Yokluğun ne olduğunu bilmeyen bir çocuktum. Ta ki babam iflas edip her şeyini kaybedene kadar. Babam bunun üzüntüsüyle kendisini yıllarca yatıracak bir hastalığa yakalandı. Benim de yaşam ve ekmek kavgam böylece başlamış oldu. Annem ikimize de iş bulmuş, çalışacaktık. Sabah işe gitmek için kalktığımızda daha güneş doğmamıştı bile, şaşkınlığım bu ilk dakikalarda başlamıştı. İşyerinin servisine bindiğimizde işçilerin kimi uyuyor, kimisi cam şişelere doldurdukları çaylarını yudumlayarak kahvaltılarını yapıyorlardı. Nasıl bir yere gittiğime dair hiçbir fikrim yoktu. Öyle heyecanlıydım ki. Servis büyük bir binanın önünde durdu, indik. Bir süre sonra bir düdük çaldı. Bu işbaşı ziliydi. İçeri girdik.
İlk girdiğimde o dev makinelerin karşısında nasıl korktuğumu sizlere anlatamam. Ama Elif Çağlı’nın şu dizeleri duygularıma tercüman olur sanırım: “Bir masal ejderi, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap devi kükrüyor sandım.” Öylesine korkmuştum ki yüreğim içimde çırpınıyordu. Ustabaşı elime bir süpürge verdi. O dev makinelerden dökülen üzümleri süpürmemi söyleyip gitti. Dakikalar saatler geçiyor ama ben hâlâ dökülen üzümleri süpürmek için çabalıyordum. Hiç bitmeyecek gibi geliyordu. Bir yandan da korkan gözlerle etrafa bakıyordum. 11 yaşında çocuk gözleriydi bu korkuyla bakan gözler. Bu gözlerden çok görmüşüzdür eminim. İşte dostlar benim işçilik hayatımda böyle başladı. Daha sonra da hayatım hep böyle fabrikalarda geçti.
Aradan yıllar geçiyordu ama hayata dair hiçbir şey değişmiyordu. Her gün birbirinin aynıydı. Hayatımın hep böyle geçeceğini, bunun kader ve zorunluluk olduğunu düşünüyordum. Ta ki birileri işçi olduğumu, sömürüldüğümü ve bunun nedenlerini bana anlatıp, anlattıklarını da Marksist Tutum’un fikirleriyle pekiştirip, yaşadığımız dünyanın değişebileceğini ve bu yaşadıklarımızın kader olmadığını anlatana kadar. İlk zamanlar anlatılanlar bana imkânsız gibi geliyordu ama sabırla anlattılar, öğrettiler, gerçekleri gösterdiler. Evet, gerçekleri görmüştüm artık, değişebilirdi bu dünya, bunun olması için sınıf mücadelesini iyi kavrayıp, dostlarıma sıkıca tutunup mücadele etmek gerekti. O zamandan beri artılarımla eksilerimle mücadeleye ve dostlarıma sıkı tutunmaya çalışıyorum.
Fakat bu mücadele yolunda yürümek o kadar zor ki! Taşlı, çamurlu, engebeli, yokuşlu bu yolda yürümek nehirde akıntıya karşı yüzmek gibi. Zaman zaman ayağın burkuluyor, bazen taşlara takılıp düşüyorsun, sonra yeniden kalkıp yola devam ediyorsun, bazen de çamura saplanıp kalıyorsun, tek başına çıkamıyorsun, işte o zaman dostlarını yanında görmek, ellerini tutup kurtulmak yeniden doğmaya benziyor. Bazen yokuşta yoruluyorsun, durup düşünmeye başlıyorsun işte o zaman sana uzanan elleri düşünüyorsun geçmişi geleceği düşünüyor bu mücadelenin haklılığını ve meşruluğunu düşünüyorsun kısacası tüm hayatın gözünün önünden geçiyor.
Ben de böyle zamanlarda geçmişi düşünüyorum. Annemin yaptığı kuru makarnayla karnımı doyurmak için ekmek yediğimi düşünüyorum. O dev canavarların karşısında korkan bakışlarımı. Bunları hiç unutmadım. Makarnayla ekmek yenir mi? Biz yiyoruz işte. Tam bu sırada Nazım ustanın dizeleri geliyor aklıma: “İnsanlarım, ah benim insanlarım, hâlbuki açsınız, etle ekmekle beslenmeye muhtaçsınız, insanlarım, ah benim insanlarım ,ve beyaz bir sofrada bir kere bile doyasıya yemek yemeden göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.” Nazım ustanın da dediği gibi bu her dalı yemiş dolu dünyanın nimetlerinden tüm insanlık faydalanmalı. O yemişleri biz işçiler de yemeliyiz diye düşünüyorum. Fabrikaları, o bir dudağı yerde bir dudağı gökte canavarları ve o canavarların yediği binlerce sınıf kardeşlerimi düşünüyorum. O dev canavarların karşısında nasıl da mücadele ettiğimi, ter döktüğümü düşünüyorum. Tam da bu sırada bir ses kalk diyor sana ve kalkıp yola devam etmek için çabalıyorum. Kendime şöyle diyorum: Bu yolda karşıma ne çıkarsa çıksın yürümeliyim! Kendim için, yaşamak için, yeni bir dünya için yürümeliyim!
Eğer kapitalizmin bataklığına düşmüşsen bu bataklıktan çıkmak için sana uzanan elleri sıkıca tutamamışsan, bataklıkta batıp yok olup gidersin. yokuşta tek kalmışsan kalkıp yürümek oldukça zor, bunun ne demek olduğunu yaşamadan hiç kimse bilemez. Bunu yaşamak için de dostlarına sıkıca tutunmalı. Bir dost sözüdür: “Tek bir tuğladan duvar olmaz, birçok tuğladan olur, tek başına hiçbir işe yaramazsın.” Yani biz işçiler ya örgütlüyüzdür her şeyizdir ya da örgütsüzdür hiçbir şeyizdir.
Ben yaşadığım sürece bunun olmaması için, o bataklığa düşmemek için, bunun uğruna her şeyi yapmak için çaba sarf edeceğim. Bu yolda önüme ne çıkarsa çıksın onu yolumdan kaldırıp atıp yoluma devam edeceğim. Bunu söyleme gücünü ve cesaretini bu mücadeleye olan inancımdan ve dostlarıma olan güvenimden alıyorum. Yürümeliyim ekmekle makarna yediğim günlerin, güneşi görmediğim günlerin, korkan gözlerimin hesabını sormak için, güzel günler için yürümeliyim, yürümeliyiz!
Yürümek
Yürümeyenleri arkanda
Boş sokaklar gibi bırakarak yürümek
Kelleni orta yere
Yüreğini avucunun ortasına koyarak
Yürümek
Dost omuz başlarını
Yanı başında bilerek yürümek
Bilerekten gülerekten yürümek
link: MT okuru bir kadın tekstil işçisi, Yürümek, 4 Mart 2010, https://marksist.net/node/2375
Tekel İşçileri İnisiyatifi Ele Almalı