŞKUR’da kayıtlı işsiz sayısı Şubat 2021 ile Şubat 2022 arasında 325 bin kişi artarken, TÜİK aynı dönemde işsiz sayısının 623 bin kişi azaldığını söylüyor. Oysa çok açık ki kayıtlı işsiz sayısının artması genel olarak işsiz sayısının arttığı anlamına gelir.
Rakamların dili soğuktur. Çoğu zaman bir haberde gözümüze ilişen rakamlar bize çarpıcı gelse de bu rakamların hayattaki karşılığının ne olduğu üzerine pek düşünmeyiz. Mesela çalışma çağındaki insanların yüzde 54’ünün istihdamda olmamasının toplumsal karşılığı nedir? Veyahut çalışma çağında olduğu halde kayıtlı ve tam zamanlı çalışmanın dışında kalan 44 milyon insan ne yaşıyor? Bunların arasında kayıt dışı çalışanlar, yarım zamanlı çalışanlar veyahut eğitimini devam ettirdiği için çalışmayanlar olsa da çok büyük bir rakamdan bahsediyoruz. TÜİK’in işsizlerin büyük bir kısmını hangi gerekçelerle işsiz kategorisinin dışında tuttuğunun da hiçbir önemi yok. Gerçek şu ki Türkiye’de işsizlik büyük bir toplumsal sorundur. Enflasyonun yüzde 140’ı geçtiği, taneyle meyve sebze alındığı, elektrik ve doğalgaz faturasını ödeyemeyen 4,5 milyon hanenin olduğu, bir işi olup da çalışanların dahi geçim sıkıntısıyla boğuştuğu bir ülkede işsizlik emekçiler için yıkım demektir. İşsizlik yaşamsal ihtiyaçların dahi karşılanamaması, manevi çöküntü, depresyon, umutsuzluk, çaresizlik, huzursuzluk, artan intiharlar ve şiddet demektir.
Türkiye’de 2002-2019 yılları arasında 53 bin kişi intihar etti. Bunların arasında 5806 kişinin geçim sıkıntısı nedeniyle intihar ettiği belirtiliyor. Türkiye genelinde geçim sıkıntısı nedeniyle yaşanan intiharların, toplam intiharlar içindeki payı 2018’de yüzde 7,3 iken, 2019’da yüzde 9,4’e yükseldi. 17 yıl içindeki intiharların neredeyse yarısı, yani 22 binden fazlası kayıtlara “sebebi bilinmeyen” olarak geçmiş. Geçim sıkıntısının yarattığı psikolojik sorunları düşündüğümüzde sebebi bilinmeyen intiharların büyük bir kısmının temel sebebinin ekonomik sorunlar olduğunu tahmin etmek zor değil.
Pandemi döneminde ise geçim sıkıntısı nedeniyle intihar edenlerin sayısı geçmiş yıllara göre arttı. Her intihar yok olup giden yaşam, ocağına ateş düşen bir aile, daha büyük bir çaresizliğin ve yokluğun içine düşen çocuklar, eşler, anne-babalar demektir. Hatırlayalım, Hatay’da işsiz bir babaydı Âdem Yarıcı. İşsizlik yüzünden eşinden boşanmıştı, çocuğuna doğumgününde kola alabilmek için arkadaşından borç istemişti. İnşaat işçisiydi, boyacılık yapıyordu ama iş bulamıyordu. Belediyeden iş sözü vermişlerdi ama oradan da bir şey çıkmadı. Yarıcı umudunu kaybettiği noktada Valilik önüne gitti ve “Açım, işsizim, evde çocuklarım zor durumda, çocuklarım aç” diyerek kendini yaktı. Samsun’un Canik ilçesinde 45 yaşındaki işsiz bir emekçi kendini demir parmaklıklara asarak intihar etti. Avucunun içine “İş, Aş” yazmıştı. Kocaeli’de çocuğuna okul pantolonu alamayan İsmail Devrim “Çocuklarıma bakamıyorsam, çocuğuma bir pantolon alamıyorsam niye yaşıyorum ki” diyerek intihar etti. Ve daha birkaç gün önce, Van’da ataması yapılmayan gencecik bir öğretmen olan Harun Titiz, işsizlik ve borçlarından dolayı canına kıydı. İşte binlerce intiharın arkasında en az bunlar kadar acı dolu hikâyeler var.
Kapitalist düzende, işçilerin emek güçlerinden başka satacak şeyleri yoktur. İşçiler beslenme, barınma, ısınma, eğitim, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorundadır. Çalışmak işçiler için ölüm-kalım meselesidir yani. Tam da burada karşımıza kapitalizmin işçilere düşman işleyiş kuralları çıkar. Kapitalizmde tam istihdam söz konusu değildir. Kapitalistler, milyonlarca işsizin varlığını çalışanlar üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanırlar. Böylece ağır çalışma koşullarını, düşük ücretle çalışmayı dayatırlar. Yani kapitalizm altında işsizlik; ücretleri, iş saatlerini, çalışma koşullarını da kapsayan bir kapitalizmle mücadele konusudur.
Milyonlarca işsizin olduğu bir toplumda mutluluk, huzur, yaşam sevinci sadece patronlar sınıfı için vardır. Bir gün işsiz kalmak dahi işçiler için telafisi zor kayıp demekken, aylarca hatta yıllarca işsiz kalmak yıkım demektir. Geçim sıkıntısı aile içinde “şiddetli geçimsizliğe” dönüşür, aileler dağılır. İş başvurusu yaptığı her yerden olumsuz yanıt alan işçi zamanla sorunu kendinde aramaya başlar, psikolojik sorunlar baş gösterir. Her geçen kabaran borçlar ödenemez hale gelir, insanı insanlıktan çıkarır. Nâzım Usta’nın dediği gibi “her dalı yemiş dolu bu dünyada”, hayatın güzelliklerinin tadına varamayan, yaşamanın bir işkenceye dönüştüğü insanların sayısı artar.
Emekçi kadınlar ise işsizlik kırbacının altında en çok ezilenler… Türkiye’de çalışma koşulları her ne kadar çok ağır olsa da çalışan kadınların dört duvar arasında hapsolmaktan kurtulduğu, sosyalleşebildiği, bir nebze nefes alabildiği de bir gerçek. Ne var ki işsizlik oranları kadınlarda çok daha yüksek… Milyonlarca emekçi kadın sadece ev işleri, çocuk, yaşlı ve engelli bakımıyla uğraşmak zorunda bırakılıyor. Kadınlar ekonomik sıkıntıların yanı sıra insanı tüketen rutin ev işlerine gömüldükleri için hayattan soyutlanıyor. Hayatın yarısı olan emekçi kadınlar evlere hapsediliyor.
İşsizliğin karanlık bir boşluğa sürüklediği başka bir kesim ise genç işsizler. Gençlik dönemi, insanın en canlı, en dinamik olduğu dönemdir. Ama ne yazık ki kapitalist sistem gençliğin enerjisini de büyük bir açgözlülükle emiyor. Yaşama sevincini, dinamizmini öldürüyor. Türkiye’de 18-29 yaş arasındaki 5 milyondan fazla genç ne eğitimde ne de istihdamda yer alıyor. Bunların 3,5 milyonunu genç kadınlar oluşturuyor. Ne yapıyor peki bu gençler? Hayattan ne bekliyorlar? Ne okula gidiyorlar ne de ayakları üzerinde durabilecekleri bir gelir elde edebilecekleri bir işte çalışıyorlar. Ailelerine bağımlı, geleceksiz, umutsuz, amaçsız, adeta boşlukta sallanan 5 milyondan fazla gençten söz ediyoruz. Liseyi ya da üniversiteyi bitirmiş ya da ailedeki geçim sıkıntısı nedeniyle okulu bırakmış milyonlarca genç işçi, bir iş bulup çalışamadığı için hem ailenin üzerine yük olma basıncı altında eziliyor hem de sosyal yaşamdan kopuyor. “Pijamalı gençlik” olarak hayatının baharında dört duvar arasında ışıltısı soluyor, yetenekleri köreliyor, yaşama sevinci ölüyor.
İşte rakamların altında yatan acı tablo budur. Peki, ne yapmalı? İşsizliği, geleceksizliği, geçim sıkıntısını, yoksulluğu bir kader olarak kabul edip çaresizce boyun mu eğeceğiz? Yoksa bu kara tablonun değişmesi için mücadele mi edeceğiz? Kabullenmek en kolayı gibi görünse de hayatı kolaylaştırmıyor, daha da zorlaştırıyor. Hatta yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi işçinin yaşama isteğini yok ederek intihara sürüklüyor. O halde zor görüneni ama aslında mümkün ve doğru olanı yapmalıyız. Mücadele etmeliyiz. 1800’lü yıllarda günde 16 saate kadar çalışan işçiler 8 saatlik işgünü hakkı için zorlu bir mücadele yürüttüler. Çalışma saatlerinin kısalmasının kendilerine daha fazla vakit ayırarak insan gibi hissetmelerini sağlayacağını, aynı zamanda işsizlerin sayısını azaltacağını biliyorlardı. Sloganları şuydu: “8 saat iş, 8 saat uyku, 8 saat canımız ne isterse!” İşgününü 8 saate indirmek aynı zamanda ücretleri de arttırmak demekti. Bu zorlu mücadeleyi verirken pes etselerdi, daha sonraki yıllarda 8 saatlik işgünü kazanılamazdı. 1 Mayıs gibi tarihsel bir mücadele günümüz de olmazdı. Mücadele etmeden hiçbir kazanım elde edilemez, hiçbir sorunumuz çözülemez. 1 Mayıs, bu gerçeği ortaya koyan önemli bir mücadele günüdür. O günden bu güne aradan 136 yıl geçti. Artık çok daha kısa çalışma saatleri mümkün. Tek engel kahrolası kapitalist düzendir. O halde 1 Mayıs’ta alanları doldurarak hem 1 Mayıs geleneğine sahip çıkalım hem de daha kısa işgünü ve güvenceli iş talebimizi dile getirelim!
link: Ankara’dan MT okuru bir öğretmen, İşsizliğin Öteki Yüzü, 18 Nisan 2022, https://marksist.net/node/7622
Hegemonya Savaşı ve Almanya’nın Miladı
İktidarın Doğa “Sevdası”: Rant ve Kâr!