Dünya işçi sınıfının bir parçası olarak Türkiye işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği mücadelede, 15-16 Haziran direnişi, yarattığı sonuçlar itibariyle ve özellikle de birleşen işçilerin kendi güçlerini kavramaları bakımından önemli bir dönemeç noktası oluşturur. Bu direnişin ortaya koyduğu mücadelecilik ve başkaldırı ruhu, bugün de hâlâ aşılamamış bir eylem olarak tarihimizde iz bırakmıştır.
Ancak 15-16 Haziran genel direnişi, ne hiç beklenmedik bir gelişmeydi ne de yalnızca ulusal gelişmelerin bir ürünüydü. Onu kapitalizmin bu ülkedeki gelişmesinden ve içinde şekillendiği dünyanın genel atmosferinden kopuk olarak anlamak mümkün değildir. Bu nedenle, yeni 15-16 Haziranlara hazır olmak için önce onu gerçekten anlamak, ve bunun için de hem Türkiye’de hem de dünya çapında işçi sınıfı mücadelesindeki yükselişi hazırlayan ortama kısaca bir göz atmak gerekir.
Cumhuriyet tarihinin ilk otuz yılı, işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal haklarından tamamen mahrum bırakıldığı ve baskı altında tutulduğu yıllardır. Büyük kapitalist işletmelerin ve bankaların bizzat devlet tarafından kurulduğu ve devlet eliyle yerli bir burjuva sınıfının beslenip palazlandırıldığı (devletçilik denen şeyin tek ve gerçek anlamı budur) bu dönem, en başta sayısı gün geçtikçe artan işçi sınıfı olmak üzere genel olarak tüm emekçiler açısından tam bir baskı, gericilik ve devlet terörü önemidir.
Bu tek partili burjuva diktatörlüğü döneminde, Türkiye işçi sınıfı, ne toplu sözleşme yapma hakkına, ne grev hakkına ne de gerçek bir sendikalaşma hakkına sahip olabilmişti. II. Dünya Savaşı boyunca faşist Almanya’yla flört eden fakat savaşın dışında kalan TC, baş tehdit olarak algıladığı yanı başındaki SSCB’nin savaştan galip çıkmasının da verdiği tedirginlikle, Batı dünyasına bir an önce kapağı atmak için türlü manevralara girişmeye başladı. Aynı dönemde, Avrupa’daki sözde demokratikleşme rüzgârının etkisiyle, 1947 yılında sendikalar kanunu çıkarıldı ama bu kanunda hâlâ işçi sınıfına toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmamaktaydı.
CHP’nin tek parti diktatörlüğüne karşı sözde bir demokratikleşme propagandasıyla iktidara yerleşen Demokrat Parti döneminin işçilere ve genel olarak sol harekete yönelik baskı yılları, Menderes iktidarının 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonucu devrilmesiyle birlikte yerini yeni bir döneme bıraktı. 60’lı yılların özellikle ikinci yarısı Türkiye’de kapitalizmin hızla geliştiği ve kentlerin hızla birer sanayi merkezi haline geldiği yıllar oldu. %10’lara varan ve hatta zaman zaman aşan yıllık büyüme hızının en temel sonucu, yepyeni, genç ve deneyimsiz bir proletaryanın ortaya çıkması idi. Sanayinin sıçramalı bir gelişme temposuna ulaşmasıyla birlikte yenilenen, büyüyen ve uyanan işçi sınıfının ve toplumsal muhalefetin etkisiyle, Türkiye’de 1960’lı yıllara, 1961 Anayasasının liberal atmosferi damgasını vuracaktı.
Bir yandan kapitalizmin bu atılımıyla sosyalizm mücadelesinin gerçek öznesi olan işçi sınıfı kendi güçlerini toparlamaya başlarken, diğer yandan neredeyse 40 yıldır yasaklı ve baskı altında olan sol kitaplar da ilk defa açıktan yayınlanmaya ve sosyalist düşünceler geniş aydın kesimlerin, öğrencilerin ilgisini çekmeye başlıyordu. İşte böyle bir toplumsal ortamda, 13 Şubat 1961’de 12 sendikacı tarafından Türkiye İşçi Partisi kuruldu.
Ne var ki, sınıf hareketinin daha bu doğum evresinin askeri darbeyle birlikte gelen bir anayasayla açılmış olması, işçi hareketinde ve genel olarak sol hareket içerisinde iki büyük yanılgı doğurdu. Birincisi, Sol hareket, ilerici aydınların yanısıra, orduyu da “emekçi halkın yanında, toplumcu, zinde bir güç” olarak görüyordu. Şüphesiz bu yanlış kavrayışın temelinde, Kemalizmin devrimci/ilerici bir güç olarak kavranması ve Kemalist rejim ve ideolojinin Ordu tarafından temsil ediliyor olması belirleyici rol oynuyordu. Yanlış bir anti-emperyalizm fikrinden kalkan bu kavrayış, işçi sınıfının devrimin temel motoru olduğu fikrine küçük-burjuvaca burun kıvırmakla kalmıyor, gözü önünde serpilip gelişen işçi sınıfının varlığını dahi tartışma konusu yapıyordu. İkinci yanılgı ise, işçi hareketinin mücadeleci sendikal önderleri arasında bile yaygın olan, 1961 Anayasasının işçi sınıfının her türlü yasal hakkını güvence altına aldığı yanılsamasıydı.
1962 Aralığında Maden-İş üyesi 173 KAVEL işçisinin, gasp edilen haklarını almak için giriştikleri mücadele işçi hareketi açısından yeni bir dönemin açılışı oldu. Nitekim bu direnişle, bir işyeri düzeyinde kalsa bile yasal sınırların ötesine geçilmiş ve burjuvazi bir grev ve toplu sözleşme yasasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Suyun yolu bir kez açıldıktan sonra gerisi de geldi. İşçi sınıfı kendi gücüne güvenmeyi öğrenmeye başladı. Türkiye’de ilk kez, gerçek anlamda yığınsal ve militan bir işçi hareketi tarih sahnesine çıkıyordu.
Bu süreçte yüzlerce greve on binlerce işçi katıldı. Bilhassa özel sektörde patlak veren sayısız mücadele, yeni ve militan bir işçi kuşağının doğmasına yol açtı. Grevler göreceli olarak sayıca az ama sürece uzun gerçekleşiyor, bu da mücadeleye atılan işçilerin daha da bilinçlenmesinin önünü açıyordu. Ne var ki devlet güdümünde kurulan ve temel misyonu işçi hareketini devletin denetiminde tutmak olan Türk-İş’in sendikal çerçevesi bu harekete dar gelmeye başlamıştı. Yeni işçi kuşağı ve onun önderleri Türk-İş yönetiminin sözde “partilerüstü ve siyaset dışı sendikacılık” anlayışını eleştiriyor ve sendikal mücadeleye yeni bir kanal açmak istiyorlardı. Sınıf mücadeleci bir anlayışa sahip sendikaların Türk-İş’ten ihraç edilmesiyle birlikte yeni bir örgütlenme ortaya çıkıyordu: DİSK. 1967’de kurulan DİSK’e bağlı sendikaların yürüttüğü başarılı mücadele, işçi sınıfının diğer kesimlerini de etkiledi ve DİSK sendikal bir çekim merkezi haline geldi.
İşte 15-16 Haziran’ın önkoşulları bu çerçevede şekillendi. DİSK bir yükselişin ürünü olarak doğmuştu ve hemen ardından bizzat onun varlığı yeni ve daha güçlü bir yükselişin nedeni haline geldi. Buna paralel olarak gelişen sol hareket de tabloyu tamamlayan ve tüm şekilsizliğine ve muğlaklığına rağmen yine de yükselen işçi hareketinin gittikçe siyasallaşmasını sağlayan faktör olarak şekillendi.
Ama yalnız bu faktörler 15-16 Haziran genel direnişini anlamaya yetmez. Çünkü DİSK ile TİP arasındaki gayri resmi organik bağ dikkate alındığında, TİP içindeki devrimci gençliğin ve sol aydınların tutumlarının ne denli önemli bir rol oynayabileceği kendiliğinden anlaşılır. 60’lı yılların sonlarında, sol hareketin dikkatini ve ilgisini çeken yeni bir dalga yükseliyordu tüm dünyada: 1968 başkaldırısı.
1968, egemen sınıfların bugünün genç kuşaklarını inandırmaya çalıştığı gibi, ne haylaz öğrencilerin bir isyanıydı, ne de yalnızca “bireysel özgürlük” için bir başkaldırıydı. Avrupa’da patlak veren ve çok kısa bir zamanda etkilerini tüm kapitalist ülkelerde gösteren 68 başkaldırısı, kapitalist üretim tarzının II. Dünya Savaşından beri biriken ve keskinleşen çelişkilerinin dışa vurumuydu. 68 başkaldırısı, çürüyen ve çürüdükçe saldırganlığı ve zalimliği daha da artan emperyalist kapitalizme karşı işçi sınıfının ve gençliğin devrimci bir tepkisiydi.
Avrupa’da, özellikle Fransa’da ve İtalya’da 60’lı yılların ortalarında işçi sınıfında başlayan huzursuzluk ve grev dalgası, 1968’e gelindiğinde üniversite gençliğine de sıçradı. Bir yandan işçi sınıfını reformist partiler aracılığıyla düzene entegre etmeye çalışan, öbür yandan da öğrenci gençliği üniversitelerde burjuva eğitim sistemi aracılığıyla burjuva ahlâkına göre eğitip kapitalist toplumun iyi huylu, düzene sadık yurttaşları yapmaya çalışan burjuva devletler bir anda neye uğradıklarını şaşırdılar. Burjuva düzenin gerçek yüzü işçilerin ve öğrenci gençliğin bilincinde açığa çıkıyordu: Bir yandan refah toplumundan, özgürlüklerden ve ilerlemeden söz eden bu burjuva demokrasilerinin, öbür yandan Cezayir’de, Filistin’de, Vietnam’da, Latin Amerika’da yaptıkları, yoksul halklara reva gördükleri baskı, sömürü ve talan artık kitlelerden gizlenemez olmuştu. Nitekim 1968 baharında başlayan gençlik eylemleri kapitalist eğitim sisteminden, burjuva toplumun iki yüzlülüğünden bunalan gençliğin bir patlamasına, başkaldırısına dönüştü.
68 Mayısında Fransa’da ve hemen ardından İtalya’da başlayan üniversite işgalleri öğrencileri, burjuva devletin silahlı baskı aygıtlarıyla, ordu ve polisle karşı karşıya getirdi. İşçiler öğrencilerin taleplerine de sahip çıkarak, giderek artan devlet terörüne karşı alanlara çıktılar. Fransa’da 8 milyon, İtalya’da ise 7,5 milyon işçi genel greve çıkarken, her iki ülkede de işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin eylemleri ortaklaşmaya başlamış, fabrika işgalleri, kitlesel miting ve yürüyüşler, polisle çatışmalar günlük hayatın bir parçası haline gelmişti.
15-16 Haziran direnişinin ardında yatan kendine güven duygusunun, hakkını sokaklarda arama anlayışının, devletin ordusu ve polisiyle çatışma içerisine girmekten çekinmeyen bir cesaretin ve militan cüretkârlığın, 1968 başkaldırısının bu topraklardaki bir uzantısı olduğunu görmemek için kör olmak gerekir.
Fransa’da 68 baharında patlak veren üniversite ve fabrika işgalleri dalgası derhal Türkiye’ye de sıçradı. 1968 Haziranı’nda İstanbul Üniversitesinin işgaliyle yükselen gençlik eylemleri kısa zamanda tüm okullara yayıldı. Ama gözünü dünyada olup bitenlere diken yalnızca devrimci öğrenciler değildi, dahası bu devrimci öğrencilerin bir çoğu öğrendiklerini işçilere taşımaktan da geri durmadılar. Nitekim Avrupa’daki mücadele biçimleri işçi sınıfı hareketinde de yansımasını buldu: Derby işgaliyle birlikte Türkiye işçi sınıfı hareketinde de fabrika işgalleri önemli bir yer tutmaya başladı. Devrimci cüretkârlık ve militan mücadele anlayışı inanılmaz bir hızla işçi sınıfı içerisinde yayıldı.
Aldığı ivmeyle bir adım daha öne çıkan işçi sınıfının militan eylemliliği, işçi hareketinin hem büyümesinde hem de niteliğinin gelişmesinde ikinci bir dönüm noktası oldu. Bu noktadan başlayarak işçi sınıfının kendiliğinden gelişen fakat devrimci bir öz taşıyan, fabrika işgalleri, boykotlar, yasadışı grevler gibi eylemleri patlak verdi. Aynı dönemde işçi hareketi ile yüzünü sınıfa dönen devrimci gençlerin buluşması, sınıf hareketinin gittikçe politikleşmesini de beraberinde getirdi. Nitekim, 1969 Şubatında ABD 6. Filosunun İstanbul’a gelişini protesto etmek üzere alanlara çıkanlar bir yıl önceki gibi yalnızca öğrenciler değildi artık. Bu kez işçiler de alanlardaydı. 1969 kışında patlak veren Singer işgali ve ardından yaz aylarındaki Demir-Döküm işgaliyle birlikte, direnişlerin artık fabrikaların sınırlarını aşarak tüm bir işçi bölgesine yayılmasına, kadınların da direnişlere militan bir temelde katılmasına tanık olunmaya başlanmıştı. 69 sonbaharındaki Gamak işgalinde, durum polisin silahlı saldırısına kadar ilerlemişti. Öldürülen direnişçi Şerif Aygün’ün cenazesi, binlerce işçi ve onlara destek veren öğrencilerle birlikte kaldırılırken, artık “evde çocuk ekmek bekliyor” gibi sloganlar bir tarafa bırakılmış, “kahrolsun kapitalizm”, “bağımsız Türkiye” gibi sloganlar öne çıkmaya başlamıştı. Sungurlar işgali de aynı şekilde gelişirken, Alpagut Linyit işletmelerinde ve Günterm işgalinde işçiler yalnızca işgalle kalmadılar, kurdukları işyeri konseyleri aracılığıyla işyerini çalıştırmaya devam ettiler.
1968 başkaldırısının Türkiye’ye de hızla yansıması, öğrenci gençlik hareketinin hızla devrimcileşmesi, işçi sınıfı eylemliliğinin yasal sınırların ötesine taşması ve yükselen bu hareketin DİSK bünyesinde toplanması… İşte 15-16 Haziran 1970’in arka planında bunlar yatar.
DİSK’in çatısı altında gerçekleşen işçi eylemliliği yükselip düzeni tehdit etmeye başladıkça, burjuvazi 274-275 sayılı sendikal yasaları değiştirerek DİSK’i tasfiye edecek yeni bir yasa tasarısı hazırlığına girişmişti. Üstelik bu yasanın hazırlayıcılarından biri de 70’li yılların sonlarında DİSK’in başkanlığına seçilecek olan o dönemin CHP milletvekili Abdullah Baştürk idi.
Yasa değişikliklerinin mecliste kabul edilmesinin ardından, işçi temsilcilerinin de geniş katılımıyla yapılan kalabalık toplantıda DİSK eylem kararı aldı. DİSK yönetimi, bir protesto mitingi yapmayı planlıyor ve fabrikalardaki işçilere DİSK’ten gelecek talimatları beklemelerini salık veriyordu. DİSK’in planına göre miting 17 Haziranda yapılacaktı. Ancak DİSK’in kanuna karşı çıktığı ve protesto edeceği haberi bir anda tüm fabrikalara, işyerlerine, kahvelere ve hatta evlere kadar ulaştığında, zaten istim üzerinde olan işçi sınıfı kendiliğinden derhal sokaklara aktı.
15 Haziran günü, 115 işyeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayıp, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan 15-16 Haziran direnişi, modern sanayi proletaryasının beşiği olan İstanbul ve İzmit yöresini kapsadı. 15 Haziran sabahı İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalar durdu. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenliyorlar ve kent merkezlerine doğru hareket ediyorlardı. DİSK’in böylesi bir kararı olmamasına rağmen işçiler bu protestoları kendi inisiyatifleriyle ve elbette ki öncü işçilerin ve devrimcilerin yol göstermesiyle yalnızca iş bırakmakla sınırlamamışlardı.
Ertesi gün Kartal’da, Levent’te ve Topkapı tarafında çatışmalar çıkmış, polis ateş açmıştı. Ordu, tanklarıyla ve zırhlı birlikleriyle gösterilere müdahale etmeye çalışıyordu. Askerlerin oluşturduğu barikatlar aşılıyor ve polisle çatışmaya girişiliyordu. Kimi devlet kurumları ve tanınmış kapitalist işletmelerin merkezleri taşlandı, harap edildi, yer yer yakıldı. Tutuklanan işçileri kurtarmak için işçilerin tutuldukları karakollar basıldı. Bazı polislerin silahlarına el konuldu. Kadıköy’deki çatışmalar özellikle çok şiddetliydi, polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi öldürülmüş, 200 kişi yaralanmıştı. İstanbul’un iki yakasındaki işçilerin biraraya gelememesi için vapur seferleri tüm gün boyunca iptal edilmiş, Levent yakasından gelen büyük işçi koluyla, Unkapanı-Eminönü’nde biriken işçi kollarının birleşmemesi için Galata Köprüsü açılmıştı.
Bu muazzam direnişin zayıf karnı ise akşam saatlerinde ordunun sıkıyönetim ilan etmesiyle açığa çıktı. DİSK yönetiminin işçileri sükûnete çağırmasının ardından işçiler fabrikalarına geri döndüler. Fakat bazı fabrikalarda iş durdurma ve iş yavaşlatma eylemleri devam etti. Türk Demir Döküm, Sungurlar, Derby, Elektrometal, Rabak, Auer, Çelik Endüstri, Otosan, Arçelik, Vita gibi büyük fabrikalarda işçiler kararlılıkla direnişe devam ediyorlardı. İşçiler, yasa geri çekilinceye ve eylemler sırasında tutuklanan sendikacılar serbest bırakılıncaya kadar direnişe devam etme kararı almışlardı. Fabrikalardaki direnişi ne asker ne de polis baskısı engelleyemedi. Fabrikalarda sürdürdükleri direnişe son vermeye ve işbaşı yapmaya işçileri ikna edenler DİSK temsilcileri oldu.
Tüm bunların ardından gelen işten çıkarmalar, tutuklamalar, işkenceler ve davalar işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde estirilen terörün birer göstergesiydi. Üç ay süren sıkıyönetim sonunda işten çıkarılan işçi sayısı beş bini aşmıştı. Yine de burjuvazi DİSK’i yok etme emeline ulaşamadı ve yeni sendika yasası uygulamaya sokulamadan iptal edildi. DİSK’i yok etmek ve işçi sınıfının tüm sendikal kazanımlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi 12 Eylül 1980’i beklemek zorunda kalacaktı.
Sonuçlar
Bu genel direniş, bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek değildi, tersine, yıllara yayılan bir yükselişin ürünü olan kendiliğinden bir patlamaydı. Söz konusu hareketin içerisinde devrimci işçilerin ve devrimci militanların bulunması bu durumu değiştirmiyor. Çünkü hiçbir hareket bu anlamda kendiliğinden değildir. Her zaman her hareketin içinde kitleye oranla çok daha bilinçli, çok daha örgütlü bireylerin ve hatta devrimci grupların olması mümkündür. Ancak kitlelerin güvenini kazanmış devrimci bir siyasal önderliğin olmadığı koşullarda bu tip nüveler harekete geçirici bir etki yaratabilse ve ilk kıvılcımı çakabilse bile hareketin gelişim çizgisi üzerinde belirleyici bir etkide bulunamazlar. Nitekim, işçilerin haklı bir biçimde kendi örgütleri olarak gördükleri DİSK’i yaşatmak için giriştikleri bu büyük direnişin yine aynı DİSK tarafından rahatlıkla denetim altında tutulabilmesi bu gerçekliğin ifadesinden başka bir şey değildir.
Benzer şekilde, 15-16 Haziran’ın tarihsel gerçekliğini çarpıtarak bu direnişin sendikasız, örgütsüz ve küçük işletmelerde çalışan işçiler tarafından gerçekleştirildiğini söylemek, tarihsel gerçekliği çarpıtmak anlamına gelir. 1965-71 dönemindeki yükselişe bakıldığında mücadelenin her daim en önünde olan, en kararlı bir şekilde mücadeleyi sürdüren işçilerin dönemin büyük fabrika ve işletmelerinin işçileri olduğu gün gibi açıktır. En başta metal sanayi olmak üzere petro-kimya ve madencilik sektörleri hareketin lokomotifi durumundaydılar.
Yine aynı dönemdeki yükselişin temel taleplerinden birinin DİSK’e bağlı sendikalara geçmek olduğu hatırlanacak olursa, sınıf mücadeleci bir sendikal anlayışın ve bu anlayış temelinde geliştirilen mücadelenin işçi sınıfının geniş kitleleri için nasıl bir çekim merkezi haline geldiği ve gelebileceği gerçeğinin altını çizmek gerekir. Bir proleter devrimci partinin olmadığı, işçi sınıfının siyasal önderliğine aday tek partinin (TİP) de parlamentarist-reformist bir çizgi izlediği koşullarda bile DİSK’in verdiği mücadele burjuva rejim açısından ciddi bir tehdit haline gelebilmiştir. Bugün sendikalar böylesi bir mücadele anlayışından uzak duruyorlar diye sendikaları bir tarafa bırakıp “yeni ve temiz” işçi örgütleri yaratmaya çabalamak, işçi sınıfının örgütlü kesimini sendika bürokratlarının insafına terk etmek, ve dolayısıyla sendikal örgütlenmenin gerekliliği fikrini sınıfın geniş örgütsüz kesimleri nezdinde gözden düşürmek anlamına geliyor.
15-16 Haziran, Türkiye işçi sınıfına ilk kez kendi gücünün muazzam boyutlarını göstermiştir. İşçi sınıfı böylece “kendiliğinden sınıf” olmaktan çıkıp “kendisi için sınıf” haline gelmiştir. Dahası işçi sınıfı devrimin önder gücü ve lokomotifi olduğunu dosta düşmana göstermiştir. Buna rağmen açıkça dile getirmeliyiz ki, Türkiye “sol” hareketinin büyük bir kesimi bu aşikâr kanıtı bile göremeyecek kadar küçük-burjuva bir karakterde olduğunu kanıtlamıştı. Bu büyük direnişin sergilediği muazzam gücü değil de, direnişin şu ya da bu şekilde sönümlenmesini dikkate alan küçük-burjuva akımlar, işçi sınıfından yüz çevirerek gerilla savaşı vermek üzere kırlara çekilmenin hazırlığına girişmişlerdi.
Dönemin MDD çizgisinin hararetle savunduğu “İşçi-Ordu Elele” sloganının vahim yanlışlığı, işçilerin verdiği 3 ölü ve yüzlerce yaralıyla, katlandıkları işkencelerle, açılan davalarla ve ilan edilen sıkıyönetimle açığa çıkmış oldu. Nitekim, 15-16 Hazirandan bir yıl sonra ordunun gerçekleştirdiği 12 Mart darbesi, pek çok işçi ve devrimci öğrenciyle birlikte, “İşçi-Ordu Elele” sloganını hararetle savunan kızıla boyanmış milliyetçi aydınları da zindanlara
kapatmıştı.
Yalnızca 15-16 Haziran’ın militanlığı ve cüretkârlığı değil, 60’ların sonlarındaki her kazanım yasal sınırları aşan, meşruluğunu kendi gücünde ve haklılığında bulan bir özgüveni ifade eder. İşçi sınıfı kendi özgücüne ve örgütlülüğüne dayanarak yasal sınırları eylemliliğinde aşan bir mücadele çizgisine oturmadığı sürece kazanım elde etmek ve elde edilen kazanımları korumak mümkün değildir.
15-16 Haziran direnişi, sınıfın eylemler içinde birleşik gücünü ortaya koymuştu. Ancak bu kadarıyla yetinmek mümkün değildir. Direniş sonrasında başlayan saldırıların yeterince göğüslenememesi, kazanımları elde edebilmek ve en önemlisi koruyabilmek için bunu mümkün kılacak düzeyde bir örgütlülüğün gerekli olduğunu gösteriyor. Aksi halde, en başarılı görünen eylemlerin ardından bile bir yenilginin gelmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Bu büyük direnişin kanıtladığı gerçeklerin en başında şüphesiz işçi sınıfına önderlik edecek devrimci bir siyasal parti olmadıkça işçi sınıfının bu tür patlamalarının düzen tarafından her zaman savuşturulabileceği gerçeği gelmektedir. Lenin emperyalizm çağını proleter devrimler çağı olarak adlandırmıştı. Bu çağda işçi sınıfının kendiliğinden patlamaları her an olasıdır. Önemli olan bu tür patlamalar gerçekleştiğinde işçi sınıfına önderlik etme yeteneğinde ve gücünde bir devrimci partinin daha önceden inşa edilmiş olmasıdır.
Sendikaları bir kez daha sınıf mücadelesinin güçlü mevzileri haline getirmek için ileri!
Yaşasın 15-16 Haziran Genel Direniş ve Başkaldırı Ruhu!
Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği!
link: Özgür Doğan, 15-16 Haziran Genel Direnişi, 17 Haziran 2017, https://marksist.net/node/5700
Sermayenin Derdi: İşçi Sınıfını Nasıl Emekli Etmemeli?
Medeniyetin ve Toplumun Çöküşü Değil, Kapitalizmin Çöküşü!