Kapitalist sistem var olduğu ilk günden bu yana birçok yol kattetti. Küçük atölyelerden devasa fabrikalara, işletmelere yöneldi ve beraberinde işçi sınıfının kapsamını ve sömürü yöntemlerini de geliştirdi. Bugün sınır tanımayan sermaye tüm dünyanın kaderini ortaklaştırdı. Savaşlar, işsizlik, açlık ve yoksulluk işçi sınıfını bir mengene gibi sıkmaya devam ediyor. Kapitalizm, küresel ölçekli krizinden çıkış yolu olarak tüm dünyada işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırı yöntemlerini geliştiriyor. Bütün dünyada kapitalistlerin işçi sınıfına yönelttiği baskılar ve bu baskıları meşrulaştıran yasalar, sanki tek bir meclisten çıkmışcasına birçok ülkede benzer maddeleri içeriyor. Yine bugün terörle mücadele yasaları (yani işçi sınıfını bastırma, sindirme ve saldırı yasası) ardı ardına birçok ülkede gündeme getiriliyor.
Kapitalist sistemde devlet, egemen sınıfın, yani burjuvazinin ortak çıkarlarını yerine getiren bir baskı aygıtıdır. Hükümetler değişse de bu kural asla değişmez. Dönemin iktidardaki partisi AKP seçim döneminde oy toplayabilmek için işçilere türlü vaatlerde bulunmuş, hükümete geldikten sonra tüm bunları unutmuştu. Başbakan Erdoğan, Ankara Sanayi Odasında düzenlenen bir toplantıda patronlara şöyle sesleniyordu: “Sizin güçlü olmanız, güçlü bir ülke demek... İş dünyası olarak bizim sizden tek beklentimiz, kalkınma yolunda hükümetin de önüne geçecek ve bizlere ilham verecek bir dinamizm içinde bu yarışı sürdürmenizdir.” Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, 4857 sayılı İş Yasasının kabulünün ardından yaptığı konuşmada, yasanın “ne bir kölelik yasası ne de angarya yasası” olduğunu bildirerek, “bu yasa dünyadaki gelişmelere Türk çalışma mevzuatının uyarlanmasıdır” demişti. Yani efendiye hizmette kusur edilmemiş, yasayla birlikte işçi sınıfının pek çok kazanılmış hakkının üzerinden silindir gibi geçilmiş ve patronların daha fazla kâr edebilmesi için sömürü olanakları zenginleştirilmiştir. Türk sermayesinin uluslararası pazarlarda yer bulmasına ve sermayesinin palazlanmasına hizmet edilmiştir.
4857 sayılı İş Yasası, yeni getirdiği pek çok uygulamayla, geçmişte kazanılmış olan haklarımızın bir çırpıda nasıl yok edildiğinin, ‘80 darbesinin ardından kitlelerin bilincinin nasıl uyuşturulduğunun, sınıf hareketinin ne kadar hareketsiz, tepkisiz kaldığının göstergesidir. 1,5 yıl rafta bekletilen bu yasa hiçbir biçimde gündem yapılmadan tam da teskere tartışmalarının arasında bir çırpıda geçirilmişti. Sendikalar yasaya olan tepkilerini ancak yasa çıktıktan, iş iştenden geçtikten sonra dostlar bizi alışverişte görsün mantığıyla gösterebilmişti. “Henüz geç değil, ilk başta yapmadığımız mücadeleyi şimdi yaparsak bu yasa geçmeyebilir, işçi sınıfının dayanışması şart” lakırdıları arasında sessizce buna göz yumdular.
Sanayi geliştikçe kapitalist sistem kendi ihtiyacına uygun işçi profili de yetiştirdi. Genel anlamıyla işçi kavramını topyekûn bir bütün olarak değil de, memur, teknik eleman gibi, yaptığı işin niteliğine göre mesleki ünvanlarla bölmeyi başardı. Burjuvazi kol gücüyle çalışmayan işçiye kendisini bu sanlarla tanımlamayı ve bu dünyayı yaratan en yüce işçi kavramını aşağılamayı, ben amele değilimi ezberletmeyi başardı. Yani kapitalizmin ihtiyacına uygun düşen meslek tanımlaması işçi kavramından daha yüce kavramlar haline getirildi. Mesleğimiz ne olursa olsun bir patronun hizmetinde çalıştığımız ve sömürüldüğümüz gerçeği perdelendi. Özellikle genç kuşaklar arasında işçi kavramı utanılacak bir sıfat haline getirildi. Aileler çocuklarına “okuyun da adam olun, bizim gibi işçi olmayın”ı öğütlüyor, sanki “adam olmak” kariyer sahibi olmakla özdeşmiş gibi.
Tüm bu ayrımlar yetmezmiş gibi 4857 sayılı İş Yasasının bizden birçok şey götürdüğü ve işçi statüsüne birçok yeni kavramlar getirdiği ortadadır. Belirsiz süreli iş sözleşmesi, belirli süreli iş sözleşmesi, kısmi çalışma, telafi çalışma, taşeron işçi çalıştırma, çağrı usulü çalıştırma gibi aslında kısmen daha önceden var olan uygulamalar yasayla birlikte genelleştirilmiştir. Eskiden bir fabrikada emekli oluncaya kadar çalışma imkânı vardı, ama bugün değil emekli olabilmenin hayalini kurmak yılın 12 ayı tek bir fabrikada çalışmak bile olanaksız hale getirilmiştir. Artık ayı, günü, saati belli olan sürelerde çalıştırılacak ve bu adlarla anılabilecek işçi haline getirildik.
İşverenler artık kısa sürede öğrenilen ve vasıf gerektirmeyen işlerde geçici süreli sözleşmeli işçileri tercih ediyorlar. Yasa sayesinde geçici işçiler herhangi bir yasal yükümlülük, tazminat ödemeyi gerektirmeyen, ihtiyacı olduğunda çalıştırıp ihtiyacı olmadığında da kapı dışarı edilebilecek ucuz işgücü haline getirildi. Artık “kadro” yok, emekli olmak yok!
Bugün yasa sayesinde birçok işyerinde “kadrolu” ve sözleşmeli işçiler arasında, üstelik aynı işi yapmalarına rağmen bir bölünmüşlük yaşanıyor. İşçilerin bilincinde bulanıklığa neden olan bu durum, bırakın işçilerin sistem karşısında ortak mücadelesini, sendikal örgütlenmenin dahi önüne geçen bir engel haline geliyor. “Kadrolu” işçiler kendilerini garanti altına alınmış ve işyerinin vazgeçilmez elemanları olarak görüyor. Örneğin Arçelik gibi işyerlerinde sözleşmeli işçiler “kadrolu” işçilerin girdikleri kapıdan giremiyor ya da “kadrolu” işçilerin bindikleri servislerden yararlanamıyor. Bu da “kadrolu” işçiler arasında öyle bir yanılsamaya yol açıyor ki, kendilerini diğer işçilerden üstün görmelerine neden oluyor. Çünkü “kadrolu” işçiler ayrıcalıklı, sözleşmeli işçilerse ikinci sınıf yedek işçi. Uzun çalışma saatleri, tatillerin sınırlanması, sıfır zam ve asgari ücrete mahkûmiyet: bu uygulamalara sessizce boyun eğen işçiler “kadrolular” için tehlike ifade ediyor, çünkü patron aynı “fedakârlığı” onlardan da istemeye başlıyor.
Kıyasıya bir rekabet ortamı yaratılıyor. İşyerinde gruplaşmalar, sözleşmeli işçileri aralarına almama ya da iş öğretmemeye kadar bu ayrımlar gidiyor. Sözleşmeli işçiler süresi dolmadan önce çıkartılmadıysa eğer, “kadrolu” işçiyle aynı sorunları göğüsleyerek 6 ay, 11 ay boyunca çalışıyor. Patronun dert etmesi gereken şeyler işçiler arasında dert ediliyor. Örneğin sözleşmeli işçilerin kaliteyi düşürdüğü, işyerinin kurallarına uymadıkları ve çalışma ortamını bozdukları tartışmaları yaşanıyor. Aynı şekilde sözleşmeli işçiler de “kadroya” alınabilme kaygısı içerisinde daha fazla çaba sarf ederek, patronun ya da ustabaşının her dediğine boyun eğerek onların gözüne girmeye çalışıyor. Birbirleriyle yarışıyor, baskılara sessiz kalıyor, “kadrolu” işçilere düşman gözüyle bakıyor. Yani sistem işçileri birbirine yabancı, ortak davranmasını bilmeyen ve sorunlarına sahip çıkmayan duyarsız insanlar olarak paramparça ediyor.
Patronlar ve yasaları karşısında yapılacak birçok şey var aslında. İşçi sınıfının tarihi, sınıf mücadelesinin yasalarla sınırlanamayacağının örnekleriyle dolu. Netaş grevi militanlığı, coşkusu ve kararlılığıyla bugüne ışık tutan, işçi sınıfının bir kez kararlı bir biçimde yola çıktığında neler yapabileceğinin en canlı örneklerinden biridir. Netaş işçileri, 1980 darbesiyle grev ve toplu sözleşme yasasına kısıtlama getiren yasağı güçlü bir direniş örgütleyerek delmiş ve “bu yasalarla grev olmaz” diyenlere, kararlı olan işçilerin her türlü yasaya rağmen her türlü mücadeleyi verebileceklerini göstermişlerdi. Bizler de bugün onlardan örnek almalı ve bizi köle haline getiren bu yasaları yerle bir etmeliyiz.
Elbette ki bizleri köle haline getiren yalnızca burjuvazinin yasaları değil onların kokuşmuş sömürü sistemidir. Bizler devrimci Marksist mücadele bilinciyle sömürü sistemini ortadan kaldırmak üzere yola çıkmadığımız sürece bizleri bekleyen gelecek, savaş, açlık ve kölelik olmaya devam edecektir.
“Evet, biz işçiler ... kaldırılamaz bir baskı ve acılarla dolu bir yaşam sürdürüyoruz. Bizim kuşağın karşı karşıya oldukları güçlükler, babalarımızın çektiklerinden daha da zordur. Ama bir yönden, biz, babalarımızdan daha şanslı sayılırız. Biz dövüşmeyi öğrenmeye başladık ve hızla öğreniyoruz, hem de en iyisini. Babalarımızın yaptığı gibi, birey olarak dövüşmek değil, ... burjuva lafebelerinin sloganları için değil, kendi sloganlarımız için, sınıfımızın sloganları için dövüşmeyi öğrendik. Babalarımızdan daha iyi dövüşüyoruz. Çocuklarımız bizden daha iyi dövüşecekler ve zafer onların olacaktır.” (Lenin)
link: MT okuru bir kadın işçi, İş Yasasının Getirdikleri, 12 Aralık 2005, https://marksist.net/node/575
Kuşları öldüren virüs mü, yoksa bu sistem mi?
Bizler tohumuz