Maden işletmecilerinin Başkan’ın barış için öne sürdüğü koşulları reddetmesinden sonra, grev tüm sertliği, çilesi ve sabrı ile devam etti. Grevciler öldürüldü. Gangsterler öldürüldü. İşçi taban için mücadele eden sendika görevlisi John R. Lawson tutuklandı ve cinayetle suçlandı. İşletmecilerin devletinde mahkûmiyet kararı çıkartmak basit bir işti. Bir trene bindim ve Iowa’ya, eyalet başkanı White’ı görmeye gittim.
“Başkan Wilson, bu grev nihayetinde kamuoyu tarafından halledilecektir demişti” dedim. “Nihayet biraz kamuoyu yaratabildik. Masum bir insanın cinayet gerekçesiyle mahkûm edilmesi suçunu da bir parça kamuoyuna duyurmamız gerekiyor.”
“Haklısın, Ana” dedi Başkan White, “Sence ne yapmalıyız?”
“Bütün ülkede bir dizi toplantı yapmak ve gerçekleri Amerikan halkının önüne koymak istiyorum.”
İlk toplantımızı Kansas City’de yaptık. Salonu tıklım tıklım doldurmuş olan büyük bir dinleyici kitlesine, ocaklarındaki kömür kızıllaştığında, bunun, işçilerin, kanı olduğunu söyledim. Kömürü kazıp çıkarmak için karanlık deliklere inen erkeklerin, acı çeken ve sabreden kadınların, çocuklukları kısa süren çocukların kanı. “İnsan kanıyla ısınıyor ve keyif sürüyorsunuz” dedim.
Chicago’daki toplantıda Endüstri Komisyonu başkanı Frank P. Walsh konuştu. Garrick Tiyatrosu kalabalıktı. Walsh dinleyicilere, maden işletmecilerinin işçilerin cesaretini kırmak için onların liderlerini hapsetmek suretiyle sergilediği gözü dönmüş çabaları anlattı.
Colombus ve Cleveland’da toplantılar yaptık ve sonunda Washington’da bir miting düzenledik. O günden sonra Başkan Wilson’ın sözünü ettiği kamuoyu, uzun kulaklı politikacıların duyacağı şekilde kendini öyle ifade etmeye başladı.
Chicago işçi lideri Ed Nockels’ın ve diğer insanların çabalarıyla, John Lawson kefaletle serbest bırakıldı. Ed Nockels, hayatını ve yeteneklerini işçi sınıfının davasına adamış büyük insanlardan biridir. İşçi sınıfının liderlerinin hepsi namuslu değildir. İşçi sınıfının saflarında, kapitalistler kadar duygusuz ve zalim insanlar da vardır. Kıskançlık vardır. Hırs vardır. Zayıflar güçlüleri çekemez.
Maden işçilerinin Trinidad’daki sekreteri Bolton da vicdansız, kıskanç, hırslı bir adamdı. Lawson tutuklandığında “Tam olmasını istediğim yerde!” demişti.
Trinidad’daki sendika merkezinde olduğum bir sabah, iki yoksul adam gelmiş ve biraz kömür rica etmişti. Çocuklarının donmakta olduğunu söylemişlerdi.
Bolton gücü seven bir adamdı. Bağışlama ya da reddetme gücünü severdi. O gün bu talebi reddetti. Ulick isimli bir örgütçü de oradaydı. Ona, “Bu adamlarla git ve durumları nedir bak. İhtiyaçları varsa onlara kömür ve yiyecek al” dedim ve para verdim.
Bu adamlardan biri, tepeleri, paramparça pabuçlarla aşıp gelmişti. Diğeri paltosuzdu ve hava sıfırın altındaydı. Ulick geri döndü ve bu adamların ve ailelerinin durumlarının korkunç olduğunu söyledi.
Kendi insanlarımızın kusurlarına karşı kör değilim. Liderlerin ihanet ettiğinden, işçileri sattığından ve ikiyüzlülük yaptığından habersiz değilim. Fakat bu bilgi, sınıfımın, işçi sınıfının, sömürüldüğü, güdüldüğü, çocukları için, çocuklarının çocukları için daha insanca, daha uygar koşullar sağlamak üzere ne zaman grev yapsa, ona açlık silahıyla, silahlarla, rüşvetçi mahkemelerle karşılık verildiği gerçeğine ağır basamaz.
Kamuoyunu harekete geçirme işi dolayısıyla Seattle’a kadar gittim. Seattle Sendikalar Merkezi benim için dev bir miting düzenlemişti. Batının bu güzel insanlarına, kardeş eyaletlerinde yaşanan mücadelenin öyküsünü anlattım. Epeyce çıngar çıkardım, çok para topladım, ve Rocky Dağları’nın diğer tarafına kadar ulaşan bir kamuoyu haykırışı oluşturdum.
British Columbia şirketinin maden işçileri grevdeydi. Gelip konuşma yapmamı istediler. J.G. Brown’la birlikte gittim. Gemiye binmek üzereyken, Kanada Göçmen Bürosu memurları nereye gittiğimi sordular.
“Victoria’ya” dedim.
“Hayır” dedi bir memur, “grev bölgesine gidiyorsun.”
“Biraz gezebilirim” dedim.
“Gidemezsin” dedi, Cornwallis[i] pozlarında.
“Niçin?”
“Sana gerekçe göstermek zorunda değilim” dedi, sanki Amerikan Devrimi hiç yapılmamışcasına, mağrur bir tavırla.
“Gerekçelerini amcama açıklamak zorundasın” dedim, “sabah olmadan sınırı geçmiş olacağım.”
“Amcan kim senin?”
“Sam Amca” dedim. “Sizi bir kez cehenneme yolladı ve bunu yine yapacak. İndir şu bariyerleri. Kanada’ya gidiyorum.”
“Kanada’ya adım bile atmayacaksın” dedi.
“Akşam olmadan, suyun bu yakasında patronun kim olduğunu öğreneceksin” dedim.
Brown ile birlikte sendika merkezine döndüm ve Washington’a, Göçmen Bürosu’na, Çalışma Bürosu’na ve Dışişleri Bakanlığı’na telgraf çektik. Onlar Ottowa’daki Kanada hükümeti ile ilişkiye geçtiler. O öğleden sonra, Göçmen Bürosu’ndan bir telgraf aldım, Kanada’da istediğim her yere gidebilirdim.
Ertesi sabah gemiye bindiğimde, önceki gün konuştuğum memur kaçıp saklanmıştı. Amcamın kim olduğunu anlamıştı!
Victoria’daki toplantılarda konuştum. Ardından grev bölgesine geçtim. Treni, gaydalar çalan bir grup Kanadalı İskoç karşıladı. Cadde boyunca maden işçilerinin temsilcileri geliyordu, fakat onlar ekose etek giymemişlerdi. Onlar işçi sınıfının sembolü olan işçi tulumlarını kuşanmışlardı. O gece devasa bir toplantı düzenledim ve yeraltındaki deliklerden birkaç saatlik günışığı uğruna savaşmak için çıkmış olan bu yoksul adamlar yüreklendiler. Onlara, sınır tanımayan bir dayanışma ve birlik duygusu olan Colorado grevcilerinin dayanışmasını ilettim.
İnsanların yürekleri soğuktur. Kayıtsızdırlar. Yerin altından çıkarılan onca kömüre rağmen dünya ısınmaz. Dünya, sağlıklarını ve hayatlarını dünyanın karanlıklarında tehlikeye atan; ıssız yollarını aydınlatan başlıklarındaki bir parça ışıkla, karanlık ve boğucu çatlaklarda sürünen; çalışmaktan kamburlaşmış, kemikleri sızlayan, mutlulukları uyku, huzurları ölüm olan insanların yaşamları karşısında da kayıtsızdır.
Maden işçisinin yaşamını bilirim. Kirli elleriyle, sefertasından öğle yemeğini yerken, kömür tozu yığınları üzerinde onlarla birlikte oturdum. Çamaşır leğeninin başında eşleriyle dertleştim. Bir gün, bir maden işçisinin karısıyla konuşurken uzaktan bir gümbürtü duyduk. Barakanın kapısına koştu. Erkekler koşuyor ve bağırıyordu. Diğer kapılar hızla açıldı. Kadınlar ellerini önlüklerine kurulayarak dışarı fırladılar.
Bir patlama!
Kimlerin kocası ölmüştü? Kimlerin çocukları babasız kalmıştı?
İşletme müdürünün ilk haykırışı ise, “Tanrım, ne kadar çok katır ölmüş!” idi.
Ölenler toprağın altından çıkarılıp yere yatırıldı. Ölenlerden daha fazla adam, onların yerine geçmek için geldi. Fakat yeni katırlar satın alınmalıydı. Onların şirkete bir maliyeti vardı. Oysa insan yaşamı ucuzdu, katırlarınkinden çok daha ucuz.
119 adam çıkarılıp yere yatırıldı. Lambalarındaki ışık sönmüştü. Gözlerindeki ışık kaybolmuştu. Fakat onların ölümü, beraberinde, bir gaz kaçağı ya da yangın anında insana kaçma imkânı sağlayan çift-baca sistemini getirdi.
Maden işçilerine hayat, ölümlerinden gelir; ve ölüm de yaşamlarından.
Ocak 1915’te, bir dizi başka sendikacıyla birlikte, John D. Rockefeller Jr.’ın ofisine davet edildim. Ona Colorado’daki uşaklarının yaptıklarını anlatmak istediğimden, memnuniyetle gittim. Zenginliğinin ardında korkunç koşulların yattığının açığa çıkması, onu bazı tedbirler almaya mecbur bırakmıştı. Sendikayı asla kabul etmeyecekti. Bu onun diniydi. Buna karşılık, işçilerin, her bir madenden, Denver’daki yöneticilerle görüşecek ve ortaya çıkabilecek herhangi bir şikâyeti iletecek birer temsilci seçebilmelerini sağlayan bir teklifte bulundu.
Bu nedenle, Birleşik Maden İşçileri Sendikası başkan yardımcısı Frank J. Hayes, James Lord, Edward Doyle ve ben, Rockefeller’ın ofisine gittik. Colorado’daki koşullar hakkındaki resitalimizi dinledi ve hiçbir şey demedi.
Ona, endüstriyel anlaşmazlıkları çözmek için öne sürdüğü planın işlemeyeceğini, bunun hile ve sahtekârlık olduğunu söyledim. Maden işçisinin temsilcisinin ardında hiçbir örgütlenme olmadığından, işçilerin herhangi bir haklı istemi dayatmakta güçsüz olduklarından; talepleri kabul edildiğinde ya da şikâyetleri giderildiğinde bile bunun hâlâ şirketin keyfine bağlı olduğundan söz ettim. Rockefeller’ın planının maden işçilerine bir dayanışma sandığı kurma hakkı vermediğini, bu yüzden işçilerin hakları uğruna grev yaptıklarında bir hafta içinde tamamen aç kalabileceklerini dile getirdim. Planın işçilere, tüm yaşamlarını verdikleri işin yönetiminde hiçbir söz hakkı tanımadığını söyledim.
John Rockefeller kibar bir gençti, ama binlerce insana hükmeden sessiz hükümetin bulunduğu ofisten çıktığımızda, onun işçi sınıfının özlemlerini anlamasının imkânsızlığını hissediyorduk. İşçi sınıfına, bir canlı türünün diğerine, bir taşın buğdaya olduğu denli yabancıydı.
New York’a madenci aileleri için para toplamak üzere gelmiştim. İşbaşı yapmış olsalar da durumları perişandı. Kadınların ve çocukların elbiseleri perişandı, karınları açtı. Cooper Vakfı’ndaki toplantıda büyük bir kitleye hitâp ettim. Beni on dakika boyunca alkışlamalarından sonra, dinleyicilere alkışlamanın kolay olduğunu söyledim. Güvenli kenar bölgedekilerin her zaman alkışladıklarını…
“Maden işçileri kaybetti” dedim, “çünkü ellerinde sadece anayasa vardı. Diğer tarafınsa süngüleri vardı. Sonunda daima süngüler kazanır.”
Onlara Walsenberg’li teğmen Howert’ın, beni hapishaneye götürürken koluna girmemi teklif edişini anlattım. “Hanımefendi” demişti, “koluma girmek ister misiniz?”
“Ben hanımefendi değilim” demiştim. “Jones Ana’yım. Hükümet canımı alamaz, sen de kolumu alamazsın, fakat bavulumu alabilirsin.”
Dinleyicilere, Küçük John Rockefeller’a bir mektup yolladığımı ve madenlerdeki koşulları anlatığımı söyledim. İyi bir genç olduğunu ve İncil’i okuduğunu duymuş, şansımı denemeyi düşünmüştüm. Mektup, zarfın ortasındaki “Geri Çevrildi” damgasıyla geri gelmişti.
“Hoş” dedim, “Birleşik Devletler Başkanı’nı dinlemek istemediğinde temsilcisi senatör Foster aracılığıyla yalan söyleyen birinin yaşlı bir kadını dinleyeceğini nasıl umabilirdim ki?”
500 kadın, bir akşam yemeği düzenledi ve konuşma yapmamı rica etti. Bu kadınların çoğu, kadınlara oy hakkı için deli divane oluyorlardı. Tanrı’nın krallığının, kadınlara oy hakkı verilmesiyle geleceğini sanıyorlardı.
“İfade özgürlüğünü sokaklarda savunmanız gerekiyor” dedim.
“Nasıl yapabiliriz ki” dedi tiz sesli bir kadın, “bir oyumuz bile yokken?”
“Hiçbir zaman bir oyum olmadı” dedim, “ama tüm ülkede kıyameti kopardım. Kıyameti koparmak için oya ihtiyacınız yok. Size gereken şey, sağlam ve samimi inanç, bir de ses!”
Kadınlardan biri miyavladı, “Siz bir müzmin muhalifsiniz!”
“Sınıfıma özgürlük getirecek hiçbir şeye muhalif değilim” dedim. “Fakat kadınlara oy hakkı için samimiyetle çalışan siz kadınlara karşı açık sözlü olacağım. Colorado’lu kadınlar iki kuşaktır oy hakkına sahip, fakat Colorado’da emekçi kadın ve erkekler kölelik altında yaşamaktadır. Devlet [Eyalet], Colorado Iron and Fuel Company’nin [Colorado Demir ve Yakıt Şirketi] ve onun yan iştiraklerinin kölesidir. Maden sahiplerinin bir toplantısında bulunmuş bir adam anlatmıştı, madenlerde sorun çıktığında, bir işletmeci, bazı kadınlar sağda solda madencilerin lehine seslerini yükselttikleri için, kadınların oy hakkını ellerinden almak gerektiğini savunmuş. Bir diğer işletmeci, ‘Allah aşkına!’ diye haykırarak ayağa fırlamış, ‘Ne diyorsunuz siz! Kadınların oy hakkı olmasaydı işçiler bizi çoktan dize getirmiş olurdu.’”
Kadınların bazılarının dehşetten soluğu kesilmişti. Birkaçı salonu terk etti. Kadınlara, kadın ya da erkek haklarına değil insan haklarına inandığımı söyledim. “Ne için savaşırsanız savaşın” dedim, “ama bunu hanımefendice yapmayın. Tanrı kadını yarattı. Rockefeller hırsızlar çetesi ise hanımı yarattı. Colorado’daki şiddetli savaşta, 16 ay boyunca tam anlamıyla savaştım. Paralı askerlerin karşısına çıktım, ama, bir oy hakkı olmayan ve bir yaka iğnesinden başka bir şeyi de olmayan bu yaşlı bir kadın onlara korku verdi.
“Örgütlü işçi sınıfı, kendi kadınlarını, işkolları temelinde örgütlemelidir. Politika sanayinin uşağıdır sadece. Plütokratlar kendi kadınlarını örgütlemişlerdir. Onları, oy hakkı, içki yasağı ve hayır işleriyle oyalarlar.”
[i] Bir İngiliz aristokratı olan Charles Cornwallis (1738-1805), Amerikan Bağımsızlık Savaşının ünlü sömürgeci komutanı ve yöneticisidir. –ç.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 22 - “Kıyameti Koparmak İçin Oya İhtiyacınız Yok”, 16 Ağustos 2013, https://marksist.net/node/3304