Bir gece, Scott isimli bir sendika örgütçüsüyle Fairmont bölgesindeki bir madenci kasabasına gittim, oradaki işçiler bir toplantı yapmamı istemişlerdi. Arabadan inince, Scott’a nerede konuşacağımı sordum ve bana ahşap çerçeveli bir bina gösterdi. İçeri girdik. Bir mihrabın üzerinde yakılmış mumlar vardı. O loş ışıkta etrafıma bakındım. Bir kilisedeydik ve sıralar madencilerle doluydu.
Mihrabın parmaklığının dışında bir masa vardı. Bir uçta, ellerinde sendikanın paralarıyla bir rahip oturmuştu. Yerel sendika başkanı, masanın diğer ucuna oturmuştu. Koridor boyunca yürüdüm.
“Neler oluyor?” diye sordum.
“Bir toplantı yapıyoruz” dedi başkan.
“Niçin?”
“Sendika için, Ana. Kiliseyi toplantımız için kiraladık.”
Uzandım ve paraları rahibin elinden aldım. Sonra madencilere döndüm.
“Çocuklar” dedim, “burası bir ibadet yeri. Onu ticarileştirmemelisiniz. Hepiniz kalkın ve dışarıya açık havaya çıkın.”
Kalkıp dışarı çıktılar ve ben onlara hitap ederken arazide oturdular. Şerif oradaydı ve ben konuşurken yolu geçişe kapadı. Önümüzde bir okul binası vardı. Onu gösterdim ve dedim ki, “Atalarınız şu kurumda bir payınız olsun diye savaştı. O sizin. Okul yönetimiyle görüşün ve toplantılarınızı her Cuma gecesi orada yapın. Karılarınız okulu Pazartesi gelecek çocuklar için Cumartesi sabahı temizler. Sizin örgütünüz bir ibadet kurumu değildir. Bir mücadele kurumudur. Endüstriyel anlamda bir eğitim kurumu. Ölüler için dua edin, yaşayanlar içinse ölümüne mücadele edin!”
Fairmont bölgesinin sendika sorumlusu, Tom Haggerty idi. Bir Pazar sabahı, Clarksburg’un grevci maden işçileri, yol boyunca maden işçilerini kamplarından ala ala Mononglia’ya doğru yürümeye başladılar. Açıklık bir yerde konakladık ve yol kenarlarında, ambarlarda toplantılar yaptık, sendikacılığın ilkelerini anlattık.
New England’ın bu küçük kasabasının sahibi olan Birleşik Kömür Şirketi, toplantı bildirilerimizin dağıtılmasını yasakladı ve üzerinde bildiri bulunan herkesi tutukladı. Fakat çevreden haberleri aldık. Bizimkilerden birkaçı kampa gitti. İkişer ikişer ayrıldılar. Biri sağırmış gibi yaptı ve diğeri yürürken sürekli onun kulağına bağırdı, “Jones Ana, Pazar öğleden sonra, kasabanın dışındaki talaş yığınında bir toplantı yapacakmış.” Sonra sağır arkadaş, ona ne dediğini soruyor ve o da tekrar bağırıyordu. Böylece haber bütün kampa yayıldı ve büyük bir kalabalık topladık.
Toplantı sona erdiğinde, üç maden işçisi ve ben, Fairmont City’ye doğru yola çıktık. Maden işçileri, Jo Battley, Charlie Blakelet ve Barney Rice yürüyerek giderken, beni götürecek bir atlı araba ile küçük bir oğlan çocuğu ayarladılar. Onları kasabanın hemen dışında, köprünün karşısında, şehirlerarası arabanın geldiği yerde bekleyecektim. Küçük oğlan ve ben yola çıktık. Geçmek zorunda olduğumuz köprüye, onu görecek kadar yaklaştığımızda hava kararmıştı. Köprünün ardında kara bir bina yükseliyordu. Kömür Şirketinin deposuydu bu. Silahlı adamlar tarafından korunuyordu. Köprü tamamen karanlıktı ve depoda hiç kimse yoktu. Silahlı bir adam bizi durdurdu. Yüzünü göremedim.
“Kimsiniz?” dedi adam.
“Jones Ana ve bir madenci çocuğu” dedim.
“Demek, Jones Ana sensin” dedi silahını tıkırdatarak.
“Evet benim” dedim, “ve eminim, bu akşam depoyu sen koruyorsun. Yarın, sana yeni bir iş bakıyor olacağım.”
Arabadan, yolun şehirlerarası yollarla birleştiği yerde, köprünün tam karşısında indim. Çocuğu evine yolladım:
“Yolda bizim arkadaşları gördüğünde, acele etmelerini söyle. Onlara kendilerini köprünün tam karşısında beklediğimi söyle.”
Görünürde tek bir ev yoktu. Yakınlarda sadece, köprüde ilerleyen karanlık şekillerini ara sıra görebildiğim silahlı adamlar vardı. Hava çok kararmıştı. Yere oturdum ve bekledim. Saatimi çıkardım, bir kibrit yaktım ve şehirlerarası arabanın zamanının neredeyse geldiğini gördüm.
Aniden, karanlığı içinden, “Cinayet! Cinayet! Polis! İmdat!” haykırışları çınladı. Sonra koşuşturma sesleri duyuldu ve Barney Rice, haykırarak köprünün karşısına, bana doğru geldi. Onu Blakley izledi, topukları ensesine değecek kadar hızlı koşuyordu. “Cinayet! Cinayet!” diye haykırıyordu. Onlara doğru koştum. “Jo nerede?” dedim.
“Jo’yu öldürüyorlar, köprüde, gangsterler.”
O anda şehirlerarası araba göründü. Köprüde duracaktı. Bir plan yaptım. Bağırarak köprüye koştum, “Jo! Jo! Bizimkiler geliyor. Geliyorlar. Bütün ekip geliyor. Araba neredeyse geldi!”
Kömür şirketinin bekçi köpekleri, arabanın içinde bir maden işçisi ordusu olduğunu sandılar. Saklanmak için kaçtılar, şirketin deposunda barikat kurdular. Jo’yu köprüde bırakmışlardı, kafası yarılmıştı ve kanıyordu. İç eteğimi şerit şerit yırttım, kafasını sardım, çocukların onu arabaya bindirmelerine yardım ettim ve arabayı hızla Fairmont City’ye sürdürdüm. Onu otele götürdük, bir doktor çağırdık. Doktor Jo’nun kafasındaki büyük ve açık yarıkları dikti. Bütün gece oturdum ve zavallı yoldaşıma hemşirelik ettim. Aklını yitirmişti ve beni annesi sanıyordu. Ertesi gece Tom Haggerty ve ben, sendika toplantısında konuştuk, olanları olduğu gibi anlattık. Arkadaşlar gidip gangsterleri temizlemek istediler, fakat ben bunun işleri sadece daha da kötüleştireceğini söyledim. Jo’yu ziyaret etmek için toplantı oybirliğiyle ertelendi. Jo’yu herkes görünceye kadar, her defasında altı ya da sekiz kişi odaya girdi.
Gangsterler için bir tutuklama kararı çıkartmaya uğraştık fakat başaramadık, çünkü yargıçlar ve mahkemeler, kömür şirketinin güdümündeydi. Jo gangsterler tarafından dövülen ilk kişi değildi. Böyle çok kişi vardı ve bu köpeklerin gaddarlıkları ciltler doldururdu.
Clarksburg’de, insanlar, benim için toplantı ayarlayacak olurlarsa öldürülmekle tehdit edildiler. Ama demiryolunun adamları gecenin köründe toplantı düzenlediler ve ben de kalkıp tek başıma oraya gittim. Toplantı adliye binasındaydı. Salon doluydu. Belediye başkanı ve tüm belediye görevlileri oradaydı. “Başkan bey” dedim, “nezaket gösterip bir Amerikan vatandaşının konuşması için toplantıya başkanlık eder misiniz acaba?” Kafasını “hayır” anlamında salladı. Teklifimi kimse kabul etmeyecekti. “Öyleyse” dedim, “bu akşamın başkanı olarak kendimi takdim ediyorum: gecenin konuşmacısı, Jones Ana.”
Sonunda, Fairmont bölgesindeki tüm işçileri örgütledik. Grev kırıcılar ve gangsterler kovuldu. Fakat daha sonra, yetersiz örgütçüler ve kendi yöneticilerinin ihaneti yüzünden sendikalar güç kaybettiler. Fairmont bölgesi maden işçileri, en sonunda, tam da çıkarlarını korumakla görevlendirdikleri insanlar tarafından ihanete uğradılar. Charlie Battley, kayıpları telâfi etmek için uğraştı, fakat yöneticiler yozlaştığı ve işçiler de aşırı yılgınlaştığı için hiçbir şey başaramadı.
Erkeklerin ve kadınların gangsterlerin demir ökçesinden kurtulmak için yaptıkları fedakârlıkların sık sık boşa gittiğini düşünmek beni gerçekten üzüyor. Kazanılan zaferler, işçilerin kendi yöneticilerinin, mücadelenin bedellerini ve acılarını bilen bu adamların ihaneti tarafından o kadar sık yerle bir ediliyor ki.
Şimdi yaşlıyım ve Fairmont bölgesindeki arkadaşları bir daha göreceğimi hiç ummuyorum, fakat onların ve çocuklarının yaşam koşullarının değişmesinde bir payım olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor.
Birleşik Maden İşçileri sendikası, Kanawah Nehri üzerindeki Kelly Creek’i örgütlemek için çalışmış, fakat başarılı olamamıştı. Sendikanın yönetim kurulu üyeleri, Burke ve Tom Lewis, bölgeyi kendileri görmeye karar verdiler. Bir gece, Kelly Creek’e gitmek için trene bindiler. Tren, sarp bir kanyonun üzerine kurulmuş, yüksek, tahta bir demiryolu köprüsüne geldi. İki sendika yöneticisi hariç, tüm yolcular çeşitli bahanelerle başka bir yolcu vagonuna alındı ve bu vagon trenden ayırılıp köprüden karşıya çekildi. Sendikacılar, hareketsiz bir vagonda, köprünün üstündeydiler. Raylar boyunca, elleri ve dizleri üzerinde yavaş yavaş ilerlemek zorunda kaldılar. Altları zifiri karanlıktı. Köprü tek şeritliydi. Tam köprünün sonuna varmışlardı ki, bir tren, ateş püskürerek yanlarından geçti.
Kömür şirketinin sendika yöneticilerini öldürmeye çalıştığını duyunca, Kelly Creek’e gitmeye ve bu köleleri canlandırmaya karar verdim. On dokuz yaşında bir genç olan Ben Davis’i yanımda götürdüm. Kanawah Nehrinin Kelly Creek’in kurulu olduğu doğu kıyısı boyunca yürüdük. Bir sabah gün doğmadan, Kelly Creek’in karşısına düşen bir noktada, nehri sığ bir yerinden yürüyerek geçtik. Marshall adında bir adamın işlettiği dükkânın kapısını çaldığımda gün yeni doğmuştu. Ona niçin geldiğimi anlattım. Dostça davrandı. Beni, kahvaltı vereceği küçük bir arka odaya aldı. Herhangi biri onu Jones Ana’ya yemek verirken görürse dükkânının ruhsatını yitireceğini söyledi. Öğle vakti madenlerde yapacağım toplantıyı duyuran bildirilerimin eline nasıl geçtiğini anlattı. Fakat sürekli tedirgindi ve küçük pencereden dışarıya bakıyordu.
O gece geç vakit, bir grup maden işçisi, kasabanın bir mil kadar uzağında, kayaların arasında buluştu. Karanlıkta birbirimizin yüzünü göremiyorduk. Eski bir fenerin ışığında, onlara yemin ettirdim.
Ertesi gün, kırk işçi işten atıldı ve kara listeye alındı. Akşamki işçiler arasında ispiyoncular varmış. Bir sonraki akşam başka bir grup kurduk ve gruptakilerin tümü işten atıldı. Bu, savaşı başlattı. Bakkal Marshall cesur biriydi. Dükkânını bana kiraladı ve toplantıları orada yapmaya başladım. Madenlerin genel müdürü Columbus’tan geldi ve o da bir toplantı yaptı.
“Utanın” dedi, “yaşlı bir kadın tarafından kandırılıyorsunuz!”
“Yaşasın Jones Ana!” diye bağırdı maden işçileri.
Ertesi Pazar günü, ormanda bir toplantı düzenledim. Genel müdür Jack Rowen, özel arabasıyla Columbus’tan geldi. Bir sonraki Pazar, bir işçi mitingi örgütledim. Tüm maden işçileri bizim yanımızdaydı. Şirketin otelinin önünde toplandık ve genel müdürün dışarı çıkması için bağırdık. Ortaya çıkmadı. Balkonda şirketin iki fino köpeği vardı. Onlardan biri, “Bu ihtiyar karıyı bir ağaca asmak istiyorum” dedi.
“Evet” dedi diğer fino köpeği, “ipini ben çekmek isterim.”
Ağaçlar altındaki toplantı yerimize yürüyorduk. Binden fazla insan geldi ve o iki fino köpeği de söylene söylene geldiler. Konuşmak için ayağa kalktım, sırtımı büyük bir ağaca dayadım ve o köpekleri göstererek, “Bu ihtiyar kadını bir ağaca asmak istediğinizi söylemiştiniz. Buyurun, işte ihtiyar kadın, işte ağaç. Getirin ipinizi ve onu asın!” dedim.
Ve böylece, sendika Kelly Creek’te örgütlenmiş oldu. İşçilerin, şirketten zorla koparıp aldıkları kazanımları koruyup koruyamadıklarını bilmiyorum. İşçilerin sendikaya girmesi, onların eğitiminin anaokuluydu sadece ve tüm güçler onların daha fazla eğitilmesine karşıydı. Bu ıssız yerlerde yaşayan işçilerin sahip olduğu tek şey, maden sahiplerinin YMCA’ları (Genç Hıristiyanlar Derneği), maden sahiplerinin papazları, öğretmenleri, doktorları ve yine maden sahiplerinin, onların görüşlerini yayan gazeteleriydi. Dolayısıyla pek eğitim almıyorlardı.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 6 - Batı Virginia’da Savaş, 25 Eylül 2011, https://marksist.net/node/2742