Kapitalizmin temel taşları olan aşırı üretim, daha fazla kâr, daha fazla sömürü, daha fazla rekabet, ona her yükselişin sonunda derin krizler yaşatır. Krizlerin faturası da, zaten bu sistemde sömürü kırbacına fazlasıyla maruz kalan işçi ve emekçi kitlelere, emperyalist savaşlar, kitlesel işten çıkarılma, yaşam standartlarının düşmesi, enflasyonun artması, her türlü haklarının gasp edilmesi, esnek çalıştırma, ücretsiz izin gibi yakıcı sonuçlarla ödettirilir.
Reel üretimde kârlılığın azalması sermayedarları “paradan para kazanmaya” yöneltti ve finansal sektör hızlı bir çıkış yaşadı. Aynı zamanda aşırı üretim sonucu stoklar birikti ve biriken stokları eritmekte talebin yetersiz kalışı bankaların bol miktarda tüketici kredisi dağıtmalarına neden oldu. Kredilerin geri ödenmemesiyse finansal bir krize neden oldu. İşin görünen kısmı böyle. Her seferinde devlet müdahaleleriyle atlatılan krizler, birkaç yıl sonra daha derinlerini doğurdu. Krizlerin boyutundaki farklılaşmaya karşı, başvurulan çözüm yolları: Devlet müdahalesi ve pazarı genişletmek için yapılan emperyalist savaşlar. Piyasanın kendi içinde dengeye varacağını savunanlar bir araya gelerek bir bir satın aldılar dev tekelleri. Kriz anında daha da kızışan rekabet küçük şirketleri dev tekellerin kucağına attı. Büyük balık küçük balığı, devlet de zor durumdaki bazı büyük balıkları yuttu. Devlet müdahalesinin yükselişe geçtiği bu dönemde “kapitalizm çöküyor” söylemi yaygınlaştı. Burjuva devletler tekelleri ve finans kuruluşlarını bizim hayrımıza kurtarmıyor elbette. Bunların borçlarının vergilerle bize ödetileceği ve durgunluk seyrinden çıkışında yine esas sahiplerine devredileceği çok açık. Bu öyle bir sistem ki yükselişinde de inişinde de fatura hep bize çıkarılıyor! Bu sistem, her derdini bizim çektiğimiz, kaymağını ise bir avuç asalağın yediği bir sistem. Çocuklar okulları bırakıp tarlalarda çalışırken, insanlar pestili çıkasıya emeğini satarken, eğitim, sağlık, yaşama haklarımız tam gaz gasp edilirken “harcama çok kısmak lazım” diyen devlet, biricik sınıfdaşları boğulurken bunlara milyarlar, trilyonlar dağıtmakta hiçbir şekilde tereddüt etmiyor.
Krizler türlü yanlış politikalara, kişilere, sektörlere mal ediliyor. Elbette kapitalizmin kendisini suçlamak işlerine gelmiyor. Ücretler düşüyor, insanlar işsiz kalıyor; aşırı üretime çare kredi dağıtmakta bulunuyor. İnsanların kazandıkları ve harcadıkları paralar arasındaki fark artıyor da artıyor. Borç batağına sürüklenenler kredilerden medet umuyor, geri ödenemeyince de adı finansal kriz oluyor. İç çelişkisini yaşatan kapitalizm yine suçu bize atıyor.
İşsizlik oranı tempolu koşadursun, insanların sofralarından her gün bir şeyler eksilsin, ama evvel Allah bize bir şey olmaz! Başbakan böyle diyor. Sonra da “devlet büyükleri” kriz için bir araya gelip, ulusal sermaye, milli ekonomi, iç piyasayı canlı tutmak söylemlerini ağızlarından düşürmüyorlar. Milliyetçilik zehrini körükleyerek işçi sınıfını cephelere psikolojik olarak hazırlıyorlar. Dilleri, dinleri, etnik kökenleri farklı ama hayatları, sorunları aynı olan işçileri birbirine boğazlatmak istiyorlar. Kapitalizm içinde büyüttüğü krizlerle kendini yok edecek bir sistem değil. Onu yok edecek tek güç işçi sınıfının örgütlü mücadelesi, devrimci tutumu! Savaş, işsizlik, açlık, yıkım kapımızda bizleri ölüme mahkûm etmeyi bekliyor. O yüzden “YA SOSYALİZM YA YOKOLUŞ!”
link: Mersin Üniversitesi’nden bir öğrenci, Krizlerden Kurtuluşun Yolu Sosyalizmdedir!, 27 Kasım 2008, https://marksist.net/node/1935
Düzen Güçleri Kürtlere Saldırmaya Devam Ediyor!