İnsanlar yaşamları boyunca vücutlarındaki organlarına, “şöyle çalışmalısın, böyle sağlıklı olmalısın, beni yarı yolda bırakmamalısın” demezler. Çünkü bilirler ki genel olarak sağlıklarına ne kadar dikkat ederlerse, organları da o denli düzgün işlev görür. Fakat canlarının bir parçası olarak gördükleri çocuklarına, korku ve tedirginlikle dolu öğütler, kanaatler ve duygular yansıtırlar. Zannederler ki, çocuklarını cam bir fanusta, sürekli olarak tehlikelerden koruyacak şekilde büyütürlerse, her türlü beladan da korumuş olacaklardır. İlk bakışta zararsız gibi gözükse de, derinden bakıldığında sıraladığımız bu özelliklerin başka olumsuz yönlere evrilme gibi sonuçları olduğunu görürüz. Ailelerin siyasal tercihleri, oy verdikleri partilerle kurdukları bağ, inanç, kültür ve mezhepsel ayrımlara kadar pek çok olgunun etkisi, çocuklarda daha küçük yaşlarda belirmeye başlar. Görece olağan dönemlerde bu olgular nispeten normal sayılabilecek sonuçlarla karşımıza çıkarken, içinden geçtiğimiz olağanüstü koşullarda bambaşka sonuçlar doğurur.
İşçilerin sınıf bilincinin çok geri, işçi sınıfının sadece yığın olduğu karanlık dönemler modern tarihte pek çok kez yaşandı. İşte böylesi dönemlerde derin acılarla, kaybedişlerle karşılaştı insanlık. Yarınlara dair umutlar yok edilmeye çalışılırken, büyük-küçük herkes yaşananların sonuçlarıyla yüzleşti. Korku, kaygı ve sindirilmişlik çemberi aileleri içine çekerken, bir hamur misali şekil verilen çocuklar ne yazık ki çemberin dışında kalamadı. Altüst olan toplum öyle değişimler geçirdi ki, küçücük çocuklar da bu değişimden paylarını aldılar. Bir örnek: José Luis Cuerda’nın yönetmeliğindeki Kelebeklerin Dili filmi. Film 1936 İspanya’sında, okula yeni başlayan Moncho’nun gözünden cumhuriyetin getirilerini, İspanyol faşizmini ve iç savaş sürecinin bir bölümünü ele alıyor. Değişen koşulların insanların gündelik yaşamını, psikolojisini, politik bakışını nasıl derinden sarstığını anlatıyor bize. Bir çocuğun ailedeki dönüşümden nasıl etkilendiğini ve kısa bir sürede bambaşka bir karaktere dönüşebileceğini gösteriyor.
Dayak yiyeceğini düşündüğü için okula gitmeyen Moncho, kendisine ilmek ilmek emek veren öğretmeni sayesinde büyük gelişme kat eder. Astım hastası Moncho’yu nefes alamadığında kurtaran, doğada kelebek keşfine çıkaran, özgüven kazanmasını sağlayan, farklılığının güzelliğini kavratan öğretmenine çok bağlanır Moncho. Bu arada İspanya’da iç savaş kızışır, birer birer toplanır faşizmin karşısında duranlar. Bir gün götürülenler arasında Moncho’nun babasının ve abisinin dostları ile öğretmeni de yer alır. Herkes hain ilan edilenleri taş ve hakaret yağmuruna tutar. Moncho’nun annesi, oğluna “hadi bir tane de sen at” dediğinde, ikilemde kalan çocuk yaşadığı tüm güzel günleri, öğretmeninin onu ne kadar sevdiğini, aynı zamanda da onun en yakın arkadaşı olduğunu bir anda unutur sanki. Öğretmeni gözlerini Moncho’ya diktiğinde, küçük çocuk elindeki taşı fırlatarak bağırır, “katil, kalleş” diye. Tam da ona dikte edildiği gibi. İşte bu sahne aslında çok şey anlatıyor. Bir çocuğun içinden geçilen dönemin siyasal kutuplaşmalarından ailesi kadar etkilendiğini, uçlara savrulduğunu ortaya koyuyor.
Gelelim bugüne. Yıl 2018. Cargill işçileri hakları için Bursa’dan İstanbul’a yürüyorlar. Güzergâhlarındaki şehir merkezlerinde konaklayan, ziyaretleri ve destekleri kabul eden işçiler o gün de geceyi Gebze Meydanında geçirecekler. Sendikaya üye oldukları için işten atılan ve mücadeleye atılan işçilerden biri, karşılaştığı dramatik bir olayı bizlerle paylaşıyor: “Günlerdir yürüdüğümüz için Gebze Meydanında işçilerle sohbet etmek, onlara meramımızı anlatmak, biraz da dinlenebilmek için bir gece konakladık. Bizi ziyarete gelen dostlarla sohbet ederken, etraftan da birçok insan geçip gidiyordu. Kimi merak ediyor, kimi umursamıyor, kimi de görmemezlikten geliyordu. O gün bir baba ve oğul geçti yanımızdan. Çocuk henüz ilkokul çağında. Bize doğru baktı ve babasına ‘baba bunlar terörist, değil mi? Gebze’yi de karıştırmaya gelmişler, öyle değil mi?’ dedi. Babası da hiçbir şey demeden, biz işçilere öfkeyle bakarak çocuğunun kolundan çekiştirip götürdü. Öyle zoruma gitti ki. Burası bir işçi kenti ve büyük ihtimalle o çocuğun babası da bizim gibi işçi. Bizler çocuklarımıza güzel bir gelecek kurabilmek için mücadele ediyoruz. Ama çocuğun suçu yok, çünkü çocuk ailesinden ne görürse onu yapar.”
Evet, o pırıl pırıl beyinlere, o masum yüreklere kini, nefreti ekmek işte bu kadar kolay. İçinde yaşadığı sistem ve ailesi çocuğa karakter, fikir verir ve çocuk adeta toplumun bir aynasına dönüşür. Anneler, babalar, akrabalar da içinde yaşadığı toplumun bir yansımasıdır. Bu toplum ne kadar yozlaşmışsa aile de bundan nasibini alır. Oysa tüm insanlar çocuklarının iyi bir insan olmasını, yararlı işler yapmasını isterler. Fakat bu ne onları cam fanuslarda pamuklara sarıp sarmalayarak olur ne de sağlayabilecekleri tek başına eğitim gibi faktörlerle. Bu şekilde olsa olsa içinde yaşadığı topluma ve sınıfına dair en ufak bir sorumluluk hissetmeyen, bencil, sınıfının çıkarlarını değil bireysel çıkarlarını savunan insanlar yetişir. Gelecek kuşakların kin, nefret, ayrımcılık gibi habis duygularla değil, insana yakışan değerlerle yetişmesi için bugünün işçi ve emekçilerine büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu sorumluluğun en önemli gereği ise, insanı çürüten kapitalist düzene karşı mücadeleye katılmaktır.
link: Gebze’den bir kadın metal işçisi, Çocuklar Ailelerin ve Toplumun Aynasıdır, 15 Ekim 2018, https://marksist.net/node/6512
Yemen Ağıdı
Umudumuz Sende