Türkiye gibi ülkelerde gerçek sanatçı olmak son derece zordur. İnsanlar nice emekler verilerek ortaya çıkartılmış sanatsal organizasyonlara veya edebi eserlere gerek maddi olanaksızlıklar gerekse zaman bulamamaktan yeterli ilgiyi gösterememektedirler. Tüm bu zorluklara sanata, özgür düşünceye vurulan siyasi yasaklar, baskılar da eklenmektedir. Bu yüzden gerçek sanat ve sanatçılık çok daha büyük bir önem kazanıyor bu ülkede. Sanatçı denenlerin büyük bir kısmının da gerçekte tüccar haline gelmiş olduğunu görüyoruz pek çok vesileyle.
Sanat ticarete, sermaye iktidarının çıkarına alet olunca sıradanlaşıyor. Sanatını iktidarın çanak yalayıcılığına döndüren zihniyet kapitalist düzende fazlasıyla var. Bu türden kişiler sermayenin ve iktidarın basit bir propaganda aleti durumuna dönüşmüşlerdir. Kimisi iktidardaki despot için methiyeler dolusu şarkı besteliyor, kimisi tarihi tepetaklak eden filmler kurguluyor, kimisi de reklâm spotlarında avlanan basit bir figürana dönüşüyor.
“Sanat dünyası”nın ünlü isimleri, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün açılışı dolayısıyla özel bir klip çekmişler. Klipte kimler yok ki… Orhan Gencebay, Yavuz Bingöl, Nükhet Duru, Zerrin Özer ve daha birçoğu. Bir köprünün açılışı için bu sanatçıların reklâm filmi çekmesi insana biraz tuhaf geliyor. Acaba köprü bu sanatçıların duygu dünyasına ışık mı oldu, denizin iki yakası üzerine kurulu asfalt yola bakıp şarkı söyleyesi mi geldi hepsinin? Koro halinde ilanı aşk ettikleri bu eserin sanatsal rolü nedir? Boğazın akan sularının sesi mi, köprülerin üzerinden geçen araçların motor sesi mi, yoksa reklâm ajanslarının açtığı keselerden yükselen ritmik ses mi ruhlarını cezbetti bilinmez. Reklâmın içeriğine baktığımızda sanatçıların asıl işleri olan müzik eseri icra etmediklerini görüyoruz. Hepsi iktidar partisinin birer sözcüsü gibi veya konusunda uzman iktisat profesörü gibi güya Türkiye tahlili yapıyorlar.
Sanatçılar 3. köprü üzerinden “büyüyoruz” mesajını veriyorlar halka. Sevilen, sayılan, özenilen bu kişiler üzerinden yapılan reklâm, doğrusu insanların ilk anda çok da hoşuna gidiyor. Sanatçılar reklâmda şunları söylüyor: “Büyüyoruz, her şey insan için, her şey Türkiye için, her geçen gün adım adım büyüyoruz. Dünyaya bir kez daha imzamızı atıyor, mührümüzü vuruyoruz, üzerinde raylı sistem olan, dünyanın en uzun asma köprüsüyle iki kıtayı birbirine bağlıyoruz, kıtaları, kültürleri… Dev bir eser daha sunuyoruz dünyaya, bu bizim başarımız ve gurur duyuyoruz.” Sanatçıların böylesi bir reklâma alet olmaları kapitalist dünyada şaşırtıcı gelmemelidir. Kapitalist düzende yani sermayenin büyüdüğü bir düzende sanat da, pek çok sanatçı da sermayenin gücüne boyun eğer.
Fakat söz konusu olan bu sanatçıların hayranlarının yaşayacağı düş kırıklığıdır. Türkiye’de sermaye sınıfının büyüdüğü, devletin vergilerle büyük bir güce eriştiği, alt-emperyalist bir konum dolayısıyla bölgesel bir güç haline geldiği doğrudur. Bu büyüme ve güç işçi ve emekçilerin gelirlerine, hayat standartlarına, insani gelişmişlik endeksine yansımamaktadır. Sermaye ve arkasındaki devlet büyürken işçi ve emekçiler yoksullaşmaktadır. Sanatçıların bu gerçekleri görmezden gelerek halkın acılarına yabancılaşması kendi çaplarıyla ilgili bir sorundur. Üstelik bu köprünün çevreye verdiği zarar onlarca rapora konu olmuşken “sanatçı duyarlılığının” bu konuda kendini gösterememesi de başka bir durumdur.
Egemenler güç ve ihtişamlarının bir göstergesi olarak sanatsal anıtlar dikerler. Ekonomik güçlerini arttıracak yeni projeler hayata geçirirler. Halkı ikna etmek için sanatçılar dâhil toplumun etkili isimlerini kullanırlar. Fakat halkın çektiği acılar, yaşadığı sorunlar, doğaya verilen zarar onların kurduğu düzenin asla baki olamayacağını da gün gelecek gösterecektir. Gerçek sanatçıların zorluğu göğüsleyen, bedeller ödeyen, sarayların değil yoksulların tarafında saf tutanlar olduğu yeterince açık değil mi?
link: Gebze’den bir gıda işçisi, Sanatçıların Reklâmı veya Reklâmın Sanatçıları, 7 Eylül 2016, https://marksist.net/node/5277
Zindan İçinde Zindan!
“Bizim Çocuklar” İş Başında!