Artık iyiden iyiye bir sınav cehennemine dönüşmüş olan Türkiye’de, bu yıl yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavında soruların sızdırıldığına dair haberlerin ortaya dökülmesiyle birlikte, sınav yolsuzlukları ÖSYM üzerinden günlerce tartışıldı. Soruların Fettullah Gülen cemaatine mensup kişilere sızdırıldığına dair kuvvetli emarelere de rastlanınca, özellikle burjuva medyanın kimi kesimleri tarafından referandumun hemen öncesine denk gelen süreçte yolsuzluğun üzerine daha da bir şevkle gidildi. Ve biraz yüklenmeyle anlaşıldı ki, sınav yolsuzluğu sadece bu yılki KPSS sınavı ile sınırlı ve sadece cemaatle ilgili değilmiş. Sınavlarda “casusluk teknolojisinin” son ürünlerini kullanan birçok çete varmış ve bunlar YGS’sinden ALES’ine pek çok sınavda müşterilerine hatırı sayılır meblağlar karşılığında hizmet vermişler.
Çanak çömlek patlayıp kirli çamaşırlar ortalığa saçılınca da, karar mercileri, birkaç kelle alıp yeni “icatlar”a yöneldi. ÖSYM’nin yeniden yapılandırılacağı, öğretmenler için de KPSS’nin yerini bundan sonra Milli Eğitim Bakanlığının her branş için ayrı ayrı yapacağı sınavlara bırakacağı açıklaması yapıldı.
Sorunu sınav güvenliğinden ibaret gören ve bu durumun da ÖSYM’nin yetersiz yapısından kaynaklandığını düşünen anlayışın çözümü de böyle sınırlı olurdu elbette. Oysa olağanüstü bir düzeye ulaşmış yoğun işsizliğin (bu mesele bağlamında özellikle diplomalı işsizliğin) yaşandığı ve dolayısıyla da bu sınavlara giren insan sayısının çok fazla olduğu yerde eninde sonunda böylesi bir yolsuzluğun patlak vereceği açıktı. Kapitalist rekabetçi anlayışın iliklere kadar işlediği, her koyunun kendi bacağından asılacağı anlayışının alabildiğine kanıksandığı bu toplumsal düzende, hele de emekle çabayla bir şeyler elde etmenin küçümsendiği, onun yerine “kısa yollar” keşfedenlerin aferin aldığı Türkiye’de, bu durumun oluşması kaçınılmazdı. Ne var ki KPSS sınavındaki yolsuzluğu özellikle burjuva medyada ele alanların çoğunluğu da bu gerçekliğin üzerinden düşünmek yerine konuyu asayiş boyutuyla değerlendirmeyi, suçluyu bu boyutta aramayı tercih ettiler.
Hâlbuki sorunun kaynağını, en temelde yoğun işsizlik ve özellikle özel sektördeki katlanılmaz çalışma koşulları karşısında kurtuluşun devlet kapısında aranmasıyla meydana gelen aşırı yığılma oluşturuyor. Kapitalist devletlerin tüm dünyada yaygın olarak yaptıkları gibi Türkiye’de de kamuya dönük hizmet harcamalarının kısılması sonucu kamu personeli sayısını azaltması da bu yığılmayı devasa boyutlara ulaştırıyor. Nitekim 2010 yılında KPSS’ye başvuran kişi sayısı 2,5 milyondan fazla. Bu sayının önemli ağırlığını da 650 bin kişi ile öğretmen adayları oluşturuyor.
KPSS ile öğretmen atama garabeti
KPSS ile yapılan atamalar konusunda sistemin nasıl bir işlev gördüğünü ve yarattığı aksaklıkları belki de en çarpıcı biçimde öğretmen atamalarında ortaya çıkan tablo gösteriyor. Türkiye’de her yıl eğitim ve fen-edebiyat fakültelerinden on binlerce öğretmen mezun oluyor. Çeşitli yaklaşımlara göre değişse de, yaygın kanı şu anda Türkiye’de 280 bin civarında öğretmen açığı olduğu yönünde. Buna karşın KPSS sonucuna göre yapılan öğretmen atamaları ise son derece sınırlı sayıda. Örneğin görece en fazla öğretmen atamasının yapılacağı söylenen 2010 yaz atamalarında 30 bin civarında öğretmenin göreve başlaması bekleniyordu. Yani 22 adaydan sadece 1’i atanabilir durumda. Üstelik sınavın da öyle bir yapısı var ki, bazı branşlarda açılan kadro sayısının azlığı yüzünden çok yüksek puan alsa bile öğretmenler atanamayabiliyor. Örneğin önceki yıl Türkiye birincisi olan ODTÜ Fizik bölümü mezunu bir genç, kendi alanında kadro açılmadığı için öğretmen olarak atanamadı.
Başbakan, Milli Eğitim Bakanı ve bakanlık bürokratları, KPSS sınavının öğretmenlerin yeterliliğini ölçmek için zorunlu olduğunu söylüyorlar, ama KPSS’nin yeterlilik sınavı olarak değerlendirilmesi yanlış. Siyasiler ve bürokratlar ise yüzsüzce yalan söylüyorlar. Örneğin taban puan bir branş için 95, bir başka branş içinse 65 olarak belirlenebiliyor. Eğitim bilimleri alanında 120 sorudan 105 net yapan bir aday atanamayabilirken, 80 net yapan başka bir aday yerleşebiliyor. Daha çarpıcı biçimde bunu ortaya koyan durumsa, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, sınavda gerekli puanı alamaması yüzünden yeterliliğe ulaşamadığı gerekçesiyle kadro vermediği adayları öğretmen açığından dolayı yine aynı okullarda ücretli öğretmen olarak çalıştırması. Buradaki çelişki gün gibi ortada: öğretmen olabilmek için sınav ölçütse eğer, sınavı geçemeyenlerin ücretli öğretmenlik yapmaları da engellenmeli. Yok, eğer sınavı geçemeyenler de öğretmenlik yapabiliyorsa, o zaman sınav niçin yapılıyor?
Bu durumdan da açığa çıkıyor ki, öğretmen atamalarında temel kıstas hiçbir biçimde “yeterlilik” değil. Asıl yaklaşım kadrolu atama yapmak yerine öğretmenlerin büyük çoğunluğunu sözleşmeli, daha da kötüsü ücretli olarak çalıştırmak. Yani onları iş güvencesinden yoksun bırakmak, düşük ücretlere, daha zor koşullar altında çalışmaya razı etmek. Kapitalist devlet bir yandan sınıflardaki öğrenci sayısını artırarak öğretmen ihtiyacını azaltmış görünürken, diğer yandan da bu sınıflarda geçici, düşük ücretli öğretmenleri görevlendirmektedir. Bu tablo da bize kapitalist devletin ne işçi çocuklarının gittikleri kamu okullarına yatırım yapıp derslik sayısını ve fiziki koşulları geliştirmeyi düşündüğünü ne de bu okullarda çalışacak öğretmenlere olumlu koşullar yaratmayı umursadığını bir kez daha göstermektedir.
Oysa işçi sınıfının, ürettiği değerin bir bölümünü vergiler vs. yoluyla toplayan kapitalist devletten kendisi ve çocukları için nitelikli ve ücretsiz bir eğitim istemesi en doğal hakkıdır. Aynı şekilde öğretmenlik vasfını kazanmış işçilerin bu vasıflarını insanca koşullarda hayata geçirmeyi talep etmeleri de bir haktır. Bu iki hakkın sağlanmasında büyük bir toplumsal fayda vardır. Ancak kapitalist sistemin toplumsal çıkarların her zaman önünü kesen yapısal özellikleri, bu toplumsal faydanın gerçekleşmesinin de önüne dikilmektedir. Eğitim, sağlık gibi alanlardaki kamusal harcamaların kesintiye uğratılması ve buraya harcanması beklenen kamu fonlarının kapitalistlere aktarılması bu gibi sorunların nereden kaynaklandığını açık biçimde göstermektedir.
Sınav endüstrisi
ÖSYM her yıl, şifre gibi isimleri olan 41 tane sınav yapıyor. Gençler daha ergenliğe bile girmeden ağır sınav temposuna girmeye başlıyorlar. 6. sınıfta iyi bir liseye girme hevesiyle başlayan sınav maratonunun sonu bir türlü gelmiyor. Bu durum gençleri yıllarını içerisinde geçireceği bir sınav cenderesine sokarken aynı zamanda kapitalistlerin bir bölümünün iştahını kabartan milyarlarca dolarlık iş hacmine sahip bir “sınav endüstrisi”nin oluşmasını sağlıyor.
İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) yayınladığı “Hayatımız Sınav” raporuna göre, 2010’da sadece ÖSYM’nin yapacağı sınavlara 5 milyon adayın girmesi beklenirken; Milli Eğitim Bakanlığı’nın yapacağı sınavlara 4,7 milyon, İçişleri Bakanlığı’nın yapacağı özel güvenlik sınavına ise 200 bin kişinin gireceği öngörülüyor. Böylece 2010 yılında, Türkiye’de yaşayan her 7 kişiden en az biri bu sınavlara girmiş olacak. Elbette sınavlara giren aday sayısı arttıkça da Türkiye’deki sınav ekonomisi de büyüyor. İSMMMO raporuna göre, YGS-LYS (eski ÖSS), KPSS, SBS, ehliyet, özel güvenlik sınavları için Türkiye’de yılda 4,9 milyar TL harcanıyor.
2000 yılından bu yana gerçekleştirilen KPSS sınavı da bu ekonomik büyüklüğün oluşmasında pay sahibi artık. Türkiye genelinde KPSS’ye dönük hazırlık kursu veren dershane sayısı 450’ye ulaşmış durumda. Bu dershanelerde 260 saatlik bir kursun ücreti yaklaşık 1300-1500 TL. Adayların henüz yüzde 5’inin bu kurslara gittiği düşünülürse daha da büyümeye hazır bir pazar söz konusu. Özel dershane, özel ders, sınav ücretleri gibi kalemlerden oluşan bu ekonomiye, yayınlara ve kırtasiyeye ödenen ücretleri de eklediğimizde boyutlar daha da artıyor.
Üstelik elemeye dayalı bu sınav ve kurs sisteminin, adaylara hemen hemen hiç kullanmayacakları bilgiler temelinde test teknikleri edindirmekten başka bir şeye yaradığından bahsetmek de mümkün değil. Kapitalizmin temel mantığı gereği pek çok başka ekonomik faaliyette olduğu gibi, sadece yeterli kâr elde edildiği için süren, toplumsal hiçbir faydası olmayan bir faaliyet. Sınav endüstrisi terimi de bu sınavlara giren milyonlarca kişinin hayallerinin, umudunun ticaretinin yapıldığı bir sektörü anlatıyor.
Bu endüstrinin en temel ayağı olan büyük çaplı dershanelerde patronlar muazzam kazançlar elde ederken, işçilerin büyük çoğunluğu açısından koşullar tam anlamıyla felâket. Dershanelerde büyük oranda sezonluk işçi olarak çalışan öğretmenler, düşük ücretlere, keyfi işten çıkarmalara, iş yasasında belirtilen çalışma saatlerinin çok üstünde işgününe, türlü angaryalara ve örgütsüzlüğe razı gelmek zorunda kalıyorlar. Zaten bu çalışma koşulları da bu işletmelerde çalışan öğretmenlerin KPSS kapısının önüne yığılmasında başlıca etken.
Gençliğin geleceği düzenin sınav makinelerinde öğütülüyor!
Sınavların toplumsal yaşamda tuttuğu yerin oldukça önemli olduğu bir ülke Türkiye. Niteliksiz bir eğitim sisteminin ürettiği bireylerin bir eleme sistemi içerisinde öğütüldüğü ve düzenin büyük ölçüde bu yolla gençliği ıslah ettiği ve pasifleştirdiği bir mekanizmaya sahip. Bu mekanizma burjuvazi açısından hem ideolojik bir işlev görüyor hem de ona milyarlarca dolarlık bir ekonomik sektör yaratıyor.
Bu sınavlar zincirinin genelde son durağı olan KPSS ve benzeri sınavlar ise ayrıca kapitalist sistemde burjuvazinin çıkarları gereğince oluşan aksaklıklar ve kapitalizmin istihdam konusundaki yapısal çözümsüzlüğü için örtü işlevi görüyor. İş bulmaya giden yolun böylesine çetrefilli ve karmaşık mekanizmalardan oluşturulması, insanların sorunun gerçek kaynağını görmelerinin önünde kalın bir perde oluşturuyor. Böyle olunca insanların ilgisi ve dikkati bu mekanizmalara odaklanıyor. Sınavda başarısız olanlar yetersiz olarak yaftalanıyor. Böylece bu sınava girenlerden bazılarının (yani büyük çoğunluğun) bu yetersizliklerinin doğal sonucu olarak işsiz kalmaları gerektiği düşüncesi normalleştiriliyor. Çözümsüzlük bir çözüm gibi algılatılıyor.
Sınav sistemi, kapitalist sistemde işsizler arasında var olan rekabeti daha da rafine hale getirir. Kapitalistlerin işçilerin bir sınıf olarak mücadelesinin önüne geçmek için yaymaya çalıştıkları ideolojik argüman da en çok bu durumu yaratmak için kullanılır: her koyun kendi bacağından asılır! Oysa işçiler koyun değildir ve bir arada durup ortak çıkarları temelinde mücadele ederlerse kendilerini asmaya yeltenen patronlara paçalarını kaptırmazlar.
İşçiler kendilerini ya da çocuklarını kurtarmak adına düzenin dev sınav makinelerine paçalarını kaptırmamalıdır. İşçiler için kurtuluşun tek mümkün yolu örgütlü mücadeledir. İşsizliği ve onun sonuçlarını yaratan patronların düzenidir. O düzen yıkılmadıkça da emeğiyle geçinenleri ezen işsizlik belâsı ortadan kalkmayacaktır. Bu yüzden işçiler öfkelerini doğru kanallara akıtmalıdır. KPSS vb. sınavların daha düzgün, daha hakkaniyetli biçimlerde gerçekleşmesini istemek anlaşılırdır. Ancak bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Her bir hücresi eşitsizlikle yoğrulmuş bir sistemde kimse eşit koşullarda yarışamaz. Bu yüzden kapitalizmdeki hiçbir yarışmanın sonucu adil olmayacaktır. Gerçek eşitliği ve adaleti sağlayacak koşullar ise işçilerin mücadelesi ile yaratılacaktır. Bunun için işçi sınıfının patronların bugün onları rekabete sürükleyen çözüm önerilerine itibar etmemesi, kendi mücadele yolunda yürümeyi sürdürmesi gereklidir.
link: Selim Fuat, Sınavlar Cumhuriyetinde KPSS Rezaleti, 1 Ekim 2010, https://marksist.net/node/2507
Avusturya Eyalet Seçimleri Üzerine
Türkiye Kalkınıp Güçleniyorken…