Bilindiği gibi ABD’de yaklaşık bir yıldır süren seçim süreci sona erdi ve Barack Obama Beyaz Saray’ın yeni başkanı oldu. Burjuva medyada bu olay “devrim” olarak yankı buldu. Obama’nın siyahî oluşu, baba tarafının Müslüman oluşu değişimin göstergesi olarak algılanıyor. Dünyada ezilen, hor görülen siyah ırkın temsilcisi olacağı umutları ile başkanlık koltuğuna oturacak olan Obama’nın Müslüman halklara yapılan baskı ve zulme de son vereceği düşünülüyor. ABD’nin saldırgan politikasına son vereceği, Müslüman halkların ise itibar kazanacağı iddia ediliyor.
Peki, Obama gerçekten de değişimin ismi olabilir mi? Tabii ki hayır. Zaten ilk yaptığı toplantıdan yansıyanlar da bunu gayet açık bir şekilde gösteriyor. Obama, Berkshire CEO’sunun, JP Morgan’dan bir yönetim kurulu üyesinin, eski hazine bakanının ve eski FED başkanının da aralarında bulunduğu 17 önemli ismin katıldığı bir toplantı düzenledi. Toplantıda alınan kararlara göre ilk olarak ekonomiye el atılacak ve istihdam yaratanlar ve KOBİ’ler için vergi indirimine gidilecek. Yani işçi-emekçiler için hiçbir karar yok ortada. Daha göreve gelmeden kimlere hizmet edeceği ortaya çıkmış oluyor. Nitekim seçim sürecinde de Obama’nın oy toplamak üzere başvurduğu demagojik söylem, Hillary Clinton saf dışı bırakıldıktan sonra pek çok noktada eğilip bükülmeye, hatta 180 derece dönmeye başlamıştı. Irak’taki Amerikan askerlerini kademeli olarak çekeceğini vaat eden Obama daha sonra buna çeşitli koşullar eklemişti.
Bu seçimleri zafer olarak niteleyenler bir de bu seçimlerin gerisine bakmalıdır. Başkanı acaba gerçekten halk mı seçmiştir? 200 milyondan fazla seçmenin bulunduğu ülkede, vergi borcu olanlar ve belirli suçlardan sabıkalı olanlar oy kullanamamaktadır. Bunun anlamı ise özellikle işçi sınıfının en yoksul katmanlarının, göçmenlerin ve siyahların önemli bir kesiminin oy kullanma hakkından mahrum kalmasıdır. İkinci filtre ise dolaylı seçim sistemidir. Bunun anlamı, yürütme gücünün başını temsil eden başkanı halkın doğrudan seçememesi, ancak onu seçecek olan “Seçici Kurul” delegelerini seçebilmesidir. Önce bir yıla yakın bir sürece yayılmış olarak önseçimler yapılır ve bu delegeler seçilir. Üstelik 50 eyaletin 41’inde delege seçimlerine sadece parti üyeleri katılabilmektedir. Bir başkan adayının seçilebilmesi için bu 50 eyaletten seçilen 538 delegenin en az 270’inin oyunu alması gerekir ki, bu da adayın 50 eyaletin hepsinde birden seçim çalışması yapması anlamına gelir. Demokrat ve Cumhuriyetçi parti dışında bir partinin, tüm eyaletlerde birden yeter sayıda delege çıkartması mümkün olmadığından ve delege seçimlerine de ancak parti üyeleri katılabildiğinden, küçük partilerin adaylarının ya da bağımsız adayların bu sistemde hiçbir şansı yoktur. ABD’nin son 250 yıllık tarihinde, bir kez bile Demokrat ve Cumhuriyetçi parti dışından birinin başkan olamaması yahut Kongreye temsilci sokamaması bu yüzdendir.
Seçim sürecinde birçok kişinin umudu olan Obama sermayenin sözcüsüdür ve onların sözünden dışarıya çıkamaz. Bu sistemde başa kim geçerse geçsin burjuvazinin egemenliği sürer. Onlar savaşa devam derlerse devam edilir. Çözüm ise işçi sınıfının örgütlü mücadelesinden geçmektedir. Krizleri, savaşları, açlığı, işsizliği ancak devrimci Marksist ideolojiyi kendine rehber edinmiş örgütlü işçi sınıfının mücadelesi bitirebilir.
link: Ankara’dan MT okuru bir öğrenci, Obama Değişim Getirir mi?, 8 Kasım 2008, https://marksist.net/node/1922
Ankara’da YÖK Protestosu
Genç-Sen'den Ankara'da YÖK Karşıtı Yürüyüş