ABD emperyalizminin başını çektiği emperyalist paylaşım savaşının Irak’ın işgaline dönüştüğü ve tüm Ortadoğu’ya yayılmak istendiği bugünlerde, açlık, hastalık ve ölüm rakamlarla ifade edilen olgular olarak bizlere sunuluyor. Savaşta 2 binden fazla insan öldü, en az 5 bin kişiyse yaralandı. Güney Irak’ta 1,5 milyon kişinin gerekli su ihtiyacını bile gideremediği ve 200 bin çocuğun ishalden ölmek üzere olduğu gazete sayfalarında “rakamlarla savaş” başlığıyla verildi. Amaçları, vahşeti normal olaylar olarak kanıksatmak. Hemen her gün insanın ve insan sağlığının, yaşamın nasıl saniyeler içinde ve barbarca yok edildiğini ekranlardan görüyor, gazetelerden okuyoruz. Haksız bir savaşla yeniden karşı karşıya kalan masum Irak halkı, çok sayıda evlâdını toprağa verdi, veriyor. Hastaneler, işçi semtleri, alışveriş merkezleri bombalandı. Ve Irak halkı yaşamının her anında ölümün her türlüsünü yaşadı, yaşıyor. Cephede organları param parça olanlarından tutun da, gece ansızın düşen bombalarla uykusunda göçüp giden masum insanlara varıncaya dek. Ölen yakınlarının acısını yaşayamadan kendi canını kurtarma telâşına düşen insanlar ve savaşı, acıyı, vahşeti yaşayan çocuklar! Kapitalizm insanlığa bir kez daha ölümlerin en acısını yaşatıyor. ABD emperyalizmi ekonomik krizinden çıkabilme telâşıyla ve Ortadoğu’yu paylaşmak, enerji kaynaklarına el koymak amacıyla, Irak’taki diktatörlüğe karşı sözümona demokrasi getirme kılıfı altında kanlı bir operasyon yürütüyor.
Kapitalist sistem geride bıraktığımız 20. yüzyılda savaşlar yoluyla 250 milyon insanı yok etti. Evet insanlar yaşadıkları acıları unutarak yola devam etmek zorundaydılar. Fakat sadece yaşadığımız acıları değil, her şeyi unuttuk. Daha doğrusu içinde yaşadığımız adaletsiz sistemin temel gerçekleri unutturuldu. Bir kez daha aynı vahşeti yaşıyoruz, bu kez bu vahşete karşı mücadele yürütmezsek, savaşların nedeni olan kapitalist sistemi yıkmayı amaçlamazsak, aynı acıları tekrar tekrar yaşayacağız. Sadece savaşlar da değil; günlük yaşantımızda da her gün yoksulluğu, acıyı, ölümü yaşayacağız. Oysa bir kez daha kapitalist sistemin ölüm çanını çalma fırsatı ile karşı karşıyayız. Ve bir kez daha şu anlamlı şiarla karşı karşıyayız: “YA SOSYALİZM, YA BARBARLIK!”
Kapitalizm savaşta da barışta da öldürür!
Ölümü kabul etmek ne kadar zor olursa olsun, doğadaki her canlı organizma doğuyor, büyüyor ve göçüp gidiyor “her dalı yemiş yüklü dünyadan”. Ama kimi kuş sütüyle beslenerek, kimi “beyaz bir sofrada bir kere bile yemek yiyemeden doyasıya”. Evet yaşadığımız toplumda sağlık sorunu, sınıflı bir toplum olan kapitalist toplum gerçeğinden koparılarak tartışılamaz.
Sağlık sorununun nasıl bir sorun olduğundan önce, sağlığın ne olduğunu tanımlayarak işe koyulalım.
Okullarda okutulan kitaplarda sağlık, “insanın sosyo-ekonomik, bedensel ve ruhsal iyilik hali” olarak tanımlanmaktadır. Yani bizlerin “çok şanslıyım bu yaşıma kadar hastane kapısından içeriye girmedim” ya da “nedir bu uğursuzluk, bir türlü sağlığıma kavuşamadım” diye vurguladığımız durumlar kitaplarda okutulan genel sağlık tanımının sadece bir parçasını oluşturmaktadır. Tanıma göre, genel olarak sağlıklı birey olabilmemiz için sosyal yaşantımızda sorunlar yumağıyla karşı karşıya kalmamamız, geçim derdi gibi bir dert sahibi olmamamız, temel ihtiyaçlarımızı sıkıntı içine düşmeden karşılayabilmemiz ve olumsuzlukların duygusal dünyamızı zedelememesi gerekiyor. Ve bedensel bütünlüğümüzün korunması, yani hastalıklardan uzak olabilmemiz için, hastalandığımızda en hızlı şekilde sağlık hizmetinden yararlanabilmeliyiz. Fakat içinde yaşadığımız kapitalist düzende, sağlıklı birey olabilmenin temel koşulu karşımıza bir engel olarak dikilivermektedir: Para! Kısacası, ders kitaplarında vurgulanan ekonomik iyilik hali; aslında sosyal, bedensel, ruhsal iyilik halinin temel belirleyeni durumundadır.
TÜRK-İŞ Araştırma Merkezinin yaptığı hesaplamaya göre, Mart 2003’de dört kişilik bir ailenin yeterli, dengeli ve sağlıklı olarak beslenebilmesi için yapması gereken asgari gıda harcaması tutarı, bir önceki aya göre yüzde 2,9 oranında artışla 433 milyon 468 bin lira olarak açıklanmaktadır. Raporda bu rakam açlık sınırı olarak belirtilmektedir.
Raporda gıda harcamasının aile bütçesi içinde önemli bir payı bulunduğu, ancak gıdanın yanı sıra kira, ulaşım, yakacak, giyim, eğitim, kültür gibi temel gereksinimler için de harcama yapılması gerektiği belirtilmektedir. İşte dört kişilik bir ailenin zorunlu gereksinimleri için yapması gereken bu toplam harcama tutarı ise yoksulluk sınırı olarak tanımlanmaktadır. Mart 2003 itibariyle yoksulluk sınırı 1 milyar 318 milyon lira olarak açıklanmıştır.
1 Ocak 2003 itibariyle ise asgari ücret net 223.749.000 TL’dir. Görüldüğü gibi asgari ücret ile çalışan bir kişinin sağlıklı bir birey olabilmesinin imkânı yoktur. Çünkü asgari ücret açlık sınırının yarısı kadardır ve yoksulluk sınırı ile arasındaki fark devasa boyuttadır.
Dikkate alınması gereken diğer bir olgu ise, toplumdaki işsizlerin oranıdır. Son yıllarda işten çıkarılanların sayısı devasa boyutlara ulaşmıştır. Peki bu işsizlerin yaşamlarını idame ettirebilmeleri ve sağlıklı bireyler olabilmeleri mümkün müdür? Toplumda fiziksel ve ruhsal rahatsızlıkların, intiharların vb. giderek çok daha fazla artmasının temel nedeni, işte kapitalizmin bize dayattığı bu yaşam koşullarıdır.
Tablo gayet açıktır, kapitalizm altında toplumun çoğunluğunun ekonomik refah içinde olması mümkün değildir. Çünkü kapitalizmin temel yasası işgücü sömürüsüdür.
İlaç fabrikasında ilaçları üreten işçi bile, alnının teriyle ürettiği ilacı, ihtiyacı olduğunda şayet parası varsa alabiliyor; yani ilaç üretirken aldığı ücretten elde parası kalırsa. İlaç fiyatlarına baktığımızda, bir işçinin sosyal güvencesi yoksa ilaç alabilmesinin imkânsız olduğunu görüyoruz. İşte kapitalist sistem böyle bir sistem. Çünkü kapitalist işçiye sadece ölmeyeceği kadar ücret veriyor. Az para, çok iş ve bu uyumlu ikilinin sonucu elde edilen kâr. Kapitalist toplumun koca iki sınıfa bölünmesinin ve bu sınıfların hep mücadele etmesinin altında yatan maddi gerçek de budur. Bir yanda toplumun her şeyi üreten büyük çoğunluğu, diğer yanda üretilen bütün değerlere el koyan bir avuç kapitalist.
Hal böyle olunca da kapitalist toplum açların, işsizlerin, hasta ve sakatların oluşturduğu bir toplum olmaktan öteye elbette gidemez. Kapitalist bir yandan işçi sınıfına ölmeyeceği bir ücret vermekte ve ayrıca da önemli bir işsizler ordusu yaratmaktadır. Diğer yandan ise doğal seleksiyonla ayakta kalan sağlam iş gücünü kullanarak yoluna devam etmektedir. Sağlık, eğitim gibi konular onu sadece ve sadece kârlılık oranı temelinde ilgilendiren konular olmaktan başka bir önem arz etmemektedir.
Toplum üyelerinin sağlığı kapitalistleri esas olarak üretim sürecinde ilgilendirmektedir. İşveren, işe alacağı işçilerden öncelikle sağlık raporu isteyerek, sağlıklı işgücünü sömürü çarkının içine sokmayı amaçlamaktadır. Herhangi bir hastalık durumunda ise işçinin işine son vermekte ve kapıda bekleyen birçok işsizden en sağlıklı olanlarını seçerek üretime devam etmektedir.
Bu durumda genel sağlık tanımına baktığımızda, sağlıklı insanlar olabilme imkânından ne kadar uzakta olduğumuz açıkça görülüyor. Bir de, sağlık deyince aklımıza gelen “tedavi olma hakkı”na sahip olup olmadığımıza bir göz atalım.
Kapitalist toplumda, sağlık, eğitim, ulaşım, haberleşme gibi alanlara yapılan yatırımlar, büyük sermaye gerektiren, zahmetli ve kısa vadede kârsız yatırımlar olduğu için, bunlar bireysel kapitalistlerin kaçındıkları alanlar olmuştur. Ve bu alanlardaki yatırımlar kolektif kapitalist olan devlete düşmüştür. Zamanla alt yapılar oluşturulmuş, bu sektörlerde hatırı sayılır gelişmeler yaşanmış ve ciddi sağlık kuruluşları, dev ilaç tekelleri piyasada yerlerini almaya başlamıştır. Bu sektörlerde kâr oranı arttıkça, bireysel kapitalistlerin ağzının suyu akmaya başlamış ve en kârlı alanlarından devletin elinin çektirilmesine girişilmiştir.
Ama işçi sınıfı tarihi, kapitalistlerin bu dizginsiz gidişini tökezlettiği şanlı mücadelelerle doludur. 1917 yılındaki muzaffer işçi devrimiyle birlikte Sovyetler Birliği’nde sağlık sorunu da diğer sorunlar gibi burjuvazinin hesaplarının tersine çevrildiği bir dönemeç olmuştur. Diğer ülkelerde de iktidarlarını işçi sınıfına kaptırmaktan korkan burjuvalar, sosyal devlet masalına sarılmış ve istemeye istemeye toplumsal yatırımlarda kesenin ağzını açmıştır. Ama bu adımı onlara attıran, elbette ki işçi sınıfının militan mücadeleleridir. Fakat 90’lı yıllarda çöken sözde sosyalist sistemin hemen ardından gelen dalga ise, sosyal harcamalara yönelik saldırılardır. Sosyalizmin sözdesi bile burjuvaziye gözdağı verebilmişse, açıktır ki gerçek bir sosyalist dünyada insanlığı bekleyen yaşam, burjuvazinin daralttığı hayallerimize sığdıramayacağımız kadar güzel olacaktır.
Türkiye’de sağlık alanında devletin yatırımları hâlâ ciddi olarak ağırlığını hissettirmektedir. Fakat zamanında yapılan sağlık kurumlarına yenisinin eklenmesi yok denecek kadar azdır. Devlet Hastaneleri, Sağlık Ocakları, SSK Hastaneleri ve Dispanserleri, Halk Sağlığı Laboratuarları, Üniversite Hastaneleri vb., bürokratların, hastane yöneticilerinin vurgun yeri haline gelmiştir. Bütçeden sağlığa ayrılan payın %2 olması da kapitalist devletin sağlık sorununa eğilmesinin ciddiyetsizlik boyutunu gösteriyor. Silahlanmaya ayrılan payın yanında sağlığa ayrılan payın oranı, bize kapitalist sistemin sağlıklı bir toplum yaratamayacağını açıkça kanıtlıyor.
Türkiye’de bireysel sermayedarların sağlık alanındaki yatırımları çok eskilere uzanmıyor. Ancak son on yıldır dünya kapitalist sistemindeki özelleştirme furyasına paralel olarak, Türkiye’de de kârlı alan olan sağlık sektörüne ciddi bir sermaye akışı vardır. Özellikle büyük şehirlerde artık neredeyse her mahallede özel klinikler boy göstermektedir. Tabii ki bu kliniklerden yararlanabilmek paraya ve özel sigorta yaptırmaya dayandığından, ciddi bir hastalık halinde buralarda tedavi olabilmek maddi olarak imkânsızdır. Sigorta ve devlet hastanelerinde tedavi olabilmek için aylarca sıra bekleyen ve “yüzüne bile bakılmayan” hastaların kapıda karşılanması, beklemeden tedavi olabilmesi ilk bakışta cazip gibi görünse de, böylesi hizmetlerden yararlanabilmek işçiler ve emekçiler için bir hayaldir. Bu nedenle gereken talepten yoksun kalarak “müşteri kaybetmeye başlayan kliniklerimiz”, ayakta kalabilmek için paket tedavi programlarını boy boy pankartlara yazarak hastane binalarından aşağıya sarkıtmaktan başka bir çözüm bulamamışlardır; “sünneti kliniğimizde yaptıranlara sünnet kıyafeti bedava” vb. Ve yine müşteri çekebilmek için muayene ücretlerini aşağıya çekerek “sürümden” kazanma yöntemini izlemeye başlamışlar, fakat hastalar ellerini verdiklerinde kollarını kaptırdıklarını, tetkik vb. ücretlerin fahişliğiyle anlamışlardır. Bunun yanısıra, ancak burjuvaların tedavi olabildiği seçkin özel hastaneler hariç, özel hastanelerin çoğunluğunda teknik donanım, bilimsel araştırma ve ekip yoksunluğu bir diğer gerçekliktir. Özel hastanelerde çalışan doktorların büyük çoğunluğu, devlet kurumlarında aldıkları maaşla geçinemeyen ve buralarda ek nöbetle geçimini sağlamaya çalışan insanlardır. Diğer çalışanlar ise çok düşük ücretlerle ve genellikle sigorta güvencesinden yoksun çalıştırılmaktadırlar. Üstelik, adeta otelcilik hizmetinin pazarlandığı bu “hastanelerde” mini etek giymediği, makyaj yapmadığı ve hastalara sürekli gülümsemediği için işten çıkarılan kadın çalışanların sayısı hiç de az değildir.
Devlet Hastaneleri, SSK Hastaneleri ve Üniversite Hastanelerinde ise sorunlar satırlara sığdırılamayacak kadar çoktur. Hastanın hastaneye başvurmasıyla birlikte başlayan süreç ciddi bir maratondur. “Hastaneye sağlam giren hasta çıkar” sözü büyük oranda yaşanmakta olan bir gerçekliktir. Muayene olmak için sıra almak yine de işlemlerin en kolayıdır. Fakat sevk işlemleri eksiksiz yerine getirilse bile, hasta ve yakınlarını akıl almaz bir bürokratik ve karmaşık işlemler dizisi beklemektedir. Hastanede yatarak tedavi olmak gerekli ise, yatış için sıraya gireceksiniz ya da yatıştan önce tetkik için sıraya gireceksiniz. Genellikle bu sırada beklenmesi gereken süre en iyi ihtimalle 1 aydır. Hastanelere göre 6 aya varan süreler telaffuz edilmektedir ki, bu sürede “yaşamanız ve sağlığınıza kavuşmanız için tedavi olmak” yerine, “tedavi olabilmek için yaşamanız gerekecektir”. Tüm bu süreçler atlatılıp hastaneye gidildiğinde ise hastaların karşılaştığı durum, herhangi bir teknik arıza karşısında tamir edilecek bir eşyanın durumuna benzetilebilir.
150 yıl önce Marx sağlık çalışanlarını işgücü tamircileri olarak tanımlamıştı. Toplumun çoğunluğu işgüçlerini sattığına göre, işgücü tamiri tam da kapitalist topluma yakışır bir tanımdır. Aslında bu, kapitalist sistemde ürünün üreticiye yabancılaşması yasasının sağlık alanındaki yansımasından başka bir şey değildir. Hasta insan, oda ve yatak numarası olarak görülen ve bir an önce bitirilmesi gereken bir “iş” haline dönüşmüştür. Kendisine ne gibi bir “işlem” yapılacağını, bunun yan etkilerini ve dahası ölüp ölmeyeceğini bilmek isteyen, soru soran ya da yanlış müdahaleleri dedektiflik özelliği sayesinde fark eden ve hakkını arayan, tartışan hasta, “uyumsuz” hasta kategorisinde değerlendirilir. Bölüm başkanlarından, hastane yönetiminden, amirlerden eleştiri almadan işlerin yetiştirilmesi anlayışı üzerine kurulu bir sağlık hizmetinin aslolduğu bir ortamda, yanlış tetkik sonuçları, dikkatsizlik, yorgunluk, uykusuzluk ve amatörlük nedeniyle yaşanan ve sonu ölümlere varan acı olaylar neredeyse sıradan vakalara dönüşmüştür.
Diğer bir sorun da, sosyal güvenlik kuruluşlarından birinin mensubu olan hastaların bile kendi ceplerinden ciddi harcamalar yapmak zorunda bırakılmalarıdır. Bazı hastanelerde tıbbi malzemeler, en basitinden enjektör bile hastalara temin ettirilmektedir. İlaçlar, ameliyat gerekli ise ameliyat malzemesi, bağlı olduğu kurum karşılamıyorsa önemli radyolojik tetkikler, bazı hastanelerde sandalye üzerinde geceleyen refakatçilerin ücretleri vb. ilk akla gelen harcama kalemleridir. Ciddi bir rahatsızlığı olup da uzun süreli tedavi olmak zorunda kalan hastaların karşılaştıkları tablo ise içler acısı bir durumdur. Tedavi süresi uzadıkça artan ek ödemeler öyle bir hal alıyor ki, hastalar ya icralık oluyorlar ya da aileler o güne kadar yaptıkları tüm birikimlerini, tarlasını, evini, arabasını satarak yakınlarının tedavisi için çabalıyor, çoğunlukla da hastalarını da kaybederek ciddi bir çöküntü içinde hastaneden ayrılıyorlar. Sadece hastanelerde yaşanan bu akıl almaz sömürü ve yabancılaşma bile kapitalizmin mutlak ve mutlak yıkılması gerektiğinin çıplak kanıtıdır.
Sağlık emekçilerinin durumu
Hastanelerdeki tüm sağlık emekçilerinin çalışma koşullarının zorluğu ise madalyonun diğer yüzüdür. Ayrımsız tüm çalışanlar, dünya standartlarının çok çok üzerinde hastaya bakmak zorunda bırakılmaktadırlar. Çok sayıda sağlık işçisinin işsiz bulunduğu bir ülkede, kâr elde etme hırsıyla yanıp tutuşanların yaptığı şey, az sayıda çalışana çok düşük ücretlerle mümkün olduğunca çok iş yaptırmaktır. Hastanelerin yönetim kademelerinde olan “pek sayın” yöneticiler ise, kapitalist sistemin sadık uygulayıcısı ve savunucusundan başka bir şey değildirler.
Yatan hastaların sadece rutin işlemlerinin yapılması bile normal çalışma süresi içinde bitirilememektedir. Tek kişinin nöbeti sırasında aynı anda yaşanan iki acil durum karşısında ikinci müdahalenin yapılabilmesinin imkânı yoktur. Çalışma sürelerinin uzunluğu –ki haftalık 50-60 saate varan çalışma süreleri yaygın bir durumdur– sağlık çalışanlarında yorgunluğa, dikkat dağılmasına ve sonuç olarak ölümcül hatalara yol açmaktadır. Diğer yandan çalışanların aldıkları ücret işçi sınıfının genel durumunun bir yansımasını oluşturmaktadır. Sağlık çalışanları da çareyi diğer işçiler gibi ek işte çalışmakta ya da birkaç hastanede birden nöbet tutmakta bulmaktadır.
Sağlık sektöründeki işçiler, hayatlarının en verimli dönemlerini kısır bir koşuşturma ve kötü bir psikoloji içinde geçirmekte, çok kısa sürede meslek yorgunluğu, psikolojik bozukluklar türünden sağlık sorunlarıyla karşılaşmaktadırlar. Sağlık çalışanlarını bekleyen ve çok yoğun yaşanan bir diğer sorun ise bulaşıcı hastalıklardır. Türkiye’de koruyucu sağlık hizmetine önem verilmediği ve kişilerin sağlık bilgileri doğru dürüst kayıt altına alınmadığı için, hastaneye başvuran hastaların bulaşıcı hastalığının olup olmadığı ancak tesadüfen tespit edilebilmektedir. Bulaşıcı hastalıklardan korunmak için gerekli olan tıbbi malzemeler ise zaten hastaneler ya da devlet tarafından karşılanmamaktadır. Sağlık elemanlarının zorunlu hastalık taramaları maddi külfet getireceği gerekçesiyle yapılmamakta, sağlık sektöründeki işçi hastalandığında ise kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmaktadır.
Diğer bir konu ise, çalışanların herhangi bir rahatsızlıkları olduğunda rapor almalarının hastane yönetimleri tarafından hiç hoş karşılanmayan bir durum olmasıdır. Hatta bazı hastanelerin ilan tahtalarında çalışanlara rapor verilmesinin yasaklandığı ya da hastane yönetiminden izin alınması gerektiği duyurularıyla karşılaşabilirsiniz. Sorunların giderilmesi için dile getirilen talepler cezai yaptırımlarda karşılığını buluvermektedir. Çalıştığı ünitenin değiştirilmesi, sık nöbet yazılması tehdidi, hocasıyla iyi geçinmeyen yani onun her dediğini yapmayan doktorların başarısız addedilip uzmanlıklarının verilmemesi ve benzeri cezai yaptırımlar en sık karşılaşılan durumlardır. Sağlık emekçileri sorunlarının ortak olduğunun farkına varıp örgütlenmeye girişirlerse, anında işten çıkarılma ve sürgün cezasıyla karşılaşmaktadırlar.
Sağlık sorunu nasıl tartıştırılıyor?
Kamuoyunda da sıkça karşılaştığımız gibi, sağlık alanında yaşanan sorunlar bireysel ya da kurumsal temelde tartışılmakta ve bu temelde bir kamplaşma yaratılmaktadır. İyi-kötü hastane, iyi-kötü doktor, iyi-kötü sağlık çalışanı vb. Her meslekte olduğu gibi sağlık alanında da kişilerin önemli bir faktör olduğu gerçeğini tabii ki kimse yadsıyamaz. Ama toplumsal hizmetlerde iliğine kadar sömürdüğünüz iyi insanlarla nereye kadar gidebilirsiniz? “Kötü” insanlardan kaynaklanmış gibi gösterilen devasa sorunlar kimi zaman TV ekranlarına, kimi zaman mahkeme koridorlarına taşınmaktadır. Bu “kötü” bireyler cezalandırılmakta, ama yüksek mevkilerde bulunan “iyi” yöneticiler ve gerçek sorumlular koltuklarında rahat rahat oturup ceplerini doldurmaya devam etmektedirler. Burjuva medya, “yüce devletleri”nin bütçeden sağlık hizmetine ayırdığı payı, işsiz insanların hastane kapısından bile içeriye giremeyip nasıl can verdiklerini, tıbbi malzeme ve ilaç ihalelerinde yapılan yolsuzlukları teşhir etmek yerine, sorunları mümkün olduğunca kişiselleştirerek yansıtmaktadır. Zaten burjuva devletin işine gelen de budur. Yıkılması bir yana sistemlerinin zedelenme ihtimali bile onlara mezarlıktan geçerken ıslık çaldırtmaktadır.
Çözüm bizde, mücadelede!
İnsanlık bugün, gerekli kaynak aktarıldığı takdirde hastalıkların nerdeyse tamamına çare bulabilecek ve engelleyebilecek bilimsel ve teknolojik düzeye ulaşmış durumdadır. Düzenli kontrollerle hastalıkların baştan önlenmesi ya da çok erken teşhisi ve tedavisi mümkündür. Ne var ki kapitalizmin mantığı gereğince bu oldukça pahalı ve her şeyden önemlisi “kârsız” bir uygulamadır. Çünkü kapitalizmde önemli olan insan canı ve sağlığı değil, paradır. Yeni tedavi yöntemlerinin ve insanlığa hizmet edecek yeni buluşların geliştirilmesi finanse edilmemektedir. Dev ilaç tekelleri ucuza ilaç üretilmesine izin vermemekte, bilimin elleri ayakları kârlılık adına prangalanmaktadır. Örneğin AIDS’den milyonlarca insan ölürken iki-üç ilaç tekelinin kârları bozulmasın diye bu hastalığı tedavi edebilecek ilaçlar fahiş fiyatlardan satılmaktadır. Hastalığın en çok görüldüğü ve dünyanın en yoksul bölgesi olan Afrika’daki insanlar, neredeyse bedavaya üretilebilecek olan bu ilaçları alamamakta ve ölüme mahkûm edilmektedir. Aynı durum neredeyse tüm hastalıklar için geçerlidir.
Bu kadar insanlık dışı bir sistemde, sağlık hizmetini üreten ve alan tüm bireylere (yani işçi sınıfına) düşen görev, örgütlenerek, var olan örgütlülüklerini güçlendirerek, kendilerini bilinçlendirerek mücadeleye atılmaktır. Gözlerimizi temel olarak, sömürücü ve sınıflı toplum olan kapitalizmi yıkmaya dikmezsek ve her meslek grubunun işgücüyle geçinen üyelerinin işçi sınıfının parçası olduğunu kavrayıp sınıf mücadelesini yükseltmezsek, başarılı olabilmemiz mümkün değildir. İşçi sınıfının sağlık işkolunda örgütlü olan kesimi, sadece kendi ekonomik ve demokratik talepleri için değil, toplumsal talep olan ücretsiz sağlık sloganını hayata geçirmek için de adım atmalıdır. Hasta ve hasta yakınlarını örgütlemeli, burjuva devletin sağlık politikaları her adımda teşhir edilmelidir. Hastanelerde döner sermaye uygulamalarına karşı çıkılmalı, hastalara aldırılan malzemelerin sosyal güvenlik kurumları ve devlet tarafından karşılanması için kamuoyu oluşturulmalıdır. Sosyal güvencenin tek çatı altında birleştirilmesi, tüm çalışanların ve işsizlerin sağlık güvencesine sahip olması, tüm devlet hastanelerinden ve özel hastanelerden yararlanabilmesi talepleri yükseltilmelidir.
Hedefimiz insanlığın tek kurtuluş yolu olan sosyalist bir dünyayı yaratmak olmalıdır. Evet bu mümkündür ve bundan başka çaremiz de yoktur. Eğer biz bu kazanımları elde edemezsek, gelecek nesillere mücadele bayrağını teslim etme ve sınıf mücadelesini yükseltme inancı, bilinciyle yaşamalı ve ölmeliyiz! Nazım Hikmet’in dizelerinde söylediği gibi, İNADINA!!
· Sağlığımıza Kavuşmak İçin Kapitalizmi Yıkmalıyız!
· Orduya ve Silahlanmaya Değil, Sağlığa ve Eğitime Bütçe!
· Sağlık İnsanlık Hakkıdır, Ücret Talep Edilemez!
· Tüm Çalışanlara ve İşsizlere Tam Kapsamlı Sağlık Sigortası!
· Ücretsiz ve Eşit Sağlık Hizmeti İçin Sınıf Mücadelesini Yükselt!
link: Aslı Ceren, Kapitalist Sistem Sağlıklı Bir Toplum Yaratamaz, 2 Mayıs 2003, https://marksist.net/node/1310
Gebze'de 1 Mayıs
1 Mayıs'ın Aynasında Yansıyanlar