Gece uyandım, dışarısı karanlıktı. İki katlı ranzanın alt katındaydım. Koğuşun ışıkları her zamanki gibi açıktı. Saatim üç kırkı gösteriyordu. Benim saatim on dakika ileriydi. Yıllar önce işe geç kalmamak için saatimi on dakika ileri almıştım. Yani saat üç buçuktu. Yedi buçuk ay önce tutuklandığımda da düzeltmemiştim saati. Saatin takvimi 19 Aralık gününü gösteriyordu. Uyuyan arkadaşlarımı uyandırmamak için sessizce yataktan kalkıp lavaboya gittim. Üst ve alt kapılardaki iki nöbetçi dışında herkes uyuyordu. Üst yatakhane kapısındaki nöbetçi demir kapının dibine oturmuş, kulağı maltada, kitap okuyordu. Aşağı yemekhane kapısındaki nöbetçinin ise kulağı kapıda, gözü televizyondaydı. Sesi iyice kısık olan televizyondaki altyazıyı işaret ederek, kısık sesi ve Karadenizli şivesiyle “he, he cephanelik var” dedi. Ben de sesi kısık televizyona yaklaşıp altyazıyı okudum. Sürekli geçilen altyazı şöyleydi: “Devlet cezaevlerini denetleyemiyor, teröristlerin elinde ağır makineli silahlar, toplar var.”
Nöbetçi ile göz göze geldiğimizde ikimiz de aklımızdan geçenleri sessizce söylemeye başladık: “Bir de bizde silah yok diyorsunuz. Peki, bu ne? Bundan daha tehlikeli silah var mı? Virüs bu virüs!” Bunlar cezaevi müdürünün sözleriydi. Bir gün önce cezaevi müdürü ve yardımcıları, yüzden fazla gardiyanla bir baskınla koğuş araması yapmışlardı. Gardiyanların hepsinin elinde kalın demirler vardı. Her zaman olduğu gibi, bizi havalandırmaya çıkardılar, koğuş ve yemekhaneyi aradılar. Sonra üzerimizi ve demir çubuklarla her santimine vurarak havalandırmayı aradılar. Arama sırasında biz tutsaklardan da iki kişi yatakhanede, iki kişi yemekhanede onların yanında oluyordu. O gün ben de arama sırasında yatakhanede olan iki kişiden biriydim. Yatakları, battaniyeleri, yastıkları, elbiseleri, her şeyi didik didik aradılar. Cezaevi müdürü sarı renkteki bezi görünce “bu ne, buraya nasıl girdi?” diye sordu. Biz de “o, cezaevinin verdiği çarşaf” dedik. Müdür, “biz sarı, kırmızı ve yeşil renkleri ne veriyoruz, ne de içeri sokuyoruz. Size bunu dışarıdan getirmişler” dedi. “Yo çarşaf maviydi, soğan kabuğuyla kaynattık sarı oldu” dedik. Deliye dönen müdür gardiyanlara emirler yağdırmaya başladı. Gardiyanlar kitapları sayfa sayfa arıyordu. Müdür kitapları iyice süzdükten sonra, Karl Marx’ın Kapital kitabının ilk cildini eline alıp önce tartar gibi yaptı, sağına soluna baktı. Sonra bize doğru dönerek “bir de utanmadan bizde silah yok diyorsunuz. Peki, bu ne? Bundan daha tehlikeli silah var mı?” diye elinde tuttuğu kalın kitabı gösterdi. İşte bana ve nöbetçi arkadaşa sabahın üç buçuğunda aynı şeyi düşündürten şey, cezaevi müdürünün bu sözleriydi.
4-6 nöbetçileri zamanından önce kalkmış, nöbeti devralmak için gelmişlerdi. Gecenin sessizliğinde maltada, dışarıdaki rüzgârın uğultusu duyuluyordu. Saat dörde doğru yatağıma döndüm. Soğuğun ardından sıcak yatakta uykuya dalmışım. Aradan sadece bir saat geçmişti. Nöbetçinin “saldırı var” çığlıklarıyla yataktan fırladık. Herkes uyanmıştı. Koğuşun sürgülü kapısı sonuna kadar açıktı. Malta, silahlı askerler ve eli sopalı gardiyanlarla doluydu. Hepsinin yüzünde gaz maskeleri vardı. Alt kapıya koştum. Muhtemel bir saldırıya karşı yaptığımız hazırlıklarda benim görev yerim yemekhane kapısıydı. Yemekhane nöbetçisi baygındı. İki arkadaş onu yukarıya taşıyordu.
Diğer arkadaşlar, plastik masa ve sandalyelerle barikat kurmaya çalışıyorlardı. Maltada bir toz bulutu vardı. O sıra maltadan koğuşa doğru bir kez daha kömür tozuna benzer bir şey attılar. Hepimiz öksürmeye başladık. Atılanın ne olduğunu bilmiyorduk ama sanki etimiz bıçakla kesiliyor, kesilen yerlere de sanki buzlu tuz basılıyordu. Devlet, biz siyasi tutsakların elinde “ağır silahlar, toplar ve tanklar” olduğu yalanına toplumu inandırmak için her yolu deniyordu. Oysa bizim elimizde patates soyacak bıçak bile yoktu. Çatal-kaşık saplarını bıçak diye kullanıyorduk. Bunları da her aramada elimizden alıyorlardı. İşin gerçeği, bedenlerimizden başka barikat edecek bir silahımız yoktu. Bedenlerimizi siper ederek “devrimci irade teslim alınamaz” diye haykırıyorduk.
Cezaevi müdürleri, albay, vali, kaymakam cezaevinin çatısına sıra sıra dizilmişlerdi. Vali, iyi papaz rolünü oynuyordu. “Bakın burası eski püskü bir cezaevi. Yeni yapılan cezaevleri tertemiz. Kutu gibi yerler. Vallahi ben oralara cezaevi diyemiyorum” diye bizi direnmekten vazgeçirmeye çalışıyordu. Müdür, valinin elinden aldığı megafondan “hepiniz öleceksiniz” diye kin kusuyordu. Albay askerlere emirler yağdırıyor, onları sıraya girmeye zorluyordu. Silahların namlularını bize doğrultmaları ve ateş emrine hazır olmaları talimatını veriyordu. Bize “elinizi kaldırın teslim olun, yoksa hepiniz öleceksiniz” diye tehditler savuruyordu. Biz de hep bir ağızdan “ölümden öte köy yok, kanımızı akıtsanız da teslim olmayacağız” diye haykırıyorduk.
26 Aralığa kadar dünyayla bağımız tamamen kopartıldı. Elektrik olmadığı için televizyon izleyemedik. Günlerce gazete verilmedi. Avukat görüşüne çıkarılmadık. Ailelerimizle zaten beş aydır görüşemiyorduk. 26 Aralık akşamı, 6 arkadaşımızın ismi okundu. Biz hâlâ yatakhane bölümünden aşağı yemekhaneye inemiyor, havalandırmaya çıkamıyorduk. İsimlerin neden okunduğunu sorduğumuzda, gardiyanlar, “Rahşan affı çıktı. Bu yasa yardım-yataklık suçundan yatanlara vuruyor” dediler. Bizi inandırmak için elektrikleri açtılar. Televizyonu açtığımızda “Rahşan affı çıktı. Şunları kapsıyor, bunları kapsamıyor” haberleri geçiyordu. Tahliyesi gelen arkadaşlar buruk bir sevinç yaşadılar. Biz onları dışarı uğurlarken, “mücadele sizi bekliyor, haydi kolay gelsin” demiştik. 2001 Şubatında da biz mahkemeye çıkarıldık. Mahkeme “tutuksuz yargılamak üzere” tahliyemize karar verdi. Buruk bir sevinç yaşayarak vedalaştık geride kalan arkadaşlarla. Koğuştan çıkarken, arkadaşlardan biri “benim için yapacaklarını unutma” diye arkamdan seslendi.
Şimdi, 19 Aralık katliamının üzerinden 11 yıl geçmiş olsa da, o günlerde yaşadıklarımız benim için çok taze. Neredeyse her ayrıntısı hafızamda ve bu ayrıntılar ömrümün sonuna kadar silinmeyecek. Tahliyemizden birkaç gün önce birlikte volta attığımız müebbetlik bir arkadaş, “bizi soranlara, mücadelemiz sömürü düzeni son bulana dek sürecek de” diye tembihlemişti. 67 sene cezası olan diğer bir kavga arkadaşının ricasını da hatırlıyorum. “Dışarı çıktığında, fırından buğusu tüten sıcak bir ekmek, bir paket üçgen peynir, büyük bir bardak da çay al. Vapurla karşıya geç. Vapurun kıç tarafında otur, ye. Martılara ekmek atarken ‘Bekle Bizi İstanbul’ şiirini okumayı da ihmal etme benim için” demişti.
Aradan 11 sene geçti. Bazen sıcak bir ekmeğin kokusu, bazen ayağımı bastığım toprak, seyrettiğim bir deniz manzarası, kokladığım bir çiçek bana o günleri ve birlikte kaldığım arkadaşlarımı hatırlatıyor. Onların kimisi hâlâ “içeride”, kimisi “dışarıda”, kimisi de artık aramızda değil. Ama uğruna savaştıkları ve bedel ödedikleri insanlığın kurtuluş mücadelesi devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında kitleler başka bir dünyanın mümkün olduğu gerçeğinin farkına varıyor. Tıpkı dostlarımın düşlediği gibi. Tıpkı beraber kurduğumuz düşler gibi.
Mücadele dostlarımın benden istediklerini yaptım. Çiçek ektim. Vapura bindim. Martılara ekmek attım. Şiirler okudum. Geriye gerçekleştirilememiş tek bir istekleri kaldı. Tek bir isteğimiz… Katliamlarıyla, barbarlığıyla, cezaevleriyle ve tüm pislikleriyle kapitalizmin yok edilmesi ve yerine sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın kurulması. Mücadelemiz sömürü düzeni son bulana dek sürecek. Böyle bir dünyayı kendi ellerimizle yaratacağız.
link: Pendik’ten bir MT okuru, Mücadelemiz Sömürü Düzeni Son Bulana Dek Sürecek, 19 Aralık 2011, https://marksist.net/node/2851
Kürt Basınına Devlet Zorbalığı
11. Yılında 19 Aralık Katliamı