Aklıma başka grevler geliyor, daha az ateşli ve hiddetli, ve bu nedenle halkın ilgisini daha az çeken grevler. Gazeteler yatırımcılara ve hissedarlara barış olduğunu duyurdular, fakat ortada barış falan yoktu. Konfeksiyon işçileri greve çıktılar ve kazandılar. New Jersey Roosevelt’de, Williams and Clark gübre fabrikası işçileri greve çıktı.
İki grevci vurularak öldürüldü; kiralık gangsterler tarafından sırtlarından vurulmuşlardı. Muhafızlar mahkemeye çıkarıldılar, kefaletle serbest bırakıldılar ve işlerine geri döndükleri söylendi. Grevciler boş bir arsaya toplandılar. Muhafızlar onların üzerine ateş ettiler, aşağıya doğru ateş ederek işçilerin bacaklarını mermiyle doldurdular.
Grevciler, bana mektup yazdılar, “Ana, kadınlarımızla birlikte bize yardıma gel.”
Gittim. “Kadınlar” dedim, “görün ki, tahrik ne olursa olsun kocalarınız ateşli silaha ya da şiddete başvurmadı. Kocalarınızın grev kırıcısı olmasına izin vermeyin. Direnmelerine yardım edin ve her şeyden önce, onları barlardan uzak tutun. Kadın milletinin desteğine sahip olmadan zafere ulaşmış hiçbir grev yoktur.”
Tramvay sürücüleri, 1916 yılı boyunca New York’ta grevdeydiler.
Kalabalık bir toplantıda sürücülerin eşlerine hitap ettim ve yaban kedileri gibi dövüşen bu kadınları kesinlikle kazandık. Beni hapse atmakla tehdit ettiler ve polise, hapiste de dışarıdaki kadar gürültü çıkaracağımı söyledim. Polis de, birisi öldürülürse benim sorumlu tutulacağımı ve asılacağımı söyledi.
“Beni asmak istiyorlarsa, bırakın yapsınlar” dedim. “Darağacında bağıracağım, ‘İşçi sınıfına özgürlük!’ Ve Yüce Tanrı’yla karşılaştığımda, beni ve işçi sınıfını, onun yarattığı dünyaya hizmet eden, onu geliştirip güzelleştiren bu insanları suçlayanları lânetlemesini söyleyeceğim.”
Yaşamımın son yıllarında gittikçe daha az grev görüldü. İşverenler ve işçiler daha akıllı hale geldiler. Her iki taraf da uzlaşmanın değerini öğrendiler. Her iki taraf da anlaştıklarında kazandıklarını ve sorunları konuşmanın ayrı durmaktan, atılan taşlardan, öfkeli lâflardan ve kurşunlardan daha akıllıca olduğunu öğrendiler. Demiryolu işçileri sendikası şu dersi öğrendi: Grevler çok masraflıdır. Savaşmak onlara pahalıya patlar.
Her ortalama insan, ev diyebileceği bir şey; karnı tok ve sevgi dolu bir aile; zaman zaman küçük mutluluklar; kırk yılda bir biraz müsriflik yapmak ister.
Ben bir süfrajet[1] değilim, kadınlar için “kariyer”e de inanmam, özellikle de kadın işçilerin çoğunun “kariyer”lerini yaptığı fabrika ve imalathanelerdeki “kariyer”e. Kadınların muazzam bir sorumluluğu vardır, çocukların eğitilmesi. Bu onun en güzel görevidir. Eğer erkekler yeterli parayı kazanıyorsa, kadınların aile bütçesine katkıda bulunmak için evlerini ve çocuklarını ihmal etmesi gereksizdir.
Yaşamımın son yıllarında uzun iş barışı dönemleri görüldü. Bazen de savaş patlak verdi. Demiryolu atölye işçilerinin birkaç yıl önceki cesur mücadelelerine hastalık nedeniyle katılamadığım için üzüldüm. Üçüncü bir siyasal partinin, Çiftçi-İşçi Partisi’nin kurulduğunu görmekten sevinçliyim. İşçi sınıfı, çok uzun zamandır, kıdemli hainlere, politikacılara ve sahtekâr işçi liderlerine boyun eğiyor.
Çiftçi-İşçi Partisi’nin kongresine katılıp konuşma yaptığımda, 93. kilometre taşımı geçmiştim. “Yeryüzü, kibarlara değil, üretenlere miras kalacak,” dedim onlara. “Belki bugün değil, yarın da değil, fakat yaşlı gözlerim, şu yıllanmış gözlüklerin üzerinden, gelmekte olan o başka günü görebiliyor.”
1921’de Pan-Amerikan İşçi Federasyonu’nun Mexico City’deki toplantısına katıldığımda 91 yaşındaydım. Bu kongre, Amerika, Meksika ve Orta Amerika işçileri arasında daha güçlü bir dostluk geliştirmek için toplanmıştı. Bu kongreye bir dizi Amerikalı işçi liderinin yanı sıra Gompers de katıldı.
Kongreye hitap ettim. Onlara Pan-Amerikan İşçi Kongresi gibi bir kongrenin, yeni bir günün, dünya işçilerinin, sömürücülerle sömürülenler arasındakinden başka bir sınırın olmadığını öğrenecekleri günün şafağı olduğunu söyledim. Sovyet Rusya köhnemiş düzene meydan okumaya cesaret etti, toprağı üzerinde çalışanlara verdi ve dünyanın bütün kapitalistleri grev kırıcılarınca yapılmış pabuçlarının içinde tirtir titriyorlar, dedim.
Onlara, bir ulusal güldürü olan Amerika’daki alkollü içki yasağından söz ettim: “İçki yasağı, emrindeki işçilerden daha çok şey sızdırmak isteyen işadamları ile bir sürü vaizin ve bir işçiyi bir şişe bira satın alırken gördüğünde kriz geçiren, fakat işçileri, karılarını ve çocuklarını, lânet olası düşük ücretler ve mahvedici çalışma saatleri altında acı çekerken kılları bile kıpırdamayan lânet olası dedikoducu kadınların işbirliğiyle ortaya çıkmıştır.
“İşçi yasağı, işçinin birasını elinden almış, onun tek kulübü olan barları kapatmıştır. Oysa zenginler her zamanki gibi oburca yiyip içmektedir. İçki yasağı onlara işlemez. Onların, kutsanmış ve dokunulmaz kulüpleri vardır. İşçinin sahip olduğu tek kulüp polisinkidir. Ona da grev sırasında sahip olur.”
Coalhulia maden ocaklarını ziyarete ettim ve kömür çıkarılan ve sermayenin kara bayrağının dalgalandığı her yerde madencinin yaşamının aynı olduğunu gördüm. Geride kalan çok uzun yıllara dönüp baktığımda, insanların yaşamını iyileştirmeye yönelik bütün hareketlerde, acının çoğunu öncülerin çektiğini görüyorum. Diğerleri, bu hareketler zemin tutup rağbet gördüğünde semeresini toplarlar. İşçi hareketinde de aynen böyledir.
İşçi hareketinin ilk günleri büyük adamlar yaratmıştı. Onlar, modern işçi liderlerinden çok farklıydı. Bu ilk liderler reklâm peşinde koşmadılar, onlar bir tek gayesi olan insanlardı, şöhret ya da zenginleşme derdinde değillerdi. İşçi sınıfına para için hizmet etmediler. Onlar işçi kardeşleri için gelecek biraz daha aydınlık olabilsin diye büyük fedakârlıklar yaptılar.
Maden işçisi John Siney aklıma geliyor. Maden işçisi Hollaran. Maden işçisi James. Bu ülkenin maden işçilerinin sahip olduğu ilk ve en yetenekli sendika sekreteri, Robert Watchorn. Bu adamlar hayatlarını başkaları yaşayabilsin diye feda ettiler. Yoksulluk içinde öldüler.
Dick Williams, McLaughlin, Trevellick, Roy, Stephens, Wright, Powderly, Martin Irons, Davis, Richard Griffith, Thomas ve Morgan anılmaya değer öncülerdir.
Powderly[2], Griffith’in cenaze masraflarını karşılayabilmek için bir bağış kampanyası düzenlemek zorunda kalmıştı. Bu adamların çoğu, hizmet ettikleri insanların minnettarlığından bile yoksun öldüler. Onların anıtları yaptıkları iyi işlerdir.
İşçi sınıfının modern liderlerinin çoğu, bu ilk savaşçıların dikenli patikasından çok uzaklarda gezindiler. İşçi hareketinin bu ilk yıllarında aristokrasiyle yiyip içen liderler asla bulamazsınız; onların ne horlamış, el pençe divan uşakları vardı hizmet eden ne de elmasla bezenmiş tavus kuşları gibi çalımla etrafta dolaşan karıları.
Bu ilk liderlerin karıları, geçinebilmek için başkalarının çamaşırlarını yıkadılar. Çocukları böğürtlen toplayıp sattı. Bu kadınlar kocalarının kahramanlığını ve yoksulluğunu paylaştılar.
O günlerin işçi temsilcileri, konferanslarda işçi sınıfını ezenlerle yan yana kadife koltuklarda oturmadılar; önde gelen kapitalistlerin temsilcileriyle (Yurttaş Federasyonu gibi) kibar otellerde yemek yemediler. Onlar ne lüks vagonlarda seyahat ettiler ne de Avrupa turu yaptılar.
İşçiler, hizmetçilerinin, kendi efendileri ve diktatörleri haline gelmesine izin verdiler. Şimdi işçiler, sadece sömürücülerine karşı değil, onlara sık sık ihanet eden, onları satan, kendi ilerlemesini işçi kitlelerinin ilerlemesinin önüne çıkaran, işçi kitlelerini politik piyon haline getiren kendi liderlerine karşı da aynı şekilde mücadele etmek zorundadırlar.
Tüm sendika tüzüklerine, liderlerin geri çağırılabilmesi kuralı konmalıdır. Onlara yüksek ücretler ödenmemelidir. İkbal avcıları, tıpkı işçileri politik amaçları için piyon olarak kullanan liderler gibi sendikalardan sürülüp atılmalıdır. Bu tipler, işçi sınıfının ilerlemesini tehdit ederler.
Bildiğim büyük grevlerde, işçiler hapiste yatarken liderler kefaletle serbest kaldılar ve her zaman yüksek ücretler aldılar. Liderler acı çekmediler. Asla öğün kaçırmadılar. Bazı adamlar, sendikacılığı bir meslek haline getirdiler ve bu yolla zenginleştiler. John Mitchell mirasçılarına bir servet bıraktı ve şimdi siyasal dostları, onun anısına, unutulması gereken bir ismin anısına, bir heykel dikmek amacıyla para toplamak için işçi sınıfını kullanıyorlar.
Zalimlere, sahte liderlere, işçi sınıfının, kendi ihtiyaçlarını kavramaktaki eksikliğine rağmen işçi davası ilerlemeye devam ediyor. İşçinin çalışma saatleri yavaş yavaş kısalıyor, böylece okuması ve düşünmesi için serbest zaman doğuyor. Yaşam standardı, bu dünyanın kimi iyi ve güzel şeylerini içerecek düzeye yavaş yavaş yükseliyor. Yavaş yavaş, çocuklarının davası herkesin davası haline geliyor. Küçük oğulları kırma/ayırma bandından, küçük kızları atölyeden çıkarılıyor. Yavaş yavaş, dünyanın zenginliğini üretenlerin, onu paylaşmasına izin veriliyor. Gelecek işçi sınıfının güçlü, kaba ellerindedir.
[1] Kadınlara oy hakkını savunan ve bu hakkın kazanılmasını her şeyin üstünde gören kadın hareketi –ç.
[2] Emek Şövalyeleri’nin ünlü liderlerinden biri –ç.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 27 - Liderlere Rağmen İlerleme, 1 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4775