Lattimer, maden işçilerinin sevmediği bir yerdi. Oraya girmeyi, sanki kimse başaramazmış gibi görünüyordu. Bu kömür kampında, o güne kadarki grevlerde 26 örgütçü ve sendikacı öldürülmüştü. Bunların bazıları arkadan vurulmuştu. Yollar sendikacıların kanıyla sulanmıştı. Kimse oraya gitmeye cesaret edemiyordu.
Kimseye hiçbir bir şey söylemedim, fakat bir gece oraya gitmeye karar verdim. Kadınların Coaldale’deki Panther Creek baskınından sonra, Lattimer’ın genel müdürü, oraya girersem cesedimin çıkacağını söylemişti. Cevap vermedim, ama planımı yaptım ve bu planda bir cenaze levazımatçısıyla görüşmek yoktu.
Panther Creek’deki üç ayrı kamptan, bir grup grevciyi Lattimer yolunun kavşağına getirecek, birer işçi önderiyle ilişki kurdum. Kadın ordumla birlikte orada işçilerle buluştum. Otelden çıkarken resepsiyondaki adam, “Ana, gazeteciler seni otelden çıkarken görürsem zillerine basmamı söylediler” dedi.
“Öyleyse, benim dışarı çıktığımı görmüyorsun. Sen ön kapıyı gözlüyorsun, ben de arka kapıdan çıkıyorum.”
Gece boyunca yürüdük, Lattimer’a neredeyse gün doğarken vardık. Grevci işçiler madenlere gizlenmişti. Kadınlar, madenci barakalarının kapı eşiklerinde yerlerini almışlardı. Bir madenci işe gitmek için evden dışarı adımını attığında, kadınlar “Bugün işe gitmek yok!” diye bağırarak, eşiği süpürmeye başlıyorlardı.
Herkes, dışarı, çamurlu sokaklara koşuyordu. Hepsi, “Tanrım, yaşlı Ana ve ordusu” diyordu.
Lattimer maden işçileri ve eşekçiler işi bırakmaya korkuyorlardı. Ödlekleştirilmişlerdi. Eşeklerini aldılar, başlıklarındaki lambaları yaktılar ve aşağıda yeraltında onları ve eşekleri bekleyen üç bin maden işçim olduğundan habersiz, madenlere inmeye başladılar.
“Bu eşekler bugün grev kırıcılık yapmayacaklar” dedim, herkese küfredip duran genel müdüre. “Bugün tatil olacağını biliyorlar.”
“Aşağıya indirin şu eşekleri!” diye bağırdı genel müdür.
Eşekler, sürücüleri ve maden işçileri, yeraltına inip gözden kayboldular. Yeraltındaki maden işçilerinin seslerini bastırmak için, kadınlara, yurtsever şarkılar söyletiyordum.
Eşekler sürücüleri olmaksızın yeryüzüne çıkar çıkmaz, biz kadınlar, eşekleri, iyi birer Birlik yurttaşı olmuşlar gibi alkışlıyorduk. Onları, evlerine kaçmaya başlayan maden işçileri izledi. Bunlar, yukarıya kendiliklerinden çıkmamış, çıkarılmışlardı. Çalışmakta ve dolayısıyla da kardeşlerini yenilgiye uğratmakta ısrar edenler, kadınlar tarafından yakalanıyor ve karılarına teslim ediliyorlardı.
Yaşlı bir İrlandalı kadının, grev kırıcısı iki oğlu vardı. Kadınlar bunlardan birini çitin üstünden anasına fırlattılar. Adam hiç kıpırdamadan yatıyordu. Anası onun öldüğünü düşündü ve eve koşup kutsal su şişesini aldı ve Mike’ın üzerine serpti.
“Tanrı aşkına, canlan” diye bağırdı.
“Canlan ve sendikaya katıl.” Mike gözlerini açtı ve etrafında dikilen kadınları gördü. “Kesinlikle, bir daha grev kırıcısı olmaktansa, cehenneme gitmeyi tercih ederim” dedi.
Genel müdürün çağırdığı şerif kadınları alıp götürmemi istedi. “Şerif” dedim, “kimsenin canı yanmayacak, hiçbir mülk tahrip edilmeyecek; fakat burada artık hiçbir masum insan öldürülmemeli.”
Huzur istiyorsa, madenlerin grev bitinceye kadar kapalı olduğunu bildiren bir afiş asmasını söyledim.
Heyecan dolu bir gündü. Polisler ofislerinden dışarı çıkmadılar; genel müdür de öyle. Erkeklerimiz grev kırıcıları gözlemek için madenlerde kalırken, kadınlarımız da diğer işleri yaptılar. Gerçek şu ki, korkaklıkla geçen yılların ardından bir parça ruhu kalmış olanlar, yani bu adamların çoğu, grev yapmayı istemişler ama cesaret edememişlerdi. Ancak, onlara bir el uzandığında, onu tuttular ve kardeşleriyle birlikte yürüdüler.
Patronlar, [sendika başkanı] John Mitchell’a telefon ederek, beni ve kadın ordumu Lattimer’dan çekmesi gerektiğini söylediler. Mitchell, benim Lattimer’da olduğumu o an öğreniyordu.
Genel müdür, hiçbir umut olmadığını ve kavganın maden işçilerince kazanıldığını görünce, ofisinden dışarı çıktı ve grev bitinceye kadar madenlerin kapalı olduğunu duyuran bir afiş astı.
Kadın ordumla birlikte Lattimer’dan ayrıldım ve Hazelton’a gittim. Başkan Mitchell ve örgütçüleri oradaydı. Mitchell, “Oraya gitmeye korkmadın mı?” dedi.
“Hayır” dedim. “Ait olduğum sınıfın kurtuluşuna hizmet edecekse, hiçbir şeyle karşılaşmaktan korkmam.”
Lattimer zaferi, tüm taşkömürü havzasına yeni bir hayat getirdi. Örgütlenme cesareti kazandırdı. Teneke tavalar ve ıslıklarla yürüyerek taştan duvarları yıkmayı başaran o cesur kadınları asla unutmayacağım.
Çok geçmeden görüşmeler başladı ve grev anlaşmayla sonuçlandı. Sendika örgütçüleri, her maden işçisini, John Mitchell için 10 bin dolarlık bir ev almaya yetecek kadar bağışta bulunmaya çağıran bir metin hazırlamışlar. Bu metin, kazanılmış olan grevi sonlandırmak için yapılan görüşmede tesadüfen elime geçti. Ayağa kalktım ve dedim ki:
“Eğer John Mitchell kendi maaşıyla, karısına ve ailesine uygun bir ev alamıyorsa, ona, 10 bin dolara bir ev satın alacak kadar maaş alacağı bir iş bulmasını tavsiye ederim. Çoğunuzun tepenizdeki çatıyı örtecek bir tahtası bile yok. Her namuslu adam, başkasının karısına ev almadan önce, kendi karısına bir ev alır.”
Konuşurken elimde tuttuğum metni yırtıp yere attım. “Bu grevi kazananlar, bütün o bunaltıcı aylar boyunca gösterdiğiniz fedakârlık, dayanıklılık ve sabırla sizlersiniz, sizin karılarınızdır. Bu kavgayı sonuna kadar götürmenizi mümkün kılan şey, haftalar boyunca size grev yardımı yollayan, diğer işkollarındaki kardeşlerinizin fedakârlığıdır.”
O andan itibaren, Mitchell bana dostça davranmadı. Tutumumu kişisel bir düşmanlık olarak algıladı. Ve beni kontrol edemeyeceğini anladı. İktidarın tadını almıştı ve bu, sonunda onu mahvetti. Lider konumundaki bir insanın, tarafların hiçbirinden avanta kabul etmemesi gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde kendini başkalarına avanta sağlamaya adar. Bir lider, kendi ayakları üzerinde durmalıdır.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 11- Bu Eşekler Bugün Grev Kırıcılık Yapmayacaklar, 22 Şubat 2012, https://marksist.net/node/2934