Maryland’e bağlı Lonaconia’da bir grev vardı. Ben de oradaydım. Pennsylvania Hazelton’da, taşkömürü grevini tartışmak üzere bir kongre düzenlendi. Ben vardığımda grev çağrısı yapılmıştı. 150 bin kişi yanıt vermişti. Scranton, Shamokin, Coaldale, Panther Creek ve Valley Battle’lılar. Ve ben oradaydım.
Shamokin’de, örgütçü Miles Daugherty ile karşılaştım. İşten ayrılıp parasını çektiğinde, ücretinin yarısını bir zarfla karısına verdi ve diğer yarısını, salonlar kiralamak ve sendikanın aydınlatma giderlerini ödemek için ayırdı. O günlerde, örgütçüler fazla ücret almazlar ve kahramanca, fedakârca çalışırlardı.
Shamokin’den çok uzak olmayan küçük bir dağ kasabasına geldiğimde, papaz bir toplantı yapıyordu. Kilisede konuşuyordu. Ben açık alanda konuştum. Papaz insanlara işlerine geri dönmelerini ve patronlarına boyun eğmelerini, bunun ödülünü cennette alacaklarını söyledi. Grevcileri, karanlığın çocukları olmakla suçladı. Maden işçileri kiliseden hep beraber çıktılar ve benim mitingime doğru yürüdüler.
“Çocuklar” dedim, “bu grev çağrısı, siz, karılarınız ve çocuklarınız ölmeden önce cennetten bir kırıntı elde edebilesiniz diye yapıldı.”
Bütün kampı örgütledik.
Mücadele devam etti. Hazelton bölgesindeki Coaldale’de maden işçilerinin hiçbir salonda toplanmasına izin verilmedi. Bu bölgedeki grev için, Coaldale maden işçilerinin örgütlenmesi zorunluydu.
Tümüyle örgütlenmiş olan yakındaki bir madenci kasabasına gittim ve kadınlara, Coaldale erkeklerini greve çıkarmakta bana yardım edip edemeyeceklerini sordum. Burası McAdoo kasabasıydı. Çoluk çocuğa bakmaları için, evde erkeklerini bırakmalarını söyledim. Mutfak kıyafetlerini giymelerini, süpürgelerini, paspaslarını ve bir çift teneke tava getirmelerini rica ettim. Teneke tavaları, büyük zillermiş gibi birbirine vurarak, dağlarda on beş kilometre yürüdük. Sabah saat 3’te, Coaldale’e giden yollarda devriye gezen milislerle karşılaştık. Alayın komutanı “Durun! Geriye!” diye seslendi.
“Albay, Amerikan işçileri ne duracak ne de geri dönecek. İşçiler ilerleyecek dedim!” dedim
“Süngüleri taktıracağım” dedi albay.
“Kime karşı?”
“Seninkilere.”
“Biz düşman değiliz” dedim. “Biz sadece kardeşleri ve kocaları ekmek kavgası veren bir grup kadınız. Coaldale’deki kardeşlerimizin kavgamızda bize katılmasını istiyoruz. Çocuklarımız uğruna, memleket uğruna, bu dağ yollarındayız. Biz kimseye zarar vermeyeceğiz ve eminiz ki siz de bize zarar vermeyeceksiniz.”
Bizi gün ışıyıncaya kadar orada tuttular ve ellerinde bulaşık leğenleri ve süpürgelerle, mutfak önlükleri içindeki kadın ordusunu görünce güldüler ve geçmemize izin verdiler. Güçlü madenci kadınlarından oluşan bir ordu, olağanüstü etkileyici bir görüntü oluşturur.
Coaldale kampındaki maden işçileri işe gitmeye başladıklarında, tavalarını birbirine vuran ve “Sendikaya katıl!, Sendikaya katıl!” diye bağıran McAdoo’lu kadınlarla karşılaştılar. Katıldılar, hem de son işçiye varıncaya kadar. Ve biz o kadar coşmuştuk ki, kömür şirketleri için grev kırıcıları taşımayacaklarına söz veren arabacıları da örgütledik. Örgütlenecek başka grup kalmadığı için dağlardan eve yürüdük, tavalarımıza vurarak ve yurtsever şarkılar söyleyerek.
Bu esnada, Başkan Mitchell ve onun tüm örgütçüleri, Hazelton’da Valley Hotel’de uyuyorlardı. Yürüyüşümüzden haberleri yoktu, ta ki gazeteciler Mitchell’a telefon edip “Jones Ana vahşî bir kadın çetesiyle dağların tepesinde kıyameti koparıyor!” deyinceye kadar.
Mitchell, küplere bindi elbette. Eğer, maden ocağı sahiplerini nasıl evlerine gitmeye zorladığımızı ve karılarına, onları temizleyip daha düzgün Amerikan vatandaşları haline getirmelerini söylediğimizi bilseydi daha da köpürürdü. Nasıl milislerin kamp yaptığı evin mutfağını ziyaret ettiğimizi ve onların masalarında kahvaltı yaptığımızı bilseydi…
Hazelton’a geri döndüğümde, Mitchell, bana şaşkınlıkla baktı. Bitkindim. Coaldale, yorucu bir geceye ve sabaha ve de 50 kilometreye yakın bir yürüyüşe malolmuştu. Mitchell’i kimsenin canının yanmadığına ve hiçbir mülkün zarar görmediğine ikna ettim. Askerler, insan gibi davranmışlardı. İşi gırgıra vurmuşlar ve sabah eğlencesinin tadını çıkarmışlardı. Mitchell’a, şerifin nasıl korkmuş olduğunu anlattım. Şerif benimle, kim olduğumdan habersiz konuşmuştu:
“Tanrım” dedi, “şu Jones Ana kesinlikle tehlikeli bir kadın.”
“Onu niçin tutuklamıyorsunuz?” diye sordum.
“Tanrım, yapamam. Paspasları ve süpürgeleriyle o kadın çetesini peşime düşürmüş olurum ve hapishane hepsini alacak kadar büyük değil. Bunlar adamın hayatını kaydırırlar.”
Mitchell, “Aman Tanrım, Ana, eve sağ salim döndün mü? Neler yaptın sen öyle?” dedi.
“Beş bin adamı çekip çıkardım ve örgütledim. Zamanımız artınca, arabacıları da örgütledik, kampa hiçbir grev kırıcıyı taşımayacaklar.”
“Canınız yanmadı ya, Ana!”
“Hayır, can yakan bizdik.”
“Patronların adamları peşinize düşmedi mi?”
“Hayır, biz onların peşine düştük. Onların karıları ve bizim kadınlarımız kediler gibi bağırıştılar. Müthiş bir kavgaydı.”
link: Mary Harris Jones, Bölüm 12- Kadınlar Coaldale’i Nasıl Temizledi, 22 Şubat 2012, https://marksist.net/node/2935