
Bu yıl işçi sınıfının devrimci önderi Friedrich Engels’in doğumunun 200. yılı. Kapitalizme karşı verdiği devrimci mücadele ve işçi sınıfına bıraktığı komünist mirasla ölümsüzleşen Engels, işçi sınıfının kurtuluşu davasına adadığı 75 yıllık ömrü sona erdiğinde, yoldaşı Marx’la birlikte geriye muazzam bir devrimci mücadele kılavuzu bırakmıştı. O mücadele kılavuzu, yani Marksizm, o günlerden bu yana işçi sınıfına yol göstermeye devam ediyor.
Kapitalizmin gelmiş geçmiş en büyük kriziyle sarsıldığı ve bir çıkmaza saplandığı günümüzde, burjuva ideologlar, sermaye düzenini tehdit eden derin çelişkiler karşısında kapitalizme büyük bir “reset” atmanın kaçınılmazlığından dem vurarak emekçi kitleleri kırıntı vaatleriyle oyalamaya çalışıyorlar. Oysa kapitalizmin geniş emekçi kitlelere kırıntı bile sunamayacak kadar köhnemiş ve çürümüş olduğu gerçeğinin her alanda kendini çıplak bir şekilde gösterdiği bugün, insanlığın ve doğanın selameti açısından bu sömürü sisteminin vakit kaybetmeden yıkılması gerektiği gün gibi ortadadır ve Marksizm işte bu devrimci eylemin kılavuzudur.
Marksizmin doğuşuna ebelik eden döneme baktığımızda çok büyük çalkantıların eşlik ettiği bir tarihsel dönemle karşı karşıya olunduğunu görüyoruz. Fransız Devriminin etkilerinin başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayıldığı, mutlak monarşilerin sarsıldığı bu süreç emekçi sınıflar içinde de tarihte görülmedik hızda altüstlüklere, yıkımlara yol açmıştı. Burjuvazinin egemenliğindeki yeni sömürü düzeni kapitalizm emekçi kitlelerin kanı ve canı üzerinde yükselecek, ama aynı zamanda kendi mezar kazıcısını da büyütecek ve çok kısa zamanda ayağa kaldıracaktı. İşte tıpkı Marx gibi Engels de bütün Avrupa’nın devrim fırtınalarıyla sarsıldığı, ama aynı zamanda çağa uygun olarak fikir dünyasında da patlamaların yaşandığı böylesi bir tarihsel dönemde doğmuş, bu atmosfer onların kültürel ve felsefi açıdan şekillenmesinde birincil derecede rol oynamıştı. Proletaryayı tarih sahnesine fırlatan bu sert mücadeleler, onun iki büyük devrimcisinin ortaya çıkmasının da zeminini döşemişti.
Paul Lafargue’ın dediği gibi, Marx’ın da Engels’in de anayurdu yoktu, onlar dünya vatandaşıydı! Onlar devrimci davanın ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa onu yapmak için hiçbir sınır tanımadılar; Komünist Manifesto’ya nakşettikleri gibi vatanları enternasyonaldi! Uğruna her türlü fedakârlığa ve acıya katlandıkları dava, şu ya da bu ulustan işçilerin değil dünya işçi sınıfının toplumsal kurtuluş davasıydı. Kapitalist sömürü düzeninin her nefes alışında milyonlarca insanı soluksuz bıraktığı günümüzde, onların bıraktıkları mirasın büyüklüğü ve önemi çok daha geniş kitlelerce anlaşılır hale geliyor. Dünyanın üzerinde komünizm heyulasıyla birlikte Marx ve Engels’in ruhları da dolaşıyor; fabrikalarda, tarlalarda acı çeken, yığınlar halinde işsiz kalan yüz milyonlarca işçinin çığlığı, ezilen halkların “nefes alamıyoruz” feryatları, meydanları inleten anti-kapitalist sloganlar hep o ruhu üflüyor. O ruh dünya devriminin ruhudur ve burjuvazinin döktüğü ecel terlerinden de görüldüğü üzere her geçen gün daha da yaklaşmaktadır!
Dostu Marx’tan sonra Engels’in modern proletaryanın en dikkate değer bilim adamı ve öğretmeni olduğunu vurgulayan Lenin, onun ölümü üzerine kaleme aldığı yazıda şöyle diyordu: “Onlar, insanlığı, onu halen ezmekte olan kötülüklerden kurtaracak olanın, yüce duygulu bireylerin iyi niyetli girişimleri değil de, örgütlenmiş proletaryanın sınıf savaşımı olduğunu gösterdiler. Marx ve Engels, bilimsel çalışmalarıyla, sosyalizmin, hayalcilerin bir buluşu olmadığının, ama modern toplumdaki üretici güçlerin gelişmesinin nihai amacı ve zorunlu bir sonucu olduğunun ilk açıklamasını yapanlardır. … Marx ve Engels’in işçi sınıfına yapmış oldukları hizmetler, birkaç sözcük içinde şöyle ifade edilebilir: onlar, işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi bilincine ulaşmayı öğrettiler ve boş hayallerin yerine bilimi koydular. İşte bunun içindir ki, Engels’in adı ve yaşamı her işçi tarafından bilinmelidir.”[1]
Şurası açık ki, Engels’in 55 yılı aşan yetişkin hayatını ve eserlerini hakkıyla anlatmak için, Avrupa işçi ve devrimci hareketinin söz konusu dönemdeki tüm uğrak noktalarını, ilgili dönemin siyasi ve felsefi akımlarıyla ve bunların sınıf mücadelesi üzerindeki etkileriyle birlikte ayrıntılı bir şekilde ele almak gerekir. Böylesi bir çalışmanın bir yazıya sığdırılması doğal olarak mümkün değildir. Bununla birlikte özet halinde de olsa bir girişin mücadeleci işçiler için yararlı olacağını düşünüyoruz. Bu çalışmamızda Engels’in hayatı ve eserlerinden kesitler sunmayı amaçlarken, anılarda, anmalarda vs. ona ilişkin anlatıların bir bölümünü anekdotlar olarak aktararak onu okurun gözünde daha canlı hale getirmeye çalışacağız.
İşçi sınıfının ölümsüz devi Engels, 28 Kasım 1820’de, Prusya Krallığının Ren eyaletindeki Barmen kentinde dünyaya gözlerini açtı. Babası bir dokuma fabrikatörüydü. Yaşadığı çevrenin karakteristik özelliğini yansıtan biçimde, çok dindar ve tutucu bir insandı. Filolog bir aileden gelen annesi ise daha açık fikirli, sevecen, neşeli bir kadındı. Engels’in edebiyata ve müziğe ilgisinin yanı sıra dil yeteneğini annesinden aldığı söylenir. Bunun yanı sıra, torununa sık sık Yunan ve Alman mitolojisinden hikâyeler anlatarak onun merakını kışkırtan lise müdürü dedesinin de Engels’in gelişimi üzerinde önemli etkileri olmuştu.
Friedrich’in üçü erkek yedi kardeşi vardı.[2] Fakat sadece o, ailenin geleneksel kalıplarına hapsolmayı ve babasının kendisine çizdiği hayatı yaşamayı reddedecekti. Friedrich küçük yaşlardan itibaren, sorgulayıcı zekâsıyla ve ilgi alanlarıyla, özellikle babası tarafından, Eleanor Marx’ın deyişiyle “çirkin ördek yavrusu” olarak görüldü. En büyük oğlunu kendi veliahtı olarak yetiştirmek isteyen bir burjuva baba için açık ki bunlar pek de takdir edilen özellikler değildi. Onun gerçekte bir “kuğu” olduğu ancak sınıfından koparak saflarına katıldığı ve kısa bir süre sonra bizzat şekillendirdiği devrimci mücadele içinde proletarya tarafından görülecekti.
O dönemde Almanya politik birliğini sağlayamamış bir ülkeydi. Alman konfederasyonu, irili ufaklı 36 prensliğe bölünmüş dağınık bir yapıya sahipti. Prusya ve Avusturya bu konfederasyonun en büyük iki devletini oluşturuyordu. Feodal soyluluk eski ayrıcalıklarını büyük ölçüde korurken tüm bunlar burjuvazinin ve kapitalist gelişmenin önünde ayakbağı olarak duruyordu. Buna karşılık Marx gibi Engels’in de doğup büyüdüğü Ren bölgesi kapitalist sanayinin en gelişmiş olduğu bölgeydi. Bu konumu onu modern sınıf çelişkilerinin de en yoğun yaşandığı yer haline getiriyordu. Burjuvazi ulusal birliği inşa edememenin sancıları içinde kıvranırken, toprağından kopup yığınlar halinde kentlere sürüklenen emekçiler de sefaletin pençesinde yaşam savaşı veriyordu. Özgürlükler üzerindeki baskı ve zorbalık Prusya Krallığını tıpkı Rus Çarlığı gibi Avrupa gericiliğinin sembolü haline getirmişti. Ren ise Fransa sınırında olması nedeniyle de Fransız Devriminden en çok etkilenen bölgeydi.
Bütün bu çelişkileri hissederek büyüyen Friedrich 14 yaşına kadar Barmen’in boğucu atmosferinde okula devam etti ve sonrasında Prusya’nın en iyilerinden biri olarak görülen Elberfeld Lisesine gönderildi. Engels’in doğup büyüdüğü Barmen’i de içeren Wuppertal kenti, Protestan mezhebinin en bağnaz akımlarından biri olan Pietizm tarikatının kalesiydi. Elberfeld Lisesinin yönetimine de bu koyu bağnazlık damgasını basmıştı. Dolayısıyla Engels’in okul idaresi ve öğretmenlerle çatışması orada da devam etti. Babası lise müdürünün tavsiyesiyle Engels’i bu müdürün denetimindeki bir yurda yerleştirirken onun dik başlılıktan kurtulup “hizaya geleceğini” umuyordu. Ama öyle olmadı. Tarihe, eski dillere, edebiyata, müziğe, resme, matematik ve fiziğe düşkünlüğüyle ve bu alanlardaki başarısıyla sivrilen Engels, etrafına örülen gericilik duvarına hapsolmayı şiddetle reddetti. Ne var ki, lise son sınıfı okumaya hazırlanıp üniversitede ekonomi ve hukuk eğitimi alma hayalleri kurarken babası tarafından okuldan alındı. Babasının yazıhanesinde çalışmak zorunda bırakılan Engels bu durumdan hiç memnun değildi. Buradaki performansından da memnun olmayan babası bu kez oğlunu büyük bir tüccarın yanında çalışmak üzere kuzeydeki Bremen kentine gönderdi. Bu büyük kentte daha rahat soluk alma fırsatını bulan Engels, yabancı basını, politikayı ve edebiyatı takip etmek için çok daha elverişli bir ortama kavuştu.
1830’ların sonuna gelindiğinde Engels’in mutlakiyete karşı devrimci-demokrat yönelimi iyice netleşmişti. Mutlakiyetin mülk sahiplerini yoksullardan korumak için baskıya başvurduğunu ve dinden yararlandığını, ayrıca halkı aptallaştırmak için de her şeyi yaptığını görüyordu. Muhalif basından beğenip takip ettiği yazarların başında Heinrich Heine ve Ludwig Böme geliyordu. Bunların yandaşlarının bağlı olduğu “Genç Almanya” adlı akıma ilgi duyan Engels, bu akımın önde gelen isimlerinden biriyle tanışmasının ardından Hamburg’da çıkan Telegraph für Deutschland’da yazılar yazmaya başladı. 1839 Martı ve Nisanında yayınlanan altı yazı başlangıçta isimsiz, sonrasında ise takma isimle yazılmıştı. Engels henüz 18 yaşındaydı ama yaşından çok büyük bir gözlem ve analiz gücü olduğu daha bu ilk yazılarından bile anlaşılıyordu. “Wuppertal’dan Mektuplar” başlığıyla yayınlanan ikinci yazısında, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının berbatlığını, içinde bulundukları sefaleti, bu koşulların onları sürüklediği hastalıkları ve erken yaşta ölümleri ayrıntılı bir şekilde dile getiriyordu. Ama sadece bununla sınırlı kalmıyor, fabrika sahiplerinin acımasızlığını ve din sömürüsünü de ortaya seriyordu:
“Alt sınıflar arasında, özellikle Wuppertal’daki fabrika işçileri arasında korkunç bir yoksulluk hüküm sürüyor; frengi ve akciğer hastalıkları inanılmayacak kadar yaygın; sadece Elberfeld’de, okul çağındaki 2500 çocuktan 1200’ü eğitimden yoksun bırakılıyor ve fabrikalarda büyüyor; sırf fabrikatörler onların yerini alacak yetişkinlere bir çocuğa ödedikleri ücretin iki katını ödemesinler diye. Ama zengin fabrikatörlerin esnek bir vicdanları vardır ve bir eksik ya da bir fazla çocuğun ölümüne neden olmak bir Pietistin ruhunu cehenneme mahkûm etmez, özellikle de her Pazar iki kez kiliseye gidiyorlarsa. Zira fabrika sahipleri arasındaki Pietistlerin işçilerine en kötü davrananlar olduğu bir gerçektir; onlara sarhoş olma fırsatı vermeme bahanesiyle işçilerin ücretlerini düşürmek için mümkün olan her yola başvururlar…”[3]
Aynı şekilde küçük-burjuvazinin çelişkileri ve ikiyüzlülüğü de sergileniyordu bu yazılarda. Öte yandan bağnazlıklarını ve hangi sınıfa hizmet ettiklerini dile getirerek Kiliseye ve Calvinistlere de ağır eleştiriler yöneltiyordu Engels. Fabrikatörleri hedef aldığı ve dinle hesaplaşmaya başladığı bu yazılar egemen kesimlerin haliyle tepkisini çekecek ve yayınlandıkları gazeteye basınç bindirilecekti.
Dünyayı kavrama ve yorumlama arzusunun yansıması olarak gelişen yoğun felsefe ilgisi Engels’i 1839 yılı sonlarında Genç Hegelcilerle buluşturacaktı. Hegel felsefesi, her ne kadar diyalektik yaklaşımıyla felsefe dünyasında çığır açsa da, anayasal krallık savunusuyla, Alman burjuvazisinin siyasal iktidarına geçişi temsil ediyordu. Hegel’in ölümünden sonra ortaya çıkan Genç Hegelciler ise onun idealizminden kopmamakla birlikte bu düşünsel akımı daha ileri bir noktaya taşımışlardı. Bunlar bir yandan dinsel tahakküme sert eleştiriler getirirken bir yandan da Fransız Devriminin yükselttiği devrimci fikirleri savunuyorlardı. Hegel okulunun sol kanadını oluşturan ve eğitimli gençler arasında son derece popüler olan bu felsefi akım, tüm bu özellikleriyle Engels’i de kendine çekmeyi başarmıştı.
Engels 1841’de Bremen’den ayrılıp Barmen’e geri döndü. Ama babasının yanında çalışma fikri ona hiç cazip gelmiyordu. Bu yüzden askerlik hizmetinin gelmesini de fırsat bilerek başkent Berlin’e gitmeye karar verdi. Burada bir yıl gönüllü askerlik yaparken, bu üniversite kentinde entelektüel açıdan zengin olanaklara yakın olma fırsatına da sahip olacağını düşünüyordu. 1841 Eylülünde geldiği Berlin’de 12. muhafız kıtasının topçu birliğine katıldı. Bu süreçte üniversitedeki felsefe konferanslarına ve derslerine de dinleyici olarak giriyordu.
Engels’in Berlin’e gelişinden kısa bir süre önce Berlin’den ayrılan Marx da Genç Hegelcilere katılmış ve burada öne çıkmıştı. Genç Hegelciler, Hegel’in her şeyin değişim halinde olduğunu söyleyen diyalektik ilkesinden hareket ederek bunu toplumsal ve politik olgulara yaklaşıma da taşımaya başlamışlardı. Dinin eleştirisini Prusya mutlakiyetinin eleştirisine doğru ilerleten bu akım, aslında Alman radikal burjuvazisinin sözcüsü olarak sivrilmekteydi. Onun idealist tarih anlayışı, kitlelerin tarihteki rolünü ve insanların pratik eylemlerini küçümseyen yaklaşımı da bu sınıfsal konumla örtüşüyordu. Bununla birlikte derin tartışmalarla sorgulama sürecini sürekli ilerleten gençlerin tümünü bu dar kalıplara hapsetmek mümkün değildi. Düşünce durduğu yerde durmuyordu. Bunu bilen burjuvazi, basının yanı sıra akademiyi de kullanarak bu devrimci gelişime ket vurmaya çalışıyordu. Engels’in üniversite kürsülerindeki konferanslarını takip ettiği Schelling’in, Hegel okulundan gelen fakat onu en gerici biçimde yorumlayan bir filozof olarak yapmaya çalıştığı da tam buydu.
Engels Schelling’in tezlerinin, akıl ve bilimden yüz çevirmekten, Alman gericilerinin konumlarını felsefi temele oturtmaya çalışmaktan, özgür düşünceyi zincire vurarak yerine krallığa körü körüne boyun eğmeyi ve kölece hizmeti dayatmaktan başka bir şey olmadığının farkına vararak onu kıyasıya eleştirmeye girişti. Prusya Krallığının elinde kullanışlı bir araca dönüşen Schelling felsefesine karşı politik bir mücadele yürütülmesi gerektiği düşüncesiyle kaleme aldığı yazıları 1841 yılı sonunda Telegraph für Deutschland’da yayınlanmaya başladı. Ardından da bu konuda iki broşür kaleme aldı. Bu ünlü filozofa karşı açılan bayrak, gerici basını ayağa kaldırırken, Engels’in adının sadece Almanya’nın değil Rusya ve Polonya’nın ilerici basınında da duyulmasını sağladı. Engels bu süreçte, Schelling’i destekleyen Genç Almanya grubundan da ayrıldı. Genç Almanya temsilcilerini, tümüyle yazınsal bir çevre içine kapanarak politik yaşamdan ve ilerici felsefi ilkelerden uzaklaşmakla eleştiriyordu. Bunu izleyen dönemde bir süre Bauer kardeşlerin de içinde olduğu Özgürler Derneği çevresiyle birlikte olacaktı.
1842 ilkbaharında Engels, muhalif burjuva demokratlar tarafından finanse edilip çıkarılan Rheinische Zeitung’a (Ren Gazetesi) başvurdu ve burada “Kuzey ve Güney Almanya Liberalizmi” başlıklı makalesi yayınlandı. Aynı yılın Ekim ayında Karl Marx bu gazetenin yazı işleri yönetimini üzerine alacak ve gazete tutarlı bir devrimci-demokratik hatta girmeye başlayacaktı. Engels, kendisinden üç yaş büyük olan Marx’la henüz karşılaşmamışsa da onu yazılarından ve dostlarının anlattıklarından tanıyordu. Her ikisi de yazılarıyla Prusya gericiliğine karşı sert bir muhalefet yürütüyorlardı. Politik atmosferi iyi koklayan ve yorumlayan Engels, Prusya’daki durumun 1789 devrimi öncesi Fransa’sına benzerliklerini fark ederek, Almanya’da yaklaşan devrim fırtınasını önceden görmüştü.
1842 Ekiminde askerlik görevi bitince Berlin’den Barmen’e dönen Engels, burada çok kısa bir süre kaldı ve Kasım ayında babasının ortağı olduğu Ermen ve Engels şirketinin fabrikasında çalışmak üzere İngiltere’ye doğru yola çıktı. Engels Barmen gibi bir yerde, babasının gerici çevresinde durmayı hiç istemiyordu. Babası ise onu Almanya’dan uzak tutarak devrimci radikalizmden de uzaklaştırabileceğini düşünüyordu. Bunun için Manchester’daki fabrikaya gitmesini istemişti. Engels bu yolculuk sırasında mola verdiği Köln’de Rheinische Zeitung bürosuna uğrayacak ve orada Marx’la ilk kez karşılaşması da gerçekleşmiş olacaktı. Doğrusu bu pek de sıcak bir karşılaşma sayılmazdı. Pek çok konudaki görüş ortaklıklarına rağmen o gün Marx’ın Engels’in de ilişkisini sürdürdüğü “Özgürler”e (Bauer kardeşler) karşı sert sözler sarf etmesi tartışmayı kızıştırmıştı. Bu sözlerin sertliği Bauer’lerle haberleşmeye devam eden ve onların birliğinden henüz kopmayan Engels’i rahatsız etmişti.
Marx’la o soğuk ilk buluşmanın ardından iki yıla yakın bir süre kaldığı İngiltere’de Engels Rheinische Zeitung’a makaleler göndermeye devam etti. Bu dönem Engels’in bilimsel sosyalizm yönünde attığı adımların sağlamlaştığı bir dönem olacaktı. Bu aynı zamanda felsefi açıdan da bir netleşme dönemiydi. Tıpkı Marx gibi Engels de idealizm durağında uzun süre konaklayamayacak kadar parlak bir zekâya sahipti. Hegel’den materyalist temellerde kopan Feuerbach onlar için bir süre ara durak işlevi görse de, tutarlı ve kapsamlı bir materyalizmden yoksun olduğunu gördükleri o durağı çabucak aşacak ve bambaşka bir kulvara geçerek hayatlarının geri kalanını komünizm mücadelesine adayacaklardı. Bu sorgulama ve kopuş süreci, 1844 Eylülünde Paris’te buluşmalarının ardından başlayan birliktelikleri süresince yürüttükleri ortak çalışmalarla nihayet olgunlaşıp, Marksist dünya görüşünün temel taşlarının döşenmesiyle sonuçlanacaktı. Engels bu buluşma için daha sonra şunları yazacaktı: “Daha 1845 ilkbaharında, kendimizi Brüksel’de yeniden beraber bulduğumuz zaman, Marx tarihin materyalist teorisini bütünüyle inşa etmişti, yeni anlayışımızı her yönden ayrıntılarıyla geliştirmeye giriştik.”
Marx ve Engels ortak çalışmalarıyla diyalektiği idealizmin tahribatından kurtarıp materyalizme uyarlamakla yepyeni bir çığır açacaklardı. İlerleyen yıllarda Marksist felsefenin pek çok klasik eserinde Engels’in de imzası olacaktı. Sözünü ettiğimiz ilk dönem çalışmalarının elyazmaları 1845’te basılmak üzere yayınevine gönderildiyse de, dönemin koşulları nedeniyle bu iş tamamlanamamıştı. Engels 1888’de yayınlanan Ludwig Fuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı kitabına yazdığı önsözde bu konuya değinirken, Marx’ın “Biz, görüşlerimizi açıklığa kavuşturmak olan başlıca amacımıza vardığımız için, elyazmasını farelerin kemirici eleştirisine seve seve terk ettik” sözlerini hatırlatmaktadır.
Engels bu önsözde, söz konusu kitabı baskıya hazırlamadan önce eski elyazmalarına bakarken Marx’ın eski defterlerinden birinde, elyazması halinde onun meşhur “Feuerbach Üzerine Tezler”ini bulduğunu da belirtmektedir. Marx’ın 1845 baharında kaleme aldığı fakat uzun süre karanlıkta kalan “Feuerbach Üzerine Tezler”i yıllar sonra böyle bir tesadüf sonucunda ortaya çıkmış ve Engels’in yeni basılan kitabının ekler bölümünde yerini alarak dünyaya duyurulmuştur. Şöyle denmektedir bu tezlerin on birincisinde: “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir.” Marx ve Engels’in bundan sonraki tüm çabasını bu sözün işaret ettiği eylemle özetlemek mümkündür!
Marksizmin Marx’ın adıyla anılması kuşkusuz yersiz değildir. Engels’in de vurguladığı gibi, “kapitalist üretim biçiminin mekanizmasının kavranılması ve serimi nasıl olursa olsun başarılabilirdi; bu mekanizmanın gelişme yasaları da bulunabilir ve açıklanabilirdi; ama bu uzun zaman alır ve parça parça yapılmış bir iş olurdu. Marx, bütün ekonomik kategorileri kendi diyalektik hareketleri içerisinde izleyebilme; bunların gelişme aşamalarını, belirleyici nedenleriyle bağlantılı olarak gösterme; tüm ekonomik yapıyı, tek tek parçaları karşılıklı olarak birbirini destekleyen ve belirleyen bilimsel bir anıt olarak yeniden kurabilme başarısını göstermiştir”.[4] Engels’in kendisini “ikinci keman” olarak nitelendirmesinin nesnel zemini de budur:
“Bütün ömrüm boyunca ancak yapabileceğim şeyi yaptım, yani ikinci kemanı çaldım ve inanıyorum bu işi oldukça iyi becerdim. Ve yanımda Marx gibi parlak bir birinci keman olması beni sevindirmiştir. Şimdi birdenbire teori konusunda Marx’ın yerine geçip birinci keman çalmam isteniyorsa, böyle bir şey kusursuz bir biçimde olamaz, bunu da benden daha iyi duyumsayan bulunmaz. İçinde bulunduğumuz günler biraz hareketlensin de, o zaman Marx’ın kaybını tümüyle anlayacağız, onun hızlı hareket gerektiren anlarda her zaman doğru karar verip hemen püf noktasına varma yeteneğine hiçbirimiz sahip değiliz. Sakin zamanlarda ara-sıra olayların Marx’a karşı beni haklı çıkardığı olmuştur, ama devrimci anlarda onun yargısı hemen hiç şaşmazdı.”[5]
Ne var ki Engels Marx’ın ölümünün ardından katlarca artan sorumluluğunu hakkıyla yerine getirirken “birinci keman”lığı da ustaca yürütebileceğini kanıtlamıştır. Bu iki beynin eşsiz bir uyum içindeki ortak çalışmasının ürünleri düşünüldüğünde iki kemandan değil iki kişilik dev bir orkestradan söz etmek belki de daha doğrudur.
Marx ile Engels’in dostluğunun mitolojideki ölümsüz dostluklara benzetilmesi boşuna değildir. Bu dostluk, en derinlikli tartışmaları ve düşünceler kadar kişisel sorunları, duyguları vb. de içinde barındıran binden fazla mektubun her satırına da sinmiştir. Onlar için birbirlerinin görüşleri ve eleştirileri çok önemli ve değerliydi. Şöyle diyordu Marx, Kapital’in ilk formalarını Engels’e gönderirken: “Senin bu konuda tatmin olman benim için dünyanın geri kalan kısmının söyleyebileceği herhangi bir şeyden çok daha önemli.” Marx’ın ölümünün ardından basılmamış ya da yarım kalmış eserlerini baskıya hazırlama, elyazmalarını toparlama işi de doğal olarak bu en yakın dosta kalmıştı. Engels, en öncelikli görevini “Mohr’un anısını ona yakışır tarzda ebedileştirmek, ilk olarak da yayınlanmamış yapıtlarının yayınlanmasını sağlamak” olarak görüyordu. Kapital’in son iki cildinin yayına hazırlanmasıysa bu çabanın en zorlu kısmıydı. Bu eserin komünist mücadele için ne kadar önemli bir çalışma olduğunu bilen Engels, “bu kitabın üstünde çalışmaya devam edeceğim, çünkü bu kitap, ona, kendisinin yarattığı, ve başka insanların Mohr için dikebileceği anıtlardan daha görkemli bir anıt dikecektir. Cumartesi günü 2 yıl oluyor. Hiç çekinmeden söyleyebilirim ki, kitabıyla uğraştıkça, sanki yaşamdaymış gibi ona bağlı kalmaya devam ediyorum” diyerek dile getiriyordu dostuna olan büyük saygısını ve sevgisini. Bu zahmetli işin altından ustalıkla kalkmayı başaran Engels, Kapital’in yayına hazırlanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştı. Bu süreçte, derin bir bilimsel incelemede bulunarak on yıldır üzerinde çalıştığı kitabını da bir kenara bırakmıştı. Doğanın Diyalektiği adlı bu çalışması ancak ölümünden sonra derlenip var olduğu haliyle yayınlanacaktı.
Engels ve Marx, ortak bir dava için bir araya gelen iki büyük devrimciydi. Fakat frekansları öylesine tutmuştu ki, bu durum onları, tanıştıktan çok kısa süre sonra yoldaşlığın yanı sıra eşsiz bir dostluk ilişkisi içinde adeta bütünleştirmişti. Yaşamları ve çalışmaları birbirinden ayrılmaz bir ortaklık ve bütünlük gösteren bu iki kurucu liderimizin isimlerini her daim birlikte anagelişimiz işte bu yüzdendir.
Her ne kadar dikkatini pek çok konuya dağıtması zaman zaman Marx’ı çileden çıkarsa da, onun “Avrupa’nın en bilgili adamı” diye nitelendirdiği Engels’in, çağının tüm aydınlarının ötesine geçen çok geniş bir ilgi alanı vardı. Aynı zamanda Marx’ın damadı olan Fransız sosyalist Paul Lafargue onun bu özelliğini şöyle anlatıyor:
“Engels’in bilgi edinmeye karşı yaklaşımı, bir konuda en küçük ayrıntılara kadar egemen olmadıkça o konunun peşini bırakmamak biçimindeydi. Bilgisinin kapsamı ve çeşitliliği konusunda bir fikri olan ve aynı zamanda canlı ve etkin bir hayat sürdüğünü hesaba katan bir insan onun bir «masa başı bilgesi» olmadığını da düşünürse, böylesine büyük bir bilgi birikimini kafasına nasıl sığdırdığına doğrusu hayret eder. Geniş kapsamlı bir bellek, olağanüstü bir çalışma temposu ile birlikte bir şeyi kavramada gösterdiği rahatlık onun zihinsel yetileriydi. Hızlı ve çaba harcamıyormuş gibi çalışırdı. Dört bir yanı kitaplıklarla kaplı geniş aydınlık çalışma odasında, yerde bir kâğıt parçası bile bulunmazdı; masasında çalışmalarıyla ilgili kitaplar dışında bütün kitaplar yerli yerinde olurdu. Odası, bir bilgenin çalışma odasından çok sanki konuk kabul ettiği oda gibiydi.”[6]
Bilimsel ve teknik ilerlemeleri dikkatle takip eden Engels’in değişik bilim dallarına ilgisi ve yetkinliği, diyalektik materyalizmi bu alanlara uygulamasıyla taçlanmıştı. Doğa, tarih, fizik, kimya, dilbilim, ekonomi politik ve elbette askerlik alanı. Bu sonuncusuna yönelik ilgisi, 1848 devrimlerinin silahlı çatışmaları ve barikat savaşlarıyla doruğa tırmanmış ve onu adeta bir askeri strateji uzmanı haline getirmişti. 1848 devrimleri Almanya’ya da sıçrayınca, Engels, Prusya ve Reich birlikleri karşısında anayasayı savunma mücadelesi veren devrimci ordu saflarında bizzat cepheye gitmişti. Gidiş amacı, canlı ve gerçek haberleri Neue Rheinische Zeitung (Yeni Ren Gazetesi) aracılığıyla cepheden duyurmaktı. Ne var ki Engels çatışmalara bizzat katılmış, üstelik soğukkanlılığı ve gözünü budaktan sakınmamasıyla dikkat çekmişti.
Macaristan’daki devrimci savaş üzerine Neue Rheinische Zeitung’da yayımlanan ve daima doğru çıktığı için Macar ordusundaki yüksek rütbeli bir subayın kaleminden çıktığı öne sürülen yorumlar da bizzat Engels tarafından yazılmıştı. Paris Komünüyle sonuçlanan 1870 Prusya-Fransa savaşı sırasında da bir gazetede “Savaş Üzerine Notlar” adı altında imzasız yazılar yazmıştı. Engels’in bir hafta öncesinden Fransız ordusunun Sedan önlerinde yenileceğini söylemesi, bunları okuyanlarda onun bir askeri uzman olduğu kanaatini uyandırmıştı. Wilhelm Liebknecht’in anılarında dile getirdiği gibi, birinci sınıf askeri uzmanlar arasında ünü bayağı yayılıyordu. Oysa bu uzman kişiler, ismi belirsiz bu yazarın en azılı isyancılardan birisi olduğunun farkında değillerdi! Marx ailesinde ona “General” lakabının takılması da bu dönemde olmuştu. Liebknecht, “eğer o hayattayken bir devrim olursa elimizin altında bir askeri deha hazır” diyordu.[7]
Kuşkusuz onun bu konulara ilgisi gündelik politik analiz boyutunun çok ilerisindeydi. Askeri sistemlerle toplumsal ilişkiler ve üretici güçler arasında doğrudan bir ilişki olduğunu göstermesi, onun tarihsel materyalist yaklaşımının somutlandığı alanlardan sadece biriydi. Marx, 1857 Eylülünde yazdığı mektupta, Engels’in “Ordu” başlıklı denemesini çok güzel bulduğunu belirttikten sonra şunları diyordu:
“Toplumsal ilişkilerle üretici güçler arasındaki bağ kavramımızın doğruluğunu, ordunun tarihinden başka hiçbir şey, bundan daha açık-seçik ortaya koyamazdı. Ekonomik gelişmede ordu genelde önemlidir. Örneğin, eski çağlarda ilk kez tam bir ücret sistemi geliştirilen yer ordudur. Benzer biçimde Romalılar arasında peculium castrense, ailelerde babalardan başkalarının da taşınabilir eşyaya sahip olmasının ilk yasal biçimidir. Durum, lonca sisteminde fabri [Roma ordusundaki zanaatkârlar] korporasyonları arasında da yaklaşık böyleydi; makinenin geniş ölçekte ilk kullanımı buradadır. Hatta öyle anlaşılıyor ki, metallerin özel değerleri ve para olarak kullanımları, başlangıçta, –Grimm’in taş devri geçtikten sonra– askeri önemlerine bağlı olmuştur. Bir sanayi kolu içinde işbölümü de ilkin orduda uygulanmıştır. Sivil toplum biçimlerinin tüm tarihi, çok çarpıcı biçimde bu noktada özetleniyor. Günün birinde olanak bulursan, konuyu bu açıdan da irdelemelisin.”
Engels’in dile karşı da müthiş bir yeteneği vardı. Bir Komün sığınmacısı onun bu yeteneğini, heyecanlandığında kekelemesine de takılarak, “Engels yirmi dilde kekeliyor” diyerek anlatmaktadır. Katıldığı uluslararası toplantılarda herkesle kendi dilinde konuşuyor ve yazışıyordu. Anadili Almanca olan Engels, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Latince, Yunanca, Lehçe gibi ondan fazla dili iyi düzeyde biliyordu. Farsça öğrenmeye başlarken Marx’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Gene birkaç haftadır, oryantal vıcığa saplanıp kaldığımdan, bu fırsatı Farsça öğrenmek için kullandım. Bir yandan doğuştan semitik dillere karşı duyduğum nefret, öte yandan 4000 kökü bulunan ve 2-3 bin yıl boyunca kendini geliştirmiş olan bu kadar geniş bir dilde, fazla zaman kaybetmeden bir şeyler yapmanın olanaksızlığı nedeniyle Arapça beni ürkütüyor. Buna karşılık Farsça dil olarak gerçekten çocuk oyuncağı. Şu allahın belası Arap abecesi olmasaydı –her 5-6 harf aynı biçimde yazılıyor ve sesli harfler yazılmıyor– o zaman 48 saat içinde tüm grameri öğreneceğimi öne sürerdim. … Kendime Farsça için en fazla üç hafta ayırdım…” (6 Haziran 1853)
Zekâsı ve engin bilgisiyle dikkat çeken Engels, bir o kadar da alçakgönüllüydü. Onu tanıyanlar, yoğun çalışmalarına karşın dostları için daima zaman ayırmasından, yardımseverliğinden, konukseverliğinden, şakacılığından etkilenirlerdi. Bulunduğu ortama neşe ve canlılık katardı. Onun bu yönü, ailesinden ayrıldığı çok genç yaşlardan itibaren kız kardeşine, annesine ve sonrasında elbette başta Marx olmak üzere dava arkadaşlarına yazdığı yüzlerce mektupta da yansımasını bulmuştur. Bu mektupların pek çoğunda dikkat çeken bir başka husus ise yine onun farklı bir yeteneğinin de göstergesi olan karikatürlerdir. Mektuplarında sözünü ettiği bazı olay ve durumları çizdiği karikatürlerle resmetmekten zevk alıyordu. Sadece mizah duygusunun değil çizgilerinin yetkinliği de dikkat çekiciydi.
O hiçbir zaman insanlara tepeden bakmaz, işçilerle, gençlerle ve diğer politik akımlardan sosyalistlerle kolaylıkla ilişki kurardı. Engels, içinden çıktığı burjuva sınıfla bağını daha gencecik yaşlarda hiç tereddütsüz koparmış, tüm benliğiyle işçi sınıfının devrimci safına geçmişti. Hayat arkadaşını da eski çevresinin tepkilerini zerrece umursamadan bu sınıfın içinden seçmişti. İngiltere’ye gittiği ilk dönemde tanıştığı ve aşkla bağlandığı Mary Burns, sıkı bir İrlandalı devrimci işçiydi. Onun genç yaştaki ölümünden sonra ikinci eşi olan Lizzy Burns de kız kardeşi Mary gibi devrimci bir işçiydi ve ne yazık ki o da daha ellisine gelmeden hayatını kaybedecekti. Engels, 1892’de yazdığı bir mektupta, on iki yıl önce kaybettiği eşi Lizzy’nin gerçek bir İrlandalı proleter kanı taşıdığını belirttikten sonra şöyle diyordu: “… yapısındaki o tutkulu sınıf duygusu benim için sonsuz bir değer taşır ve en kritik anlarda bana o «okumuş» ve «duygulu» burjuva kızlarının çıtkırıldımlıklarından, ukalalıklarından çok daha fazla güç verirdi.”
İngiltere’deki evi dostlarının ve devrimci sürgünlerin başlıca uğrak noktalarından biriydi. Oraya gidip onunla sohbet etme, tartışma, güzel şaraplarından içme şansına sahip olanlar yaşadıkları o günü asla unutmazlardı. Marx’ın kızı Eleanor, onun özellikle gençlere sınırsız bir anlayışla ve sıcaklıkla yaklaştığını, affetmediği tek şeyinse kendini beğenmişlik ve benlikçilik olduğunu söylemektedir: “Eğer bir kimse, kendisine karşı kibirli ise, ve hele partisine karşı benlikçi ise, Engels’ten hiç merhamet beklemesin. Bunlar Engels için bağışlanmaz günahlardır.” Onun bir başka özelliğine daha değinen Eleanor, “yeryüzündeki en kılı kırk yaran, görev duygusu, hele parti disiplini söz konusu ise çok güçlü olan bu insan hiçbir zaman katı olmamıştır” diyordu.[9] Bununla birlikte, sevgisi, dostluğu büyük olan bu insanın öfkesi de büyüktü, ama çabuk sönerdi.
Yoldaşları her türden güçlük karşısında ona başvurur ve tam isabet olan tavsiyelerini dinlerlerdi. Marx gibi Engels de sadece büyük teorisyenler değil aynı zamanda büyük eylem insanları, büyük savaşçılardı. Daha 20’li yaşlarından itibaren işçi sınıfının mücadelesinin her safhasında yer alan, ama daha da önemlisi her olanağı bu mücadelenin örgütlerini yaratmak için kullanan enternasyonalist komünistlerdi. Her iki parlak zekâ da burjuvazinin hizmetine koşulsaydı büyük paralarla, kariyerlerle kucaklanırdı. Ancak onlar tüm zekâlarını, yeteneklerini ve bilgi birikimlerini hiç tereddüt etmeden komünizm davasının hizmetine sunmuşlardı. Komünist Birlik’ten Enternasyonal’e, 1848 devrimlerinden Paris Komününe ve sonrasına uzanan süreçte yürüttükleri mücadelelerle ve verdikleri eserlerle attıkları tohumlar, boy boy fidanlara dönüşüp koca bir komünist mücadele ormanını oluşturmuştur.
Engels, kendisiyle birlikte Marx ailesinin yaşamını da finanse edebilmek ve devrimci örgütlenmeye maddi katkıda bulunabilmek için babasının fabrikasında katlanmak zorunda kaldığı “kürek mahkûmluğu”na, örgütsel çalışmalara ve bu alanın diğer sorumluluklarına rağmen uzun saatler boyunca çalışarak pek çok eser bıraktı geriye. Çartist hareketin liderlerinden olan ve dostluğu 1843 gibi erken bir tarihe dayanan George Harney, bu çalışkanlığı, “Hyde Parkta yapılan büyük Sekiz Saatlik İşgünü gösterilerine katılmıştır; ama ben, formunda olduğu günlerde kendisinin ortalama işgününün on altı saatten az olmadığına inanırım” diyerek anlatmaktadır. Marksizmin temelleri işte bu yoğun çaba, kahır ama her şeyden önce de ütopik değil bilimsel temellere sahip sonsuz bir devrimci inançla atılmıştır.
Engels, Avrupa’ya yaptığı son yolculuk sırasında işçilere seslenirken şunları söylüyordu: “İçinde bulunduğum 50 yıl süresince hareket için herhangi bir şey yapabildiysem, karşılığında hiçbir armağan istemiyorum. Armağanın en güzeli sizlersiniz!... Biz bir devasa gücüz, bizden korkulacak, öteki büyük güçlere göre bize çok daha fazla şey bağlı. Benim övüncüm bu işte!”
Hayatını kaybetmeden beş yıl önce Rus yoldaşı Piyotr Lavrov’a yazdığı mektubunda ise şöyle diyordu: “Ensonu ikimiz de henüz fazla yaşlı sayılmayız, yaşamaya ve görmeye dönük ümidimiz var. Bismarck’ın yükselişini, doruğa varışını ve çöküşünü gördük, bizim ortak büyük düşmanımız olan Rus çarlığının yükselişinin ardından (artık başlamış olan) çürümesini ve sonal çöküşünü neden görmeyelim?”
Rusya’da 1917 Şubatında Çarlığın yıkılmasıyla başlayıp Ekiminde işçi sınıfının iktidarı ele almasıyla yepyeni bir çığır açan o büyük devrimi görmesi nasip olmasa da, adı ve anısı onun her anında yaşatılan işçi sınıfının bu büyük önderi 5 Ağustos 1895’te gırtlak kanseri nedeniyle hayata gözlerini yumdu. Son arzusu küllerinin denize savrulmasıydı. Bu vasiyeti yazın dinlenmek için gitmeyi çok sevdiği Eastbourne’de bir kayıkla denize açılarak küllerini denize bırakan yoldaşları Eleanor Marx Aveling, Edward Aveling, Eduard Bernstein ve Friedrich Lessner tarafından yerine getirilecekti.
Engels, yoldaşı Marx’la birlikte işçi sınıfına muazzam bir kılavuz bıraktı: Karanlıkta yolunu aydınlatacak ve onu kurtuluşa taşıyacak bir mücadele kılavuzu! Bir insan için bundan daha büyük bir onur, işçi sınıfı ve onun devrimci öncüleri içinse bundan daha büyük ve kıymetli bir miras düşünülebilir mi?
(devam edecek)
[1] Lenin, Friedrich Engels, marksist.com
[2] Kız kardeşlerinden Marie, onun en yakın olduğu kardeşi olacaktı. Barmen’den ayrıldıktan sonra onunla düzenli olarak yazışacaktı. Toplu Eserler’de yer alan bu mektuplar, Engels’in şiire, müziğe ve karikatüre ne kadar ilgili ve yetenekli olduğunu da göstermektedir.
[3] Marx-Engels, Collected Works, c.2, s.10
[4] Marx-Engels Anıları, Evrensel Yay., s.108
[5] Engels, Büro ile Barikat Arasında (15 Ekim 1884 tarihli mektup), Sol Yay., s.161
[6] Marx-Engels Anıları, s.111
[7] Marx-Engels Anıları, s.166
[8] Engels, Büro ile Barikat Arasında (9 Haziran 1893 tarihli mektup), s.73
[9] Marx-Engels Anıları, s.221
Engels’in Barmen’den İngiltere’ye gidişi, Marksizmin temellerinin atılması ve işçi hareketinin uluslararası ölçekte ve komünist temellerde örgütlenmesi bağlamında çok önemli bir kilometre taşını temsil etmektedir. Zira İngiltere kapitalizmin ve işçi sınıfının en çok geliştiği ülke olmasının yanı sıra, Avrupa’nın dört bir yanından gelen sosyalistlerin buluşma noktası olması nedeniyle de sosyalist hareket açısından özel bir öneme sahipti.
Engels 1842 Kasımında gittiği İngiltere’de ilk kez gelişmiş bir işçi hareketiyle karşılaşmıştı. O dönemde yaşanan ekonomik krizin de etkisiyle işçi hareketi yükselişe geçmiş, grev dalgası büyüyüp yayılmaya başlamıştı. Çartist hareket de gücünün zirvesindeydi. Engels’in kısa bir süre sonra bu hareketin temsilcileriyle tanışması, uzun sürecek bir dayanışmanın ve güç birliğinin de başlangıcını oluşturacaktı. İşçilerin ekonomik haklarının ötesinde genel oy hakkı gibi politik taleplerini de içeren yaygın bir mücadeleyi simgeleyen Çartizm, İngiltere’de 1830’ların ortalarında doğan ve geniş kitleleri kapsayan ilk bağımsız proleter hareketti.
Engels İngiltere’deki ilk günlerinden itibaren oradaki siyasal duruma ve işçi hareketine dair gözlemlerini Rheinische Zeitung’a yazdığı makalelerde paylaşırken, hareketin zayıf karnının kendiliğindenlik ve örgütsüzlük olduğunu, Çartistlerin hareketin önderliğini çok geç ele geçirdiğini belirtiyordu. Aynı zamanda Çartistlerin parlamenter çoğunluğu ele geçirerek devrimi legal yollardan gerçekleştirme düşüncesinin temelsizliğini de dile getiriyordu. Bu makalelerin 29 Kasım 1842 tarihli ilki “İç Bunalımlar Üzerine İngiliz Görüşü” başlığını taşıyordu. Ertesi günün tarihini taşıyan “İç Bunalımlar” başlıklı makale ise “İngiltere’de bir devrim olanaklı ya da olası mı” sorusuyla başlıyordu. “İngiltere’nin geleceği bu soruya bağlı” diyen Engels, sınıfların, sanayinin, ekonominin durumunu özetleyip, buna rağmen her şeyin normal akışında olduğu düşüncesinin yaygınlığını dile getiriyordu. Çartistlerin legal yollardan devrim düşüncesinin “kendi içinde çelişkili” ve “pratikte olanaksız” olduğunu vurgularken, polisin sokağa dökülen binlerce işçiye nasıl saldırdığından ve hepsinin nasıl işe dönmek zorunda kaldığından söz ediyor ve ardından da başta sorduğu soruyu da yanıtlıyordu bu makalenin sonunda:
“Manchester’da binlerce işçinin, her biri çıkışlardan birini kapatan dört beş süvari tarafından köşeye kıstırıldığı görüldü. «Legal devrim» her şeyi felç etmişti. Böylece her şey fiyaskoyla sonuçlandı; kısa bir süre sonra birikimleri tükenip yiyecek bir şeyleri kalmadığı için tüm işçiler işe geri döndüler. Bununla birlikte, mülksüzleştirilenler bu olaylardan yararlı bir şey kazandılar: barışçıl yollarla bir devrimin imkânsız olduğunun ve yalnızca var olan doğal olmayan koşulların zor yoluyla ortadan kaldırılmasının, soyluluğun ve sanayi aristokrasisinin radikal bir şekilde devrilmesinin proleterlerin maddi konumunu iyileştirebileceğinin farkına varılması. İngilizlerin kanunlara duyduğu içsel saygı nedeniyle şu anda bu şiddetli devrimden geri duruyorlar; ancak İngiltere’nin yukarıda tarif edilen pozisyonu göz önüne alındığında, işçiler arasında çok geçmeden genel bir yiyecek kıtlığı yaşanmasının önüne geçilemeyecektir ve o zaman açlıktan ölüm korkusu, kanun korkusundan daha güçlü olacaktır. Bu devrim İngiltere için kaçınılmazdır, ama orada olan her şeyde olduğu gibi, devrimi başlatacak ve gerçekleştirecek olan da ilkeler değil, çıkarlar olacaktır; ilkeler ancak çıkarlardan gelişebilir, yani devrim politik değil toplumsal olacaktır.”
Aynı günlerde kaleme aldığı diğer üç makalesinin başlığı ise “Siyasal Partilerin Pozisyonu”, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” (bunun daha sonra yazacağı kitapla ilgisi yoktur) ve “Tahıl Yasaları” idi. Bunlar Engels’in Rheinische Zeitung’daki son yazılarıydı. Zira mutlakiyetin ağır baskısı altındaki gazete 1843 Ocağında, yani bu yazılar yayınlandıktan birkaç hafta sonra yasaklanıp kapatılacaktı.
Engels o dönemde sık sık işçi mahallelerini, fabrika bölgelerini gezdi. İşten kalan zamanının neredeyse tamamını işçileri kendi evlerinde, gündelik yaşamlarında gözlemlemeye, içinde bulundukları durum hakkında onlarla konuşmaya ayırıyor, verdikleri mücadelelere tanık olmak istiyordu. İşçi sınıfının durumuna ilişkin yakın gözlemlerde bulunma fırsatını yakaladığı bu gezilerin bazılarına İrlandalı genç bir işçi olan Mary Burns de eşlik ediyordu. Onun sayesinde, girilmesi hiç de kolay olmayan yerlere, işçi sohbetlerine katılması mümkün oluyordu. Kısa süre sonra Mary’yle ilişkisi onun ölümüne dek sürecek bir sevgiye ve birlikteliğe dönüşecekti.
Bu süreçte Çartist hareketin önderleriyle ve bu hareket içindeki işçilerle kurduğu ilişkiler, bu ülkedeki siyasal ve sınıfsal durumu kavramasında ona çok faydalı bir kapı açmıştı. Engels, Çartistlerin Manchester’daki tüm gösterilerine katılıyor, yayınlarını yakından takip ediyordu. Bir süre sonra da Çartist basında yazıları yayınlanmaya başlamıştı.
1843 baharında, Londra’da komünist Alman işçilerinin gizli örgütü Haklılar Birliği ile tanışması ise onun kısa bir süre sonra Marx ile birlikte yürütmeye başlayacağı komünist örgütlenme faaliyeti açısından önemli bir basamak oluşturacaktı. Haklılar Birliğinin liderleri olan dizgici Karl Schapper, ayakkabıcı Heinrich Bauer ve saatçi Joseph Moll’ün karşılaştığı ilk devrimci proleterler olduğunu belirten Engels, pek çok konuda fikirlerine ve tutumlarına katılmasa da “bu üç gerçek insanın üzerimde bıraktıkları izlenimi hiç unutmayacağım” demektedir.
Engels’in bu süre zarfında Almanya, Fransa ve İngiltere’deki çeşitli gazetelerde çok sayıda makalesi yayınlandı. Marx ve Arnold Ruge’nin Rheinische Zeitung’un kapatılmasının ardından Paris’te Almanca olarak yayınlamaya başladıkları Deutsch-Französische Jahrbücher’de (Alman-Fransız Yıllıkları) çıkan iki makalesi (Şubat 1844) bunlar arasında en önemlileriydi. Bunları takip eden iki makalesi ise Ağustos-Ekim 1844’te, Paris’te Almanca olarak yayınlanan ve Marx’ın da destek verdiği Vorwarts (İleri) gazetesinde çıkmıştı. Bu dönemdeki makaleleri onun aynı zamanda eski fikirlerinden kopup materyalizme ve komünizme geçişini de belirgin bir şekilde yansıtmaktaydı. Engels bu yazılarda burjuva ekonomi politiği diyalektik ve materyalist temellerde eleştirmekte, burjuva ve küçük-burjuva teorisyenlerden farklı olarak, kapitalist özel mülkiyet sistemini tarihsel gelişim çizgisi içinde ele alarak onun tarihsel zorunluluğunu, sınırlarını, çelişkilerini ve ortadan kaldırılması için radikal ve köklü bir devrimci değişimin gerektiğini savunmaktaydı.[1]
Aynı dönemde kaleme aldığı yazılardan biri de “Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi” başlığını taşıyordu. Marx’ın daha sonraki dönemdeki ekonomi yapıtlarına da ilham verecek çalışmalardan biri olan bu yazıda aynı zamanda Malthus’un yoksullukla birlikte her türlü kötülüğün kaynağı olarak nüfustaki artışı gösteren zırva teorisi de bilimsel temellerde eleştiriliyordu. Marx, bu yazının bilimsel sosyalizmin genel ilkelerinden bazılarını da formüle ettiğini belirterek onun öneminin altını çizecekti.
1844 Haziranında Almanya Silezyalı dokumacıların isyanıyla çalkalanıyordu. Bu isyan Marx’ı da Engels’i de heyecanlandırırken, proletaryaya ve onun devrimci mücadeledeki rolüne olan güvenlerini ve inançlarını pekiştirecekti. Şöyle diyordu dostları Heine bu isyanın ardından kaleme aldığı o ünlü şiirinde:
Dokuruz ha dokuruz, senin sonunu dokuruz, gece gündüz,
inleyen tezgâhlarda mekiklerimiz savrula savrula,
sana kefen dokuruz, ey koca Almanya, sana kefen dokuruz,
dokuruz sana bir yuf, bir yuf daha, bir yuf daha,
dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
Nitekim Engels 1844 Eylülünde Almanya’ya döndüğünde bu büyük toplumsal değişimi kendi gözleriyle görecekti. Almanya’ya dönmek üzere Manchester’dan ayrılırken, dönüş yolunda Paris’e uğrayarak Marx’ı ziyaret edecekti. Bu ziyaretle Engels’in Marx’la ömür boyu sürecek dostluklarının ve politik birlikteliklerinin tohumu da atılacaktı. On gün boyunca her gün bir araya gelerek, pek çok konuda tartışıp söyleşen ikili, tüm teorik konularda tam bir fikir birliği içinde olduklarını göreceklerdi. Köln’de soğuk bir havada gerçekleşen ilk tanışmanın üzerinden geçen iki yılda ayrı ayrı yürümüş ve işte şimdi aynı noktada büyük bir mutlulukla buluşmuşlardı. Bu tarihsel buluşma, ortak çalışmaları için de bir başlangıç noktasıydı. Engels Barmen’e döndükten sonra Marx’a yazdığı ilk mektubunda (Ekim 1844), Paris’te beraber geçirdikleri on günden aldığı keyfi ve duyduğu neşeyi büyük bir içtenlikle dile getiriyordu.
Engels Paris’teyken demokratik ve sosyalist hareketin temsilcileriyle, çeşitli ülkelerden gelen göçmen devrimcilerle tanışmıştı. Marx’la birlikte yaptıkları sohbetlerde bu devrimcilerle fikir alışverişinde bulunma fırsatı yakalamıştı. Almanya’ya döndüğünde de doğrudan oradaki sosyalist faaliyeti gözlemleme, geliştirme ve örgütleme işine yoğunlaşmıştı. Marx’a oradan yazdığı mektuplarda gözlemlerini ve düşüncelerini ayrıntılı bir şekilde dile getiriyordu. Ancak yine Marx’la birlikte öncelikli görevi, materyalizme ve komünizme düşman felsefi ve siyasi akımlarla hesaplaşmak olarak kararlaştırmışlardı. Bu çabanın ilk ortak ürünü “Kutsal Aile” olacaktı. Eser, Marx’ın üstlendiği bölümleri derinleştirip genişletmesiyle broşür boyutunu aşmış, böylece Engels’in yazmayı üstlendiği ilk bölümler genel bütün içinde daha dar bir kısım olarak kalmıştı.
Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi başlığını taşıyan ve Marx ve Engels’in ömür boyu sürecek işbirliğinin ilk ürünü olarak ayrı bir öneme sahip olan bu eser, siyasi alanda giderek etkin bir gerici rol oynamaya başlayan Genç Hegelcilerle hesaplaşma amacını taşıyordu. Bruno ve Edgar Bauer kardeşlerin temsilcisi olduğu bu felsefi akım, “eleştirel eleştiri” ekolü olarak adlandırılıyordu. “Kutsal Aile”, Bauer kardeşler ve onların izleyicilerine verilen mizahi addı. Lenin’in dediği gibi bunlar, bütün gerçeklerin üstünde, partiler ve siyasetin üstünde duran, bütün pratik eylemleri reddeden ve yalnızca çevredeki dünyayı ve orada meydana gelen olayları “eleştirel” bir biçimde seyreden bir eleştiri öğütlüyorlar, proletaryayı eleştirel olmayan bir kitle olarak hor görüyorlardı.[2] Elif Çağlı’nın “Bu Dünyaya Marx Geldi” adlı broşüründe Kutsal Aile’ye ilişkin yazdıklarına kulak verelim:
“Bauer kardeşlerin eleştirisi aslında Hegel’in görüşlerini karikatürize ediyor, onun diyalektiğini solduruyor ve neticede Hegelci felsefeyi yoksullaştırmış oluyordu. Marx ve Engels’in dikkat çektiği üzere, «eleştirel eleştiri» akımı ile kurgusal felsefe doruk noktasına erişmişti. Örneğin Bruno Bauer, Fransız devriminin başarısızlığını gerçek dünyada (nesnel koşulların elverişsizliği ya da devrimcilerin yetersizlikleri, hatalı pratikleri vb.) arayacak yerde, devrime ilişkin fikirlerin başarısızlığına yüklüyordu. Bu değerlendirme tarzı tam anlamıyla gerçekler dünyasından uzaklaşmaktı. Eylemin belirleyici gücünü göz ardı edip, kurgusal felsefenin sırça köşkünde fikirlere her şeye muktedir bir yaratıcı rolü atfetmekti. Oysa fikirler kendi başlarına hiçbir şey gerçekleştiremezlerdi. Fikirleri yaşama geçirmek için, ellerinde gerçek güç bulunan ve pratikte hedefe doğru harekete geçmiş insanlar gerekirdi. Fikirler ancak sınıfın gerçek çıkarlarını temsil ettikleri zaman karşı tarafı yenme gücüne sahip olabilirlerdi; aksi halde her zaman yenilmeye mahkûmdular.
“B. Bauer, aslında halktan, kitleden nefret eden biriydi ve o nedenle de halkın özlemlerinin tipik bir yansıması olarak gördüğü sosyalizme karşı düşmanca bir tutum içindeydi. Kendi tutumunu haklı çıkarmak için de, tıpkı günümüz soytarılarının yaptığı gibi, tek tek işçilerin ya da işçi sınıfının verili andaki pasif durumunu kendi inançsızlığına gerekçe gösteriyordu. Buna dayanarak, bu insanlardan, bu kitleden, bu sınıftan bir hayır gelmeyeceğini ispata çalışıyordu. Marx bu budalaca yaklaşımla alay ederek dikkatleri gerçek olana çekti. Şöyle ki, sosyalizm hedefinin doğruluğu ve haklılığı işçilerin verili andaki durumuyla açıklanamazdı. Esas olan, şu ya da bu proleterin ya da hatta tüm proletaryanın o an için hangi bilinç düzeyinde olduğunu ve henüz kurtulamadığı yanılsamaları nedeniyle hangi yanlış siyasetleri benimsediğini bilmek değildi. Asıl olarak, proletaryanın kapitalizm altında nasıl bir sınıf olduğunu ve onun kendi nesnel varoluş koşulları nedeniyle neticede tarihsel olarak neyi yapmak zorunda kalacağını bilmek gerekiyordu.”[3]
Elif Çağlı’nın da vurguladığı gibi, Kutsal Aile idealist felsefeye darbe indirmekle kalmamış, diyalektik materyalizmin temellerini atarken idealist tarih anlayışını da yere sermişti. Bu eser Alman demokrat basınında “sosyalist dünya görüşünün bir ifadesi” olarak ilgi çekmişti.
Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi Engels Almanya’ya döndüğünde çok belirgin bir toplumsal değişimle karşı karşıya kalmıştı. Marx’a yazdığı ilk mektubunda, Wuppertal’daki hızlı değişime, sanayideki büyük ilerlemeye dikkat çekerek “kızgın ve öfkesini burnundan soluyan işçilerimizi bir kere harekete geçirdikten sonra Wuppertal’ı tanıyamayacaksın” diyordu. Komünist düşüncenin giderek yaygınlaştığına tanık olmanın sevincini yaşarken, bunu Marx’a yazdığı mektuplara da yansıtıyordu. Almanya’da aydınlar, gençler, işçiler gerek toplumsal sorunlara ilgi gerekse örgütlenme faaliyeti olarak büyük bir politik sıçrama içindeydiler. 19 Kasım 1844 tarihli mektubunda, “bugünlerde işçilerin yetiştirilmesi için dernekler kurmak üzere her yerde halka açık toplantılar yapıyoruz. Bizim Almanları harekete geçirmenin harika yolu bu; ayrıca maddiyattan başka bir şey düşünmeyen ot gibi insanların dikkatini de toplumsal sorunlara çekmeye yarıyor” demekteydi Engels Marx’a. Yine bu mektupta, yeni doğacak bir eserin müjdesini de vermekteydi yoldaşına:
“Boğazıma kadar İngiliz gazetelerine ve kitaplara gömüldüm; İngiliz proleterlerin içinde bulunduğu koşullar hakkındaki kitabımı yazıyorum. En güç işi, materyalin derlenip düzenlenmesi işini, bir iki hafta kadar önce tamamladığım için, kitabı Ocak ayının ortasına ya da sonuna kadar bitireceğimi sanıyorum. İngilizleri, işledikleri günahların uzun bir listesiyle birlikte teşhir edeceğim. İngiliz burjuvazisini, tüm dünyanın önünde, kitle halinde cinayet işlemekle, soygun yapmakla ve öteki suçları işlemekle suçluyorum. Bir de İngilizce önsöz yazıyorum; bu önsözü ayrıca bastıracağım ve İngiltere’deki parti liderlerine, yazarlara ve parlamento üyelerine göndereceğim. Bu ahbaplar beni anımsamak zorunda kalacaklar. Söylemeye gerek yok, semeri döverken eşeği kastediyorum; yani Alman burjuvazisini. Yeterince açık biçimde, Alman burjuvazisinin İngiliz burjuvazisi kadar kötü olduğunu, yalnızca kötü çalışma koşulları altında işçi çalıştırma yöntemlerinde İngiliz burjuvazisi kadar cesaretli, tutarlı ve gelişkin olmadığını belirtiyorum.”[4]
Yazım halindeki bu kitabın adı İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu olacaktı.
1842’de gittiği İngiltere’de iki yıla yakın bir süre kalan Engels’in İngiliz kapitalizmine ve işçi sınıfına yönelik gözlemlerini derin bir inceleme ve araştırmayla birleştirmesi, onun ilk büyük eserinin ortaya çıkmasında somutlanmıştı. 1844 Eylülünde yazımına başlanan ve 1845 yazında Almanya’da yayınlanan bu kitap Alman basınında büyük bir yankı uyandıracaktı. İlerleyen yıllarda ünü Rusya, Avusturya, Polonya ve diğer ülkelere de yayılacak, pek çok ülkede işçilerin temel kitaplarından biri haline gelecekti. Orijinali Almanca olan ve İngilizce baskısı önce ABD’de (1887) yapılan bu eser, bizzat konusu olan ülkede yani İngiltere’de ancak 1892’de yayınlanacaktı.
Engels, proletaryanın klasik ülkesinin İngiltere olduğunu, bu yüzden onun her yönüyle ancak İngiltere’de izlenebileceğini dile getirerek başlıyordu kitabına. Böylece neden Almanya değil de İngiltere sorusuna da yanıt vermiş oluyordu. Lenin’in bu kitap hakkındaki sözleri, onun özgünlüğüne, önemine ve yarattığı etkiye dair güzel bir özet sunmaktadır:
“Engels’ten önce de, birçok kimse, proletaryanın acılarını yazmış ve ona yardımın gerekli olduğunu belirtmiştir. Proletaryanın yalnızca acı çeken bir sınıf olmadığını; aslında proletaryayı dayanılmaz bir biçimde ileri iten ve nihai kurtuluşu için savaşmaya zorlayan şeyin içinde bulunduğu utanç verici ekonomik durum olduğunu söyleyen ilk kişi Engels’tir. Ve savaşan proletarya kendine yardım edecektir. İşçi sınıfının politik hareketi, kaçınılmaz olarak, işçileri tek kurtuluşlarının sosyalizmde olduğunu kavramaya götürecektir. Öte yandan sosyalizm, ancak, işçi sınıfının siyasal savaşımının amacı olduğu zaman, bir güç olacaktır. Engels’in, İngiltere’de işçi sınıfının durumu üzerine yazmış olduğu kitabının temel fikirleri, şimdi düşünen ve savaşım veren proletaryanın tümü tarafından benimsenen, ama o zaman, tümüyle yeni olan fikirlerdir. Bu fikirler, İngiliz proletaryasının sefaletinin gerçeğe en yakın ve en çarpıcı görüntüleriyle dolu ve çekici bir üslupla yazılmış bir kitaba yerleştirilmişlerdi. Kitap, kapitalizmin ve burjuvazinin müthiş bir suçlamasıydı ve derin bir etki yarattı. Engels’in kitabı, modern proletaryanın durumunu en iyi biçimde sergileyen bir belge olarak, her yerde anılmaya başlandı. Ve, gerçekten de, ne 1845’ten önce, ne de daha sonra, işçi sınıfının sefaletinin öylesine çarpıcı ve öylesine gerçek bir betimlemesi çıkmıştır.”
İşçi sınıfının içinde bulunduğu sefalet koşullarını çarpıcı bir şekilde anlatmakla yetinmeyen Engels, İngiltere’de kapitalizmin gelişimini 1700’lü yıllardan itibaren ele alırken, onun bir dizi temel yasasını ve emekçi sınıflar üzerindeki etkisini materyalist-diyalektik bir kavrayışla yorumlamaktaydı. Kapitalizmin doğasından kaynaklanan ekonomik bunalımlar; bunun çeşitli yönleriyle işçi sınıfı üzerindeki etkileri; makineleşmenin yol açtığı kitlesel işsizlik; kapitalistlerin işçiler arasındaki rekabeti ve işsizlerden oluşan yedek işçi ordusunu nasıl kendi çıkarları için kullandığı; kadın ve çocuk emeği sömürüsü; meslek hastalıkları ve iş kazaları; burjuvazinin İrlandalı göçmenleri işçi ücretlerini düşürmek için kullanması; kentlerin durumu ve bunun insan sağlığı üzerindeki etkileri; sefalet içindeki işçileri vuran salgın hastalıklar… Engels kitabında tüm bunları ve daha fazlasını derinlikli biçimde ele alıyordu.
Nitekim Marx da Kapital’de “İngiltere’de büyük sanayinin başlangıcından 1845’e kadar gelen dönem üzerinde yer yer durduğunu ve bu konuda Friedrich Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu eserini okuyucuya öğütlediğini” belirterek, pek çok kez atıfta bulunduğu bu kitabın ve Engels’in hakkını şöyle teslim edecekti:
“Engels’in kapitalist üretim tarzının ruhunu ve özünü ne kadar derinliğine kavramış olduğunu 1845’den bu yana yayınlanmış bulunan Factory Reports (Fabrika Raporları), Reports on Mines (Madenler Hakkında Raporlar) vb. göstermiş bulunuyor; onun eserini on sekiz-yirmi yıl sonra yayınlanmış olan Children’s Employment Commission’un (Çocuk İstihdamı Komisyonu’nun) resmî raporları (1863- 1867) ile şöyle bir karşılaştırmak bile Engels’in durumu ayrıntılarıyla birlikte ne kadar hayret edilecek bir isabetle tarif etmiş olduğunu görmeye yeter.”[5]
Çeşitli sanayi kollarının yanı sıra tarım ve madenlerde çalışan işçilerin durumunu da ayrıntılı olarak sergileyen Engels, kapitalist üretimin sınıfları keskin bir şekilde böldüğünü ve çelişkileri derinleştirdiğini ifade ediyordu. İngiliz işçi sınıfıyla İngiliz burjuvazisinin apayrı dünyalara mensup olduklarını anlatırken, işçilerin başka lehçelerle konuştuklarını, başka düşünceleri ve idealleri, başka gelenekleri ve ahlâk ilkeleri, burjuvazininkinden farklı bir dinleri ve politikaları olduğunu dile getirmekteydi. Öte yandan kapitalizmin yaratıp büyüttüğü bu sınıf burjuvaziyi haklı olarak korkutuyordu. Zira işçilerin bir sınıf olduklarını, bir bütün olduklarını hissetmeye, tek tek bireyler olarak zayıfsalar da birleştikleri zaman bir güç haline geldiklerini algılamaya başlamaları onları burjuvaziden ayrıştırmakta ve bir bilinç uyandırmaktaydı. Büyük kentlerin işçi hareketinin doğum yerleri olduğuna, işçilerin kendi koşulları üzerinde düşünmeye ve o koşullara karşı mücadele vermeye ilkin oralarda başladıklarına; proletarya ile burjuvazi arasındaki karşıtlığın ilkin büyük kentlerde kendini ortaya koyduğuna; sendikalar, Çartizm ve sosyalizmin oralardan çıkarak ilerlediğine dikkat çekmekteydi Engels.
İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu, ilerleyen yıllarda Marksist yazının başta Komünist Manifesto olmak üzere pek çok eserine zemin teşkil edecek kıymetli değerlendirmelerle doludur. Bu kitapta Engels’in genç yaşına rağmen yaptığı derinlikli gözlemler, son derece önemli tahlillerle taçlandırılmıştır. Ziyadesiyle yaygın olan küçük-burjuva sosyalistlerden farklı olarak, o, sanayi işçilerinin sınıfın öncü kesimleri olduğu sonucunu çıkararak devrimci mücadele açısından kazanılması gereken asıl unsurlara işaret etmektedir: “Bu fabrikalarda çalıştırılanlar, İngiliz işçilerin en zeki ve en enerjik olanıdır, ve dolayısıyla da en huzursuz ve burjuvazinin en çok nefret ettiği kesimdir. Bir bütün halinde davranırlar ve nasıl ki onların patronu sanayiciler, özellikle Lancashirelılar, burjuva ajitasyonunun önderliğini yürütürlerse, pamuk işçileri de seçkinlikleriyle işçi hareketinin önünde yürürler.”
Engels işçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içindeki basamaklarını da ortaya sermişti: Bir tepki olarak suç işlemek, makine kırıcılık, gizli birliklerin ortaya çıkması, örgütlenme hakkının kazanılmasından sonra savaş okulları olarak sendikaların ve grevlerin öne çıkması, nihayetinde de işçi sınıfının politik hareketinin gelişmeye başlaması. Engels bu son noktada Çartizmin rolünü de ele almaktaydı: “Sendikalarda ve grevlerde, karşı çıkış hep yalıtılmış durumda kalmıştır: tek tek burjuvayla savaşan tek tek işçi grupları ya da şubeleri idi. Eğer çatışma genelleştiyse, bu seyrek olarak işçilerin böyle niyet etmesinden ötürü olmuştu; bile bile böyle yapıldığı zaman da tabanında Çartizm vardı. Ama Çartizmde, burjuvaziye karşı ayağa kalkan ve her şeyden önce siyasal güce, burjuvazinin kendisini koruduğu kaleye saldıran, tüm bir işçi sınıfıdır.”
Owen’la başlayan ütopik sosyalizmi ise burjuvaziye karşı çok özenli davranıp proletaryaya büyük haksızlık etmekle, tepeden tırnağa yumuşak başlı ve barışçıl olmakla, yerleşik düzeni kabul etmekle, kamuoyunu kazanma dışındaki tüm yöntemleri yadsımakla eleştirerek şöyle demekteydi: “Alt sınıfların karşılaştığı ahlâk çöküntüsünden yanıp yakılıyorlar; ama eski toplumsal düzenin çözülüşündeki ilerletici öğeyi göremiyorlar ve özel çıkarların neden olduğu çürümüşlüğün ve mülk sahibi sınıflardaki ikiyüzlülüğün daha büyük olduğunu kabule yanaşmıyorlar. Tarihsel gelişim diye bir şeyi itiraf etmiyorlar; ulusu, siyasal gelişimin, dönüşümü olanaklı ve gerekli hale getireceği noktaya kaçınılmaz yürüyüş yoluyla değil, ama bir gecenin içinde ve hemencecik komünizme ulaştırmak istiyorlar. Doğru, emekçinin burjuvaya neden öfke duyduğunu anlıyorlar, ama bu sınıf nefretini verimsiz buluyorlar; oysa işçiyi hedefe yakınlaştırabilecek tek moral dürtü bu. Bunun yerine, İngiltere’nin bugünkü konumunda çok daha verimsiz olan bir insanseverlik ve sevgi öğütlüyorlar.”
İngiltere’de açık bir toplumsal savaş kol gezerken, bu savaşı barış ve insanseverlik maskesi arkasında ikiyüzlüce yönetmenin burjuvazinin çıkarına olduğu şüphe götürmezdi. Emekçiler için yararlı tek şey gerçek durumu çırılçıplak ortaya koymak ve bu ikiyüzlülüğü yıkmaktı. Burjuvazinin işçilere karşı gizlice ve haince yaptıkları saklanıp gizlenmeden açıkça ortaya konmalıydı. Nitekim Engels, bu kapsamlı çalışmasının son bölümünde, “devrim mutlaka gelecek, barışçıl bir çözüm için vakit artık çok geç” derken yakın vadeli bir kehanette bulunuyordu: “Sınıflar giderek daha keskince bölündü, direniş ruhu işçilere işliyor, kızgınlık kabarıyor, daha önemli çatışmalarda gerilla kavgaları yoğunluk kazanıyor ve yakında çok küçük bir itme, çığı yuvarlamaya yetecek. İşte o zaman, tüm ülkede şu savaş narası yankılanacak: «Saraylara savaş, kulübelere barış!» – ama o zaman da zenginin sakınması için çok geç olacak.”
Engels, bu satırların kaleme alınmasından yaklaşık elli yıl sonra yazdığı İngilizce baskıya önsözde, kitaptaki kehanetlerden birkaçının yanlış çıktığını belirtirken, bunu da onlar arasında sayıyor ve gençlik heyecanına bağlıyordu. Engels bu kitabı yazdığında henüz 24 yaşındaydı. Bu nedenle böylesi bir eserde gençlik heyecanının, eski fikirlerin kalıntılarının ve teorik eksikliğin yansımalarının olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Ama bu faktörlere rağmen söz konusu eksiklikler asgari düzeydeydi ve bu da onun dehasının sonucuydu.
Engels’in yine bu önsözde belirttiği üzere, bu kitabın yazıldığı dönemde henüz bilimsel sosyalizm, yani Marksizm ortada yoktu. Ama bu kitap onun embriyon olarak gelişiminin aşamalarından birine işaret etmekteydi; elbette atalarının izlerini taşıyarak. Kitaptaki “komünizmin yalnızca işçilerin sorunu değil, bir insanlık sorunu olduğu” yönündeki ifade de bu izlerin yansımasıydı. Buna ilişkin olarak şöyle diyordu Engels:
“… insan embriyonu ilk evrelerinde balık olan atalarının solungaç kemerlerini nasıl yeniden üretiyorsa, bu kitap da her yerinde [modern sosyalizmin] atalarından biri olan Alman felsefesinden modern sosyalizmin çıkışının izlerini taşır. Komünizmin, yalnızca işçi sınıfının parti öğretisi olmadığının, kapitalist sınıf dahil olmak üzere tüm toplumun, bugünkü dar koşullarından kurtuluşunun teorisi olduğunun sıkı sıkıya vurgulanması da işte bundan ötürüdür. Bu soyut olarak yeterince doğrudur ama pratikte kesinlikle yararsız ve hatta bazen daha da kötüdür. Varlıklı sınıflar yalnızca herhangi bir kurtuluş gereği duymamakla kalmayıp işçi sınıfının kendini kurtarmasına da kararlı biçimde direndiklerine göre toplumsal devrimin tek başına işçi sınıfı tarafından hazırlanıp başarılması gerekiyor. 1789’un Fransız burjuvası da burjuvazinin kurtuluşunun, tüm insan soyunun kurtuluşu demek olacağını ilan etmişti; ama soylular ve din adamları bunu görmüyordu; o sıralarda feodalizmle ilgili olarak soyut tarihsel bir doğru olan bu önerme, kısa sürede basit bir duygusalcılık [sentimentalism] durumuna geldi ve devrimci savaşımın alevleri arasında yitip gitti. Ve bugün, kendi üstün konumlarının «yansızlığı» ile işçilere, sınıf çıkarlarının ve sınıf savaşımlarının çok üstüne çıkmış ve rakip iki sınıfın çıkarlarını daha üst bir insanlıkta uzlaştırmaya yönelmiş bir sosyalizm öneren insanlar ya henüz çok şey öğrenmesi gereken cahillerdir, ya da işçilerin en korkunç düşmanlarıdır – kuzu postuna bürünmüş kurtlardır.”[6]
Söz konusu önsözde, İngiltere’nin kapitalist sömürünün ilk gençlik dönemini geride bıraktığına ama başka ülkelerin oraya henüz geldiklerine de dikkat çekilmektedir. Bunun da ötesinde, “işçi sınıfının sefil durumunun nedeni, o ufak-tefek yakınma konularında değil, kapitalist sistemin kendisinde aranmalıdır” denerek meselenin özüne vurgu yapılmaktadır. Bu önsöz, yaklaşık 50 yıllık bir süreçte kapitalizmin geçirdiği evrimi özetlemesi, onun gelgeç tarihsel görüngülerine değil içkin yönlerine odaklanılması gerektiğini vurgulaması ve diğer pek çok husus bakımından son derece önemlidir.
Eleanor Marx 1890’da Engels’in 70. yaş günü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nun aradan kırk yıl geçtiği halde halen geçerliliğini koruduğunu belirtirken, “İngilizce çevirisi çıktığında bu ülkedeki işçiler bu kitabın daha yeni yazıldığını sanmışlardır” demektedir.
İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu, Engels’in beklediği ve dilediği üzere burjuvaları fazlasıyla kızdırmıştı. Bunlar arasında kuşkusuz babası da vardı. O günlerde arkadaşı Georg Weerth, annesine yazdığı bir mektupta, Engels’ten ve kitabının yarattığı etkiden bahsederken şöyle diyordu: “Ailesiyle korkunç bir fikir ayrılığı içerisinde; dinsiz imansız sayılıyor; zengin babası geçimi için gerekli tek kuruş vermeyecek. Ancak ben bu gencin olağanüstü bir zekâya ve akla sahip Tanrısal türden bir insan olduğunu biliyorum; gece gündüz işçi sınıfının iyiliği için çalışıyor.”[7]
Bu çaba Engels’in de Marx’ın da ölümüne dek kesintisiz bir şekilde devam edecek ve iki büyük beyin sosyalizm mücadelesinde yolunu aydınlatmak üzere işçi sınıfına paha biçilmez eserler armağan edecekti. Geliştirdikleri materyalist diyalektikse vazgeçilmez bir bilimsel yöntem olarak aynı zamanda sosyal bilimlerden doğa bilimlerine tüm alanlarıyla bilimin, dolayısıyla insanlığın hizmetine sunulacaktı.
(devam edecek)
[1] Friedrich Engels Biyografi, Sorun Yay.
[2] Lenin, Friedrich Engels, marksist.com
[3] Daha ayrıntılı değerlendirmeler için bkz. Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi, marksist.com
[4] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay.
[5] Marx, Kapital, c.1, Yordam Yay., s.236, 56 nolu dipnot
[6] Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yay.
[7] Marx-Engels Anıları, s.227. Marx ve Engels’in yakın dostu ve yoldaşı olan Georg Weerth, Alman işçi sınıfının en önemli şairlerinden biri olacak, fakat genç yaşında hayatını kaybedecekti.
Almanya’da 1844 yazında yükselişe geçen işçi hareketi sosyalist faaliyetlerde de belirgin bir canlanmaya yol açmıştı. 1845 Şubatında Elberfeld’te Engels’in de örgütleyicileri arasında olduğu komünizm konulu toplantılar yapılmış ve bu toplantılar beklenenin üstünde bir ilgi görmüştü. Ne var ki komünizme duyulan ilgideki bu artışa, sosyalistlere yönelik polis baskısındaki artış da eşlik etmişti. Rejimin baskısı sadece Almanya içinde değil dışında da şiddetlenmiş, çeşitli ülkelerdeki politik göçmenler Prusya makamlarının bastırması sonucunda söz konusu ülkelerdeki yönetimler tarafından sıkıştırılmaya başlanmıştı. Bundan nasibini alanlardan biri de Paris’teki Marx olmuş, sınır dışı edilmesinin ardından ailesiyle birlikte Belçika’ya gitmek zorunda kalmıştı. O sırada sürekli polis takibinde olan Engels ise komünist faaliyetleri nedeniyle evde de giderek artan bir gerginliğe maruz kalıyordu. Bütün kasaba fabrikatör babanın komünist oğlundan söz ederken baba Engels, “Bu durumun bir babayı ne denli kedere sürüklediğini hayal dahi edemezsin: Evvelce benim babam Barmen’deki Protestan cemaatine bağışta bulunuyordu, sonra ben bir kilise inşa ettim, şimdi ise oğlum bunu yıkmakla meşgul” diye dert yanıyordu bir dostuna.
Bütün bu koşullar altında Brüksel’deki yoldaşının yanına gitmek için can atan Engels, bu arzusunu Nisan ayında gerçekleştirip Marx’ın yerleştiği apartmanın yanındaki bir eve taşındı. Bu yeni ortam, iki devrimcinin materyalist tarih anlayışını geliştirdikleri kapsamlı bir felsefe çalışmasını birlikte yürütmelerini de olanaklı kılacaktı. Bu arada çeşitli gazetelerde yayınlanmak üzere yazılar yazmaya devam ediyorlardı. Marx’ın ekonomi çalışmaları için İngiltere’ye gitmesi gerekince Engels de ona eşlik etti. 1845 yazında gerçekleşen bu birkaç haftalık İngiltere yolculuğunda Engels Marx’ı Haklılar Birliği üyeleriyle ve Çartistlerin sol kanadıyla tanıştırdı. O günlerde düzenlenen bazı toplantılara da birlikte katıldılar. Bu toplantılardan birinde, Londra’da yaşayan göçmen sosyalistlerin uluslararası bir dernek kurmaları (Kardeş Demokratlar) kararlaştırılmıştı. Engels bunu “Londra’da Uluslar Şenliği” başlıklı makalesinde duyururken, “bugünün demokrasisi komünizmdir” diyor ve proletarya enternasyonalizminin ilkelerini de dile getiriyordu: “Tüm ülkelerin proleterlerinin çıkarı tek ve aynı, düşmanı tek ve aynı, önlerindeki savaşım da tek ve aynıdır (…) Yalnız proletarya milliyeti ortadan kaldırabilir ve yalnızca uyanan proletarya, çeşitli ulusların kardeşliğini sağlayabilir.”[1]
Engels ve Marx Brüksel’e döndükten sonra, derinlikli felsefi eserlerinin en önemlilerinden biri olan Alman İdeolojisi üzerinde çalışmaya ağırlık vermişlerdi. Yaklaşık on ay sürecek yoğun bir çabanın ardından ortaya iki ciltlik bir eser çıkmıştı. Hegel sonrası idealist felsefesinin eleştirisine yoğunlaşan ilk cilt, üç bölümden oluşuyordu. “Feuerbach. Materyalist ve İdealist Anlayışların Karşıtlığı” başlığını taşıyan ilk bölüm aynı zamanda kitabın en önemli bölümüydü. İkinci ve üçüncü bölümler Genç Hegelcilerin (Bruno Bauer ve Max Stirner) eleştirisine ayrılmıştı. İkinci cilt ise “hakiki sosyalizm” olarak anılan felsefi ekolün eleştirisini içeriyordu.
Alman İdeolojisi Marx ve Engels’in tam anlamıyla ortak eseriydi. Bilimsel komünizmin temeli olarak materyalist tarih anlayışını, yani tarihsel materyalizmi ilk kez bu denli bütünlüklü bir şekilde işledikleri bu kitap pek çok önemli konuya zengin açılımlar getiriyordu. Ne var ki böylesi büyük bir öneme sahip olmasına rağmen yayıncı bulunamadığı için Marx ve Engels hayattayken basılamayacaktı. El yazmaları onlarca yıl karanlıkta kalan Alman İdeolojisi ilk kez 1932’de Almanca ve 1933’te Rusça olarak SSCB’de yayınlanacaktı.
“Her ne kadar Marx ve Engels, bu elyazmalarını farelerin kemirici eleştirisine terk ettiklerini söylemiş olsalar da, bu metinlerde geliştirilen fikirler ilerleyen yıllar içinde Marksist külliyatın çok önemli bir yapıtaşını oluşturmuştur” diyen Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi ve Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler başlıklı yazılarında bu eserin önemli hususlarına dikkat çekmektedir. Ayrıntılı bir özetle ele alınan bu hususları burada tekrarlamayıp, Elif Çağlı’nın söz konusu yazılarının okunmasını öneriyoruz.
Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’yle idealist felsefenin defterini dürmüş, insanlığın toplumsal gelişimini diyalektik ve tarihsel materyalizm temelinde ele alarak sosyalizmin ütopyadan bilime dönüştürülmesinde çok büyük bir adım atmışlardı. Marksizm dünyayı değiştirecek büyük eylemin kılavuzu olacaktı, ama bu eylemin sadece kitabi bir kılavuza değil devrimci bir örgüte de ihtiyacı vardı. Tam da bu yüzden Marx ve Engels, en az teorik çalışmaları kadar, işçi sınıfının uluslararası devrimci örgütlülüğünü sağlamak için de hummalı bir çaba içindeydiler. Şöyle demektedir Engels:
“Biz salt yeni bilimsel sonuçları kalın kitaplar halinde «bilgili» dünyaya fısıldamak amacını hiçbir zaman gütmüyorduk. Tam tersine, ikimiz de politik harekete çoktan girmiştik; uygar dünyada, özellikle Batı Almanya’da belli yandaşlarımız ve örgütlü proletaryayla artan ilişkimiz vardı. Düşüncemizi bilimsel temele oturtmakla görevliydik; Avrupa proletaryasını ve ilk önce Alman proletaryasını görüşümüze kazanmak da bizim için çok önemliydi. Ancak ne yapacağımızı kesin olarak bilirsek işe koyulabilirdik.”[2]
Bilimsel sosyalizmin teorik temellerini döşeme çabası, sosyalist hareketi burjuva ve küçük-burjuva etkilerden arındırmak üzere verilen ideolojik mücadeleyle iç içe yürürken, bu yeni görüşleri devrimci aydınların yanı sıra proletaryanın öncü kesimlerine ulaştırma ve onları örgütleme uğraşı da hız kazanmaktaydı. Ve kuşkusuz Marx ve Engels’in bu çabalarına daha en baştan itibaren enternasyonalizm damgasını basıyordu. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi,
“Onlar örgütlü devrimci mücadelenin ulusal ve uluslararası boyutları içeren sentezini ortaya koymuşlardı. Proletarya her ülkede ulusal ölçekte düzen karşıtı örgütlenmesini gerçekleştirirken, bu çabanın diğer ülkelerin işçileriyle enternasyonal mücadele birliği hedefiyle yol alması gerekliydi. Kapitalist düzeni alaşağı edebilmek için, çeşitli ülkelerden proleterlerin devrimci örgütlülüğünün üzerinde yükselecek bir enternasyonal birliğin inşasına ihtiyaç vardı. Marx ve Engels, bu amaç doğrultusunda bir çekirdek örgütlenmeyi gerçekleştirebilmek üzere 1846 yılında Brüksel’de Komünist Haberleşme Komitesini kurdular.”[3]
Brüksel’de çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen çok sayıda politik göçmen bulunuyordu ve Marx ve Engels’in çevresinde Joseph Weydemeyer, Ferdinand Wolff, Wilhelm Wolff, Georg Weerth, Philippe Gigot gibi isimlerden oluşan komünistler yer alıyordu. Başta filoloji öğretmeni ve devrimci gazeteci Wilhelm Wolff olmak üzere bunların önemli bir bölümü ölene kadar Marx ve Engels’in yakın yoldaşları olarak kalacaktı. Brüksel’de kurulan Komünist Haberleşme Komitesinin yönetici çekirdeği üç kişiden oluşmaktaydı: Marx, Engels ve Gigot. Komitenin görevi çeşitli ülkelerdeki sosyalistler arasında haberleşme ve bilgi alışverişini sağlamanın, yayın faaliyetini koordine etmenin yanı sıra çeşitli siyasal sorunları tartışıp mücadele taktiklerini belirlemekti. Bu komitenin çabaları sonucunda Almanya’nın çeşitli bölgelerinde olduğu gibi Paris ve Londra’da da haberleşme komiteleri kurulmuştu.
Küçük-burjuva devrimciliğin etkin isimlerinden Alman terzi Wilhelm Weitling de Brüksel’e gelmesinin ardından bu komiteye katılan isimler arasındaydı. O dönemde oldukça popüler bir isim haline gelen Weitling, ütopik bir sosyalizm anlayışına ve komploculuğa dayanan bir politik çizgiye sahipti. Marx ve Engels ise sosyalist hareketi proleter bir eksene ve bilimsel bir temele kavuşturmaya çalışıyorlardı. Bu taban tabana zıt anlayışların şiddetli bir çatışmaya girmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Çok geçmeden komite ile Weitling’in yolları ayrıldı.
Komitenin ideolojik mücadele yürüttüğü bir diğer akım ise Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde de fikirlerini eleştirip çürüttükleri “hakiki sosyalistler”di. Bunların Haklılar Birliği içinde güç kazanmaya başladıkları haberlerinin gelmesi üzerine komite Engels’i Paris’e gönderme kararı almıştı. Bu akımla mücadele etmek üzere 1846 Ağustosunda Paris’e giden Engels 1848 başlarına kadar orada kalacaktı. Oradan İngiltere’de Çartistlerin yayın organı olan Northern Star için yazdığı makalelerde Fransa’daki politik durumu da tahlil edecekti. Engels’in ideolojik mücadele yürüttüğü gruplardan biri de Proudhon yanlılarıydı. Marx, 1847’nin ilk yarısında yazdığı Felsefenin Sefaleti adlı kitabında Proudhon’un görüşlerinin sefilliğini ortaya serip bu mücadeleyi doruğuna çıkaracaktı.
Engels Paris’te kaldığı bu süre boyunca yürüttüğü çalışmalarla işçi hareketi içindeki proletarya dışı akımların etkisini önemli ölçüde kırarken, kısa süre sonra yaratılacak komünist örgütün de temellerini sağlamlaştırmış oluyordu. Nitekim Lenin de “Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin temeli bu sayede 67 yıl önce Paris’te atılmıştır” diyerek bu çalışmaların önemini vurgulamıştır.
Marksizmin kurucuları, yürüttükleri ideolojik mücadele ve geliştirdikleri teorik temeller sayesinde Çartist hareketin sol kanadı üzerinde de, Haklılar Birliğinde de önemli bir etki yaratmışlardı. Marx da Engels de bu örgütün fikirsel netliğe sahip olmaması ve çeşitli küçük-burjuva akımların etkisinde kalması nedeniyle, daha önce kendilerine gelen katılım davetlerini reddetmişlerdi. Ne var ki 1847 Haziranında yapılacak kongre öncesinde gelen teklifi, örgütün yapı ve bileşimdeki değişim nedeniyle kabul etmişlerdi. Marx maddi sorunlar yüzünden Londra’ya gidemediği için Engels’in tek başına katıldığı bu kongrede örgütün adının Komünist Birlik olarak değiştirilmesi kararlaştırıldı. Elif Çağlı’ya dönelim:
“Bu örgüt, yeni tüzüğü, programı, bilimsel komünizme dayanan ideolojik ilkeleri ve enternasyonal mücadele perspektifiyle devrimci işçi hareketinin örgütlenmesinde tarihsel bir öneme sahip olacaktı. Kongre, bir sonraki kongrede kabul edilmek üzere tüzük taslağını belirledi ve programın temeli olarak da Engels’in kaleme aldığı «Komünist İman Yemini Taslağı»nın yerel örgütlerce incelenmesini kararlaştırdı. (…) Kongre, artık aşılmış olan ve proleter sınıf çizgisini yansıtmayan kimliksiz «Bütün İnsanlar Kardeştir!» sloganının terk edilerek, yerine Marx ve Engels’in biçimlendirdiği «Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!» sloganının geçirilmesini karar altına aldı.”
“Komünist Birlik’in ikinci kongresi de 1847 yılının sonlarına doğru yine Londra’da toplandı. Kongre daha önce taslak olarak hazırlanıp yerel örgütler tarafından tartışılan tüzüğü daha da geliştirilmiş biçimiyle kabul etti. (…) Komünist Birlik’in birinci kongresinde program taslağı olarak kabul edilen «Komünist İman Yemini Taslağı» daha sonra yine Engels tarafından revize edilmiş ve «Komünizmin İlkeleri» adlı yeni bir taslak ortaya konmuştu. Fakat bu taslakları yeterli bulmayan Marx ve Engels, ikinci kongrenin verdiği görev üzerine Komünist Manifesto’yu yazmak üzere kolları sıvamışlardı. 1847-1848 tarihlerinde kaleme alınan Manifesto bütün ülkelerin işçilerine, kendilerini ve insanlığı kapitalizmin esaretinden kurtaracak yolu gösteriyordu.” (age)
Burada, Komünist Manifesto’nun isim babasının da Engels olduğunu belirtelim. İlk kongrede “Komünist İman Yemini Taslağı” adıyla kabul edilen program taslağı üzerinde çalışan Engels, 1847 Kasımında Marx’a yazdığı mektubunda şöyle diyordu:
“«İman Tazeleme» üzerinde biraz daha düşün. Biz din kitabı üslubunu bir yana bıraksak ve şunun adına «Komünist Manifesto» desek daha iyi olacak diye düşünüyorum. Şöyle ya da böyle bunun içinde tarih de olacağına göre, şimdiki biçimi uygun görünmüyor. Ben burada hazırladığımı yanımda getireceğim, basit bir anlatı biçiminde, ama çarçabuk yazıldığı için kötü formüle edildi. (…) yaptığım hazırlık onaylanmaya henüz sunulmadı, ama ufak tefek bazı ayrıntıların dışında, en azından bizim görüşlerimize aykırı bir şeyleri içermeyen bir biçimde kabul edilmesini istiyorum.”[4]
Komünist Manifesto’ya temel teşkil eden içeriğiyle de tarihsel öneme sahip Marksist metinler arasında yer alan “Komünizmin İlkeleri”ni Engels 1847 Ekiminde kaleme almıştı. “Komünizm nedir?” sorusuna “komünizm, proletaryanın kurtuluş koşullarının öğretisidir” yanıtıyla başlayan metin, proletaryanın ne olduğunu, nasıl doğduğunu, proleterin diğer emekçi sınıflardan (köleler, serfler, zanaatçılar) farklarını, sanayi devriminin ve toplumun burjuvalar ve proleterler olarak bölünmesinin sonuçlarını sorular ve cevaplar şeklinde ilerleyerek işliyordu. Düzenli olarak yaşanan krizlerin büyük sanayi ve rekabetin koşullandırdığı aşırı üretim bunalımları olduğunu dile getiriyor ve büyük bir yıkıma yol açan bu hastalıklı yapıdan kurtuluş yolu olarak “yeni bir toplumsal örgütlenme”nin zorunluluğunu dile getiriyordu. Bu, sınai üretimin artık birbirleriyle rekabet eden tek tek fabrika sahipleri tarafından yönetilmeyip, belli bir plan uyarınca ve herkesin gereksinmeleri uyarınca toplumun tümü tarafından yönetildiği tümüyle yeni bir toplum örgütlenmesi olmalıydı. Büyük sanayinin ve onun olanaklı kıldığı sınırsız üretim genişlemesinin, toplumun her üyesinin bütün yeti ve yeteneklerini tam bir özgürlük içerisinde geliştirip kullanabilmesine yetecek miktarda zorunlu yaşam nesnelerinin üretildiği bir toplumsal düzeni yaratabileceğine dikkat çekiliyordu. Bunun için özel mülkiyetin kaldırılıp onun yerine bütün üretim araçlarının ortaklaşa kullanımının ve bütün ürünlerin ortak rıza ile dağıtımının zorunlu olduğunun altı çiziliyordu.[5]
Bu metinde Engels, işçi sınıfının gelişimini de, özel mülkiyetin kaldırılmasının koşullarını da materyalist bir tarih anlayışıyla ele alıyordu. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması yolundaki devrimin niteliğini, bu doğrultuda atılacak ilk adımları ve alınacak ilk önlemleri sıralarken, “böyle bir devrimin tek ülkeyle sınırlı olması olanaklı mıdır” sorusuna şöyle cevap veriyordu:
“Hayır. Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları, ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirlerine bağlamıştır ki, her halkın başına gelecekler, bir ötekine bağlıdır. Ayrıca, büyük sanayi bütün uygar ülkelerde toplumsal gelişmeyi öylesine eşitlemiştir ki, bütün bu ülkelerde burjuvazi ve proletarya, toplumun iki belirleyici sınıfı, ve bunlar arasındaki savaşım da, günün temel savaşımı olmuştur. Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da, aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır. Bu ülkelerin her birinde devrim; o ülkenin daha gelişkin bir sanayiye, daha çok zenginliğe, ve daha hatırı sayılır bir üretici güçler kitlesine sahip olup olmayışına bağlı olarak, daha çabuk ya da daha yavaş gelişecektir. (…) Bunun dünyanın öteki ülkeleri üzerinde de önemli etkileri olacak ve bunların daha önceki gelişme biçimlerini tamamıyla değiştirecek ve büyük çapta hızlandıracaktır. Bu, dünya çapında bir devrimdir, ve dolayısıyla kapsamı da dünya çapında olacaktır.”
Bu metinde komünistlerin dine ve aileye karşı tutumları, öteki siyasi partilere yaklaşımları gibi hususları da ele alan Engels, komünist topluma da genel hatlarıyla projeksiyon tutmuştu. “Komünizmin İlkeleri”nin taslağını oluşturduğu Komünist Manifesto ise işçi sınıfının ilk siyasal programı olarak 1848 Şubatında yayınlanacaktı.
Marx ve Engels’in ortak eseri olan Komünist Manifesto’nun 1848 Ocak ayı içinde hazırlanan Almanca elyazması Fransa’da patlak veren Şubat devriminden birkaç hafta önce Londra’da basımevine gönderilmişti. 1848 Haziran ayaklanmasından kısa süre önce de Paris’te bir Fransızca çevirisi yayınlanmıştı. İlerleyen yıllarda ise bu tarihi belge neredeyse bütün dillere çevrilerek tüm dünyaya yayılacaktı.
Manifesto “Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi[6] sınıf mücadeleleri tarihidir” cümlesiyle başlıyor ve bunun kapitalist toplumda proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımında somutlandığını serimliyordu. Burjuvazi üretici güçlerde muazzam bir sıçrama yaratmıştı, ne var ki yarattığı koşullarla süreç içinde kendi sonunu da hazırlamaya mahkûmdu: “Burjuva üretim ve mübadele ilişkileri, burjuva mülkiyet ilişkileri, o dev üretim ve mübadele araçlarını peyda etmiş olan modern burjuva toplumu, büyüler yaparak çağırdığı cehennem kuvvetlerine artık söz geçiremeyen büyücünün durumuna düşmüş bulunuyor. On yıllardır sanayinin ve ticaretin tarihi, modern üretici güçlerin modern üretim ilişkilerine karşı, burjuvazinin ve onun hâkimiyetinin yaşam koşulları olan mülkiyet ilişkilerine karşı isyanının tarihinden başka bir şey değildir.”
İşçi sınıfının kurtuluşunun yine kendi eseri olacağını vurgulayan Komünist Manifesto burjuvaziye karşı şu unutulmaz savaş çağrısıyla sona eriyordu: “Varsın hâkim sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır. Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
Lenin’in dediği gibi, bu küçücük kitapçık ciltlerce kitaba bedeldir ve onun ruhu o günden bu yana örgütlü mücadelesinde dünya proletaryasına ilham vermekte ve onu harekete geçirmektedir!
Komünist Manifesto’nun insanlığı sınıflı toplumların sömürü ve baskısından kurtaracak devrimci eyleminde işçi sınıfına yol gösteren bir mücadele programı olduğunun altını çizen Elif Çağlı’nın belirttiği gibi, “Manifesto asla kapitalizmin geçmiş dönemine ait eskimiş bir program değildir. O içinde yaşadığımız emperyalizm çağında da, kapitalizmin ve sınıf mücadelesinin temel dinamiklerini kavramak için işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu bir bilgi pınarıdır. Hatta Manifesto’nun pek çok bakımdan, yazıldığı tarihe oranla bugün devrimci proletarya için daha da büyük bir öneme sahip olduğunu söylemek abartma olmayacaktır”.[7]
Marx da Engels de, uzun bir zamandır Almanya ve Fransa’da yoğunlaşan çelişkilerin kaçınılmaz olarak devrime yol açacağını öngörmekte ve proletaryayı her açıdan buna hazırlamak gerektiğini düşünmekteydiler. Nitekim 1845’ten itibaren ağırlık verdikleri teorik çalışmalar gibi, komünistleri doğru fikirler etrafında birleştirme ve işçi sınıfının en ileri unsurlarını örgütleme çabaları da buna hizmet etmekteydi. Ne var ki Avrupa, bu çabalar henüz başlangıç aşamasındayken tutulacaktı bekledikleri devrim fırtınasına. Komünist Birlik yeni kurulmuştu ve çok sınırlı bir etki alanına sahipti. Daha da önemlisi, kapitalizmin ve proletaryanın gelişmişlik düzeyi proleter devrimler için henüz yeterli noktaya ulaşmamıştı. Ama devrimler komutla gelmedikleri gibi komutla ertelenemezler de! O günlerde de olan buydu.
Devrim 1848’in Şubat sonunda Paris’te patlak vermiş ve birkaç gün sonra Almanya’ya sıçramıştı. Önce Köln, ardından Macaristan, Viyana ve Berlin kapılmıştı devrim fırtınasına. İngiltere’de ise Çartist hareket yükselişe geçmişti. Manifesto’nun ilk satırları tüm çıplaklığıyla canlılık kazanmıştı: “Avrupa’da bir heyula dolaşıyor: Komünizm heyulası!” Bu heyula, burjuvaziye her aralıktan başını gösteriyor ve onu alabildiğine korkutup saldırganlaştırıyordu. Devrim alevlerinin sardığı Fransa ve Almanya arasında sıkışıp kalan Belçika burjuvazisi de bu korkudan fazlasıyla muzdaripti. Brüksel’de yaşayan mültecilere saldıran Belçika hükümeti Marx’ı da tutuklayıp birkaç saat içinde sınır dışı etmişti. Fransa’da eski hükümetin tüm kararlarını geçersiz saydığını ilan eden geçici devrim hükümetinin davetiyle Paris’e giden Marx orada yoldaşı Engels’le buluşmuştu.
O sırada Paris’teki Alman mülteciler devrimin yaşandığı Prusya’ya gitmek üzere hazırlıklar yürütüyor, hatta devrimci lejyonlar oluşturuyorlardı. Almanya’ya silahlı birliklerle gidip, devrime sınırdan itibaren çatışarak katılmayı savunanlar Bakunin önderliğinde harekete geçmişlerdi. Marx ve Engels ise Prusya’ya tek tek ya da küçük gruplar halinde giriş yapılmasını savunuyorlardı. Onların uyarılarına aldırmayan bu grupların büyük bir kısmı Prusya sınırında yenilgiye uğrayacaklardı.
Manifesto’da da yazıldığı gibi, Marx ve Engels, Almanya’da komünistlerin, mutlak monarşiye ve feodal toprak mülkiyetine karşı devrimci bir tutum takınması durumunda burjuvazinin desteklenmesi gerektiğini savunuyorlardı. Ama bu görev yerine getirilirken de sonrasında da proletaryada burjuvaziye yönelik hiçbir yanılsamanın yaratılmaması gerektiğinin de altını çiziyorlardı. Gerici sınıflar devrildikten sonra mücadele silahı derhal burjuvaziye dönmeliydi. Yine Manifesto’da, komünistlerin dikkatlerini en başta Almanya’ya yönelttikleri, çünkü Almanya’nın burjuva devriminin arifesinde olduğu ve Alman burjuva devriminin bu ülkede gerçekleşecek olan proleter devrimin dolaysız ön gösterisi olacağı belirtiliyordu.
Marx ve Engels’in Mart sonunda kaleme aldıkları “Komünist Partinin Almanya’daki Talepleri” başlıklı devrimci bildiri de bu devrimci anlayışla hazırlanmıştı. 17 maddeden oluşan bu bildirideki talepler şunlardı:
Tek ve bölünmez bir cumhuriyet ilan edilmesi; 21 yaşına ulaşan her Almanın seçme ve seçilme hakkına sahip olması; işçilerin de parlamento üyesi olabilmesi için halk temsilcilerinin maaş alması; tüm halkın silahlandırılması; hukuk hizmetlerinin ücretsiz olması; kırsal halkın sırtındaki tüm feodal yükümlülüklerin tazminatsız kaldırılması; tüm feodal arazilerin, madenlerin, taşocaklarının vb. devlet mülkü haline getirilmesi; bu arazilerin tüm toplumun çıkarları doğrultusunda en modern bilimsel araç ve yöntemlerle ekilip biçilmesi; tüm özel bankaların yerini tek bir devlet bankasının alması, böylece kredi sisteminin tüm halkın çıkarları doğrultusunda düzenlenmesinin mümkün kılınması ve büyük finans sermayesinin egemenliğinin altının oyulması; tüm ulaşım araçlarının, demiryollarının, kanalların, yolların vb. devlete ait olması; evli ve çocukluların daha yüksek ücret alması istisnasıyla birlikte tüm kamu çalışanlarının aynı ücreti alması; kiliseyle devletin tamamen ayrılması; din adamlarının maaşlarının cemaatlerinin gönüllü katkılarıyla karşılanması; miras hakkının kısıtlanması; kademeli verginin getirilmesi ve tüm tüketim vergilerinin kaldırılması; ulusal işliklerin açılması; devletin bütün işçilerin geçimini garanti etmesi ve çalışamayacak durumda olanların geçimini üstlenmesi; herkese ücretsiz eğitim.
Komünist Birlik Merkez Komitesi adına imzalanan bu bildirinin Komünist Manifesto’yla birlikte Almanya’ya giden tüm Birlik üyelerine verilerek dağıtımının yapılması istenmişti. Marx ve Engels Nisan ortasına doğru Almanya’ya giriş yaptıktan sonra Köln’e geçerek, devrimci güçlere seslenen ve bu süreçte oluşacak komünist yuvarları kendi etrafında toplayan bir yayın organı oluşturmak için çalışmalara başladılar. Komünist Birlik Almanya’da henüz örgütlü değildi. Bununla birlikte devrimi destekleyen çeşitli demokratik güçler mevcuttu. Hatta Marx ve Engels bu yüzden Köln Demokratik Derneğine üye olmuş ve tüm komünistleri de işçi birlikleri kurmanın yanı sıra demokratik örgütlere de üye olmaya çağırmışlardı. İşte günlük bir gazete olarak yayınlanması planlanan Neue Rheinische Zeitung, proletaryanın yanı sıra bu kesimlerin en solunda yer alan unsurları da doğru bir politik hatta çekmeyi hedefliyordu. Mali kaynak bulmak için her olanağı zorlama görevi yine Engels’e düşmüş ve gazete Haziran başında yayınlanmaya başlamıştı. Marx editör olmakla birlikte ilk dönemlerde fazla yazmıyor, daha ziyade örgütlenme sorunlarıyla ilgileniyordu. Başyazıları ve en önemli politik yorumları Engels kaleme alıyordu. Gösterdiği yoğun çaba, çalışkanlık, analizlerindeki derinlik ve devrimin heyecanını canlı bir şekilde yansıtmasıyla Engels, yepyeni bir yayın organı ortaya çıkarmıştı. Alt başlığı “Demokrasi Organı” olsa da Neue Rheinische Zeitung Almanya’da komünist partinin merkezi yayın organı durumundaydı. Devrimci proletarya, daha sonra Lenin’in de dediği gibi, böylelikle eşi görülmemiş bir yayın organına kavuşmuştu.
Engels’in daha sonraları ifade ettiği gibi, Manifesto’da “bütün modern tarihin geniş bir taslağını yapmak için” kullanılan teori, Neue Rheinische Zeitung’da “o günün siyasal olaylarını yorumlamak için” kullanılmıştı. Bu yayın organının hayatı yaklaşık bir yıl sürecek ve bu süre zarfında Engels büyük bir devrimci şevkle 100’den fazla makale kaleme alacaktı. Şöyle diyordu yıllar sonra: “O zamanlar devrimci bir dönemdi. Böyle bir sırada günlük basında çalışmak büyük bir zevktir. Her kelimenin etkisi bizzat kendi gözleriyle görülür: Makalelerin bomba gibi nasıl patladıkları, atılan güllenin nasıl gümbürdediği görülür.”[8]
Bu makalelerde sadece monarşi hedefe konmuyor, işçi sınıfı “kolay zafer” hayallerine karşı uyarılıyordu. Ve en önemlisi de, burjuva devriminin görevlerinin bir tekini bile yerine getirmeyip, işçi sınıfından duyduğu korkuyla gericilikle işbirliği yapan büyük burjuvazinin karşı-devrimci rolü teşhir ediliyordu.
Tüm egemenlerin, hâkimiyetlerini sürdürmek için “halkları birbirine karşı kışkırttıklarını ve boyunduruk altına almak için birine karşı diğerini kullandıklarını” belirten Engels, Almanya’nın bu açıdan özellikle öne çıktığını vurguluyordu. Sadece imparatorluk sınırları içindeki halkları boyunduruğu altına almakla yetinmeyen Prusya monarşisinin tüm Avrupa’da gerici egemenlerin en büyük suç ortağı ve müttefiki olduğunu söylüyordu. “Almanya’nın Dış Politikası” başlıklı yazısında (2 Temmuz 1848) Marksizmin “başka ulusları ezen uluslar özgür olamazlar” yaklaşımı da Engels tarafından şöyle dile getiriliyordu:
“Diğer ülkelerde Almanya’nın yardımıyla yapılan alçaklıkların suçu sadece hükümetlere değil, büyük ölçüde Alman halkına da düşüyor. Almanların vehimleri, köle ruhları, «ilahi hakla» efendilerin paralı askerleri, «iyi huylu» gardiyanları ve aletleri olarak hareket etme yetenekleri olmasaydı, Alman adı yurtdışında bu kadar nefret edilen, lanetlenen ve aşağılanan bir şey olmazdı ve Almanya tarafından ezilen uluslar çoktan özgürce gelişebilirdi. Madem şimdi Almanlar kendi boyunduruklarını fırlatıp atıyorlar, o halde tüm dış politikalarını da değiştirmeliler. Aksi takdirde, diğer uluslara vurduğumuz prangalar, daha yeni, zar zor öngörülen kendi özgürlüğümüzü de zincirleyecektir. Almanya, komşu ulusları özgür bıraktığı ölçüde kendini özgürleştirecektir.”[9]
Engels, Toplu Eserler’in üç cildini kaplayan Neue Rheinische Zeitung yazılarında devrim sürecindeki gelişmeleri ele alırken, Prusya İmparatorluğunun boyunduruğu altındaki çeşitli ulusların bu esnada aldıkları tutumu da irdeliyordu. Bunlardan bazıları Macaristan ve Polonya örneğinde olduğu gibi devrimci bir savaş verirken, güney Slavlarının karşı-devrimin yanında saf tutmasının tarihsel köklerine inen Engels, Marksizmin ulusal soruna yaklaşımının da sabit kalıplara değil somut durumun somut tahliline dayandığının canlı örneklerini sergiliyordu.[10]
Neue Rheinische Zeitung sadece Almanya’daki değil başta Fransa olmak üzere devrim ateşiyle tutuşan tüm Avrupa’daki gelişmeleri yorumluyordu. Engels’in dediği gibi, Fransa’da proletaryanın burjuvaziyle karşı karşıya geldiği 1848 Haziran ayaklanması sırasında Neue Rheinische Zeitung “tüm ülkelerin burjuva ve küçük-burjuvalarının zafere ulaşanları kara çalma kampanyasıyla bunalttıkları bir anda, hor görülen proletaryanın bayrağını yükseklerde tutan tek gazete” idi. Saf bir işçi isyanı olarak nitelendirdiği bu ayaklanmayı değerlendirdiği 27 Haziran tarihli yazısında, tarihte buna benzer sadece iki örneğin olduğunu belirterek şöyle diyordu: “Roma’daki köleler savaşı ve 1834 Lyon ayaklanması. Lyonluların «çalışarak yaşamak ya da dövüşerek ölmek» sloganı[11] on dört yıl sonra birdenbire yeniden ortaya çıktı ve bayraklara yazıldı.”
Burjuvazinin işçileri “yenilmesi gereken düşmanlar” olarak değil, “ezilmesi gereken toplum düşmanları” olarak ilan ettiğini dile getirerek nasıl bir vahşet gerçekleştirdiğini teşhir ettiği 28 Haziran tarihli yazısını ise şöyle bitiriyordu:
“80 bini aşkın asker ve 100 bin ulusal muhafıza, kurşun yağmuruna, top mermilerine, yangın roketlerine ve Cezayir’de kullandıkları yöntemlere başvurmaktan çekinmeyen generallerin parlak savaş deneyimlerine karşı tam üç gün dayanan 30 ilâ 40 bin kadar işçi! Ezildiler ve büyük bir bölümü katledildi. Temmuz ve Şubat’ın ölülerine ihsan edilen onur, onların ölülerine verilmeyecek. Fakat tarih onlara, proletaryanın ilk belirleyici savaşının şehitlerine tamamen farklı bir yer ayıracak.”[12]
Paris’teki Haziran ayaklanmasının acımasızca bastırılması, sadece Fransa’da değil bir bütün olarak Avrupa’da karşı-devrimin galibiyetinin işaret fişeği olacaktı. Üzerindeki baskılar giderek artan ve başyazarı Engels hakkında çıkarılan tutuklama kararı yüzünden yayınlanması olanaksız hale gelen Neue Rheinische Zeitung 19 Mayıs 1849’da kırmızı harflerle yayınlanan son sayısıyla işçi sınıfına veda edecekti. Bu arada Almanya’nın çeşitli bölgelerinde devrimci savaş şiddetlenecek ve Engels bu savaşlara bizzat katılacaktı. Çatışmalarda çok sayıda komünist işçinin yanı sıra Joseph Moll de hayatını kaybedecekti ne yazık ki. Son olarak Baden bölgesindeki devrimci birliklerin Temmuz ortalarında yenilgiye uğraması üzerine Engels bu birliklerle İsviçre sınırını geçerek Almanya’yı terk edecekti.
O günlerde Marx’ın Paris’te tutuklandığı haberini alan Engels, Jenny Marx’a yazdığı mektupta (25 Temmuz 1849), Marx’tan ayrı kaldığı haftalarda komünist Willich’in komuta ettiği gönüllüler müfrezesinde onun yaverliğini yaptığını, Baden ve Pfalz eyaletlerinde dört muharebeye katıldığını söyleyip şöyle devam etmekteydi: “… şu demokrat geçinen lümpenlerin tümü Baden ve Pfalz eyaletlerinde bulunup sonradan hayali kahramanlıklarıyla böbürlendikleri için Neue Rheinische Zeitung’dan birinin orada bulunması da iyiydi. Yoksa gene Neue Rheinische Zeitunglu beylerin savaşmaya cesaret edemedikleri söylenebilirdi. Ancak, tüm bu demokrat baylardan, ben ve Kinkel dışında savaşan yoktu.”
Almanya’da karşı-devrim galip gelmişti. Ama Marx ve Engels’in sosyalizm uğruna verdikleri mücadele daha yeni başlıyordu. Marx Paris’te kaldığı birkaç haftada maruz kaldığı baskıların ardından Ağustos sonunda Londra’ya geçmişti. Engels ise İsviçre’de bir süre daha kaldıktan sonra Kasım ayında Londra’ya varacak ve Marx’la birlikte derhal Komünist Birliğin örgütlenme çalışmalarını hızlandırmak için harekete geçeceklerdi. Öte yandan, teorik faaliyetlerine de yansıyacağı üzere 1848-49 devrimlerinin derinlemesine değerlendirilmesine yoğunlaşacaklardı.
(devam edecek)
[1] Friedrich Engels Biyografi, Sorun Yay., s.67
[2] Friedrich Engels Biyografi, s.74
[3] Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi, marksist.com
[4] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., s.43
[5] Bkz. “Komünizmin İlkeleri”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay.
[6] Engels 1888 tarihli İngilizce baskıda buraya “daha doğru bir ifadeyle yazılı olarak aktarılan tarih” notunu düşmüştür.
[7] Komünist Manifesto için kapsamlı bir değerlendirme amacıyla, okurlarımıza, bu yoğun metnin tarihsel ve güncel önemini ayrıntılı bir şekilde ele alan Elif Çağlı’nın Manifesto’nun Sönmeyen Ateşi başlıklı yazısını okumalarını öneriyoruz.
[8] Akt. E.A.Stephanova, General Engels, Ceylan Yay., 1997, s.48
[9] Marx-Engels, Collected Works, c.7, s.166
[10] Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Özgür Doğan, Ulusal Soruna Marx ve Engels’in Tarihsel Yaklaşımı, marksist.com.
[11] Çok sayıda işletmenin kapanması sonucu kitlesel işsizlikle karşı karşıya kalan, çalışanlarınsa çok düşük ücretlere ve uzun çalışma saatlerine maruz bırakıldıkları Lyonlu ipek işçileri, bu koşullara isyan edip sokağa döküldüklerinde, kara bir pankartın üzerine bu sloganı yazmışlardı. İşçiler insanca çalışma koşulları ve onurlu bir ücret olmadıkça savaşarak ölmeyi tercih edeceklerini söylüyorlardı böylece.
[12] Marx-Engels, Collected Works, c.7, s.143
Engels Londra’ya gelir gelmez, Marx’ın yeniden toparlanması için büyük bir çaba harcadığı Komünist Birliğin Merkez Komitesine dâhil edildi. 1848 devrimleri esnasında politik göçmenlerin gelişen devrimlere katılmak üzere Avrupa’ya dağılmaları, sonrasında tutuklamalar ve sürgünlerin yaşanması, Komünist Birliğin örgütlülüğünü alabildiğine zayıflatmıştı. Bunun için dağınık unsurları toparlama ve yeniden örgütlenme çalışmalarına hız vermek gerekiyordu. Öte yandan politik bir yayın çıkarmak da elzemdi. Daha Engels’i İsviçre’den Londra’ya çağırdığı ilk günlerden itibaren Marx’ın kafasında Neue Rheinische Zeitung’u yeniden faaliyete geçirme fikri vardı. Fakat bu, devrimin sıcağında yapılan günlük siyasi değerlendirmelerle harekete acil müdahalelerde bulunmak ve onu yönlendirmek bakımından çok önemli bir işlevi olan günlük bir gazete olmayacaktı. Komünistlerin şimdi daha geniş bir perspektif sunacak, daha derinlikli politik değerlendirmelere ve buna uygun bir teorik yayına ihtiyacı vardı. Yeni Neue Rheinische Zeitung işte bu ihtiyaca binaen, aylık bir dergi formunda tasarlanmıştı. Bu yeni derginin alt başlığı da eskisinden farklı olarak “Demokrasi Organı” değil “Politik Ekonomi Dergisi” idi. Marx’ın da Engels’in de çok önemli yazıları buradan okurlarına ulaşacaktı. Bunlar, içinden geçilen dönem nedeniyle ağırlıklı olarak 1848-49 devrimlerine ilişkin değerlendirmeleri ve dersleri içermekteydi.
Neue Rheinische Zeitung’un hazırlıkları devam ederken, Engels 1849 sonu ve 1850’nin ilk aylarında The Democratic Review adlı Çartist gazete için bir dizi makale kaleme almıştı. “Almanya’dan Mektuplar” ve “Fransa’dan Mektuplar” başlığını taşıyan bu makalelerde, Almanya’da monarşiye karşı başkaldıran burjuvazinin daha sonra işçi sınıfından duyduğu korkuyla karşı-devrim safına geçişini ve bu gerici ittifakın yükselttiği saldırı dalgasını ele alıyordu. Fransa’daki siyasi tablo da ortaya seriliyor, iktidarı ele almakla birlikte halen kralcı unsurların önemli bir yer tuttuğu burjuvazi içindeki yarılma ortaya konuyordu. Küçük köylülüğün artan huzursuzluğunun onu işçi sınıfıyla ittifak noktasına getirdiği belirtilirken, bu hızlı gelişmeler proleter devrimlerin ayak sesleri olarak yorumlanıyordu. Fakat bu, nesnel ve öznel koşulların henüz olgunlaşmamış olması nedeniyle gerçekçi bir beklenti değildi. Engels, 1848 devrimlerine ilişkin daha sonraki değerlendirmelerinde, o dönemki kimi beklentilerinin bir yanılsama olduğuna işaret ederken bu önemli noktanın altını şöyle çizecekti:
“Bu devrim her yerde işçi sınıfının eseri olmuştur; barikatları kuran ve bunu hayatıyla ödeyen işçi sınıfıydı. Hükümeti devirmekteki niyeti, açıkça, burjuva rejimini devirmek olanlar yalnızca Paris işçileriydi. Ama, kendi sınıfları ile burjuvazi arasındaki onmaz uzlaşmaz karşıtlığın bilincinde olsalar bile, gene de, ne ülkenin ekonomik gelişmesi, ne de Fransız işçi kitlesinin zihinsel gelişmesi, henüz toplumsal bir yeniden kuruluşu olanaklı kılacak aşamaya ulaşmış değildi. Bu nedenle, devrimin meyvelerini toplayan, son tahlilde, kapitalist sınıf oldu.”[1]
Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne yazdığı “Giriş”te de (1895) bu gerçekliği “tarih bizi de yanlış çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. (…) Tarih gösterdi ki, Kıta Avrupa’sı üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır”[2] diyerek dile getirecekti.
Aslında o dönemde, yakın bir devrim beklentisi Komünist Birliğin tüm yöneticilerine hâkimdi. Nitekim bu düşünce, 1850 Martında Marx ve Engels tarafından kaleme alınan “Merkez Komitenin Komünist Birliğe Çağrısı”nda çok daha açık biçimde ortaya konmuştu. Dağılan örgütü toparlamak üzere Birlik üyelerine seslenilen bu metinde, “yeni bir devrimin yaklaşmakta olduğu ve eğer 1848’de olduğu gibi burjuvazi tarafından tekrar istismar edilmesi ve yedeğe alınması istenmiyorsa işçi partisinin mümkün olan en örgütlü, en uyumlu ve en bağımsız biçimde hareket etmesinin gerektiği” söyleniyordu.[3] 1848’de Alman liberal burjuvazisinin halka karşı oynadığı hain rolü, yaklaşan devrimde bu kez demokratik küçük-burjuvazinin üstleneceği belirtilirken, devrimci işçilerden uyanık olmaları isteniyordu. 1848 yenilgisinden sonra kendisini “cumhuriyetçi” ya da “kızıl” olarak niteleyen demokratik küçük-burjuvazi, kendi çıkarları için proletaryanın desteğini almaya çalışıyordu. Marx ve Engels ise devrimci işçi partisinin bunlara karşı tutumunu, “devirmeyi amaçladığı kesime karşı onlarla birlikte ilerlemek; kendi çıkarları uğruna konumlarını pekiştirmeye çalıştıkları her şeyde onlara karşı çıkmak” olarak özetliyorlardı. Demokratik küçük-burjuvazinin talepleri işçi partisi için asla yeterli olamazdı. Tam da bu noktada, Marksizmin önderlerinden sürekli devrim şiarı yükseliyordu:
“Demokratik küçük-burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk ve olsa olsa yukarıdaki istemlerin gerçekleşmesiyle sonuçlandırmayı arzulamasına karşılık, az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.”
“Çağrı”da, yaklaşmakta olan devrimde ayaklanma aşamasından başlayarak işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak neler yapması gerektiği oldukça ayrıntılı bir şekilde ortaya konuyordu. İşçi sınıfının yeni ihanetlere etkin bir şekilde karşı koyabilmek için silahlanıp örgütlenmesinin yakıcı önemi dile getiriliyordu. Savaş naraları “Devrimin Sürekliliği” olmalıdır! “Çağrı” işte bu cümleyle son buluyordu. Bu metinde açımlanan pek çok husus, proletarya için bugün gerçekleşecek bir devrim açısından da yaşamsal önemdeki tavsiyeler ve hatta yol haritası niteliğindedir.
O günlerde yeniden örgütlenmeye çalışan Komünist Birliğin, en az bu kadar büyük bir çaba gerektiren pek çok pratik işin de üstesinden gelmesi gerekiyordu. Çok sayıda siyasi mülteci, karşı-devrimin zulmünden kaçarak İngiltere’ye sığınmıştı. Bunlar arasında pek çok Alman sürgün de vardı. Bunların hayatta kalmalarını sağlamak için Marx ve Engels’in de içinde olduğu beş kişilik bir Sosyal Demokrat Yardım Komitesi oluşturulmuştu. Bağış toplama ve Almanya’daki ilişkileri sağlama göreviyse büyük ölçüde Engels’e düşmüştü. 1850 yazında bağışlar iyice azaldığında ve kaçakların sefaleti dayanılmaz bir hal aldığında, Komite küçük bir yurt kiralayıp, bir ortak mutfak ve daha sonra da iş bulamayanlar için bir üretim kooperatifi kuracaktı.[4] Marx da Engels de masa başı teorisyenleri değil, proleter devrimcilerin sorumluluğunu sırtlarında hissederek hareket eden komünist önderlerdi. Diğer pek çok niteliklerinin yanı sıra bu özellikleri de onları, keskin nutuklar atan, komplocu görüşlerle kitleleri çıkmaz bir sokağa sürükleyip binlerce işçinin, devrimcinin hayatını tehlikeye atan, sorumsuz küçük-burjuva önderlerden ayırmaktaydı.
Bu pratik işlerin ve örgütlenme çalışmalarının arasında, Neue Rheinische Zeitung’un ilk sayısı 1850 Martında yayınlanmıştı. Marx’ın editörlüğündeki bu dergi Hamburg’da basılıyor, Alman politik göçmenlerin olduğu bütün Avrupa ülkelerinde ve ABD’de de dağıtılıyordu. Toplamda altı sayısı çıkacak olan Neue Rheinische Zeitung’da ağırlıklı olarak Marx ve Engels’in yazıları yer almaktaydı. Marx’ın Fransa’daki devrim sürecini son derece önemli değerlendirmeler eşliğinde ele aldığı Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı kitabını oluşturan yazılar ilk kez bu dergide yayınlanacaktı. Engels ise Neue Rheinische Zeitung’da yayınlanan iki kapsamlı çalışmasıyla Almanya’ya yoğunlaşacaktı. Bunlardan ilki “Alman İmparatorluk [Reich] Anayasası İçin Kampanya”, ikincisi “Almanya’da Köylü Savaşı” başlığını taşımaktaydı.
Neue Rheinische Zeitung’un ilk üç sayısında yayınlanan Alman İmparatorluk Anayasası İçin Kampanya, 1849 Ağustosuyla 1850 Şubatı arasında tamamlanan yazılardan oluşuyordu. Engels bu yazılarda devrimci savaşı çeşitli yönleriyle anlatırken, farklı sınıfların devrim karşısındaki tutumunu da çarpıcı bir şekilde değerlendiriyordu. Elberfeld’de barikatların kurulduğu 1849 Mayısında Engels de bu silahlı ayaklanmaya bizzat katılmıştı. “Ben 11 Mayıs günü Elberfeld’e vardığımda silahlı adamların sayısı en azından 2500-3000 idi. Ama bu savaşçılar içinde ancak, yabancı takviyeler ile birkaç silahlı Elberfeld işçisine güvenilebilirdi” diyerek, karşılaştığı manzarayı anlatıyordu. “Daha ilk anda kurulan Güvenlik Komitesi sayesinde, küçük-burjuvazi işlerin idaresini eline almıştı. Ama iktidara gelir gelmez, ne kadar entifüpten olursa olsun, kendi özgücünden korkuya kapıldı” diyen Engels, harekete damgasını basan bu ara sınıfın çelişkilerini, tereddütlerini ve korkularını sergiliyordu:
“Eğer kendi haline bırakılsaydı, küçük-burjuvazi, yasal, barışçıl ve erdemli mücadelenin hukuksal çerçevesinin dışına çıkmaz ve manevi silahlar denilen silahları tüfeklerle ve kaldırım taşlarıyla değişmezdi. Almanya’da 1830’dan bu yana tüm siyasal hareketlerin tarihi, Fransa ve İngiltere’de de olduğu gibi, bu sınıfın hep kuru gürültü yaptığını ve itiraz halinde olduğunu, hatta hiçbir tehlike görmediği sürece lafazanlığı aşırılığa vardırdığını; en küçük bir tehlike ortaya çıkar çıkmaz korkak, ihtiyatlı ve hesapçı hale geldiğini; kendi başlattığı hareket başka sınıflar tarafından benimsenip ciddiye alınır alınmaz şaşırdığını, kaygılandığını ve duraksadığını; bir silahlı mücadele sorunu ortaya çıkar çıkmaz, kendi küçük-burjuva varlığı uğruna tüm harekete ihanet ettiğini; ve sonunda da, kararsızlığı yüzünden, gerici kesim zafer kazanır kazanmaz, her zaman aldatılıp kötü muamele gördüğünü gösterir.”
Engels, hareketi kendi çıkarları için başlatan küçük-burjuvazi (bunlar avukatlar, doktorlar, öğretmenler ve bir kısım küçük ticaret erbabında temsiliyet buluyorlardı) olsa da, ilerleyen günlerde ona daha kararlı ve enerjik bir karakter verenin ve mümkün olan her yerde onun yönetimini ele geçirenin proletarya ve köylülük olduğunu belirtiyordu. Bunlar bir süreliğine küçük-burjuvazinin ilerici kesimiyle birleşmişti. Büyük ve orta burjuvazinin en kararlı kesimi de başlangıçta feodalizme karşı burjuva cumhuriyet talebiyle küçük-burjuvaziyle ortak hareket etmişti; ama hareket daha radikal boyutlara evrilmeye başlayınca korkudan titreyerek sahneden çekilmişti. Bu noktada Alman burjuvazisinin İngiliz ve Fransız burjuvazisinden çok daha pısırık olduğunu söylüyordu Engels.
Elberfeld’de devrimci ayaklanma başladığında küçük-burjuvazi tarafından bir Güvenlik Komitesi oluşturulmuş, ama kendi güçlerinden korkuya kapılan küçük-burjuvaların ilk işi burjuvaziyi de buraya dâhil etmek olmuştu. Böylece her türlü radikal çıkışın önüne geçilmeye, öfke yatıştırılmaya, silahlanma önlemlerinin gelişmesi engellenmeye çalışılmıştı. Proletarya ise yeterli güce sahip değildi ve son derece örgütsüzdü. “Bu koşullar içinde, sadece bir çözüm kalıyordu: Harekete yeniden hayat vermek ve ona yeni savaşkan güçler çekmek için bazı çabuk ve enerjik tedbirler almak, hareketin iç düşmanlarını kötürümleştirmek ve son olarak hareketi elden gelen en sağlam biçimde örgütlemek” diyordu Engels:
“İlk iş, Elberfeld kent muhafızının silahsızlandırılması ve silahların işçilere dağıtılması ile, böylece silahlandırılmış emekçilerin bakımı için zorunlu bir verginin konması idi. (…) Elberfeld’de Mayısta tutuklanan ve hâlâ da hapiste olan işçilerin güvenliği bakımından, bu önerilerin benden ve sadece benden geldiklerini açıklamalıyım. Güvenlik komitesinin parasal araçları azalmaya başladığı andan itibaren, ben, kent muhafızının silahsızlandırılmasını istedim. Bununla birlikte, saygıdeğer güvenlik komitesi, kendini hiç de bu türlü «terörcü tedbirler»e başvurma zorunluluğunda görmedi. (…) Kentin daha iyi savunulmasını gözeten tüm önerilere, bu güvenlik komitesi bayları, bütün bunların yararsız olduğu, Prusyalıların gelmekten sakınacakları, kendilerini dağlarda tehlikeye atmayacakları vb. gibi yanıtlar veriyorlardı.”
Sadece Engels’in özel çabası ile belediye deposu basılarak 80 kadar tüfek elde edilmiş, ama onlar da düşüncesizce dağıtılmaları nedeniyle işçilerin değil lümpenlerin eline geçmişti. İşçi sınıfının henüz son derece zayıf olduğu o dönemde, diğer tüm sınıf kesimleri aslında tarihsel rollerini oynamış ve nihayetinde Elberfeld’deki ayaklanma Prusya ordusu tarafından ezilmişti. Engels’in Haziranda Willich’in gönüllü birlikleri içinde bizzat yer aldığı Baden ve Pfalz ayaklanmalarında da sonuç aynı olmuştu. Yazısının sonunda, Engels, Fransa’daki Haziran bozgunundan sonra Avrupa’nın uygar bölümünün karşısına çıkan sorunun şu olduğunu söylüyordu: “Ya devrimci proletaryanın ya da Şubattan önce hüküm süren sınıfların egemenliği. Bir orta yol artık olanaklı değil.” Burjuvazi halk üzerindeki egemenliğini soyluluğa ve bürokrasiye boyun eğerek sürdürme yoluna gitmiş, küçük-burjuvazi belirleyici çatışmayı erteleyen olanaksız bir uzlaşıya girişmişti. Yenilgiye rağmen, bu mücadele, sınıf karşıtlıklarının iyice belirgin hale gelmesinde önemli bir rol oynamıştı. Engels, Almanya’da devrimin bundan böyle ancak proletaryanın iktidarı ele almasıyla tamamlanabileceğini belirtiyordu. Aynı dönemde Marx da Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde, işçi sınıfının Haziran devriminde burjuvazinin diktatörlüğüne karşı şu sloganla ayağa kalktığını belirtiyordu: “Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfının diktatörlüğü!” Marx “proletarya diktatörlüğü” ifadesini ilk kez bu yapıtında kullanmıştı.
Engels’in 1850 Kasımında Neue Rheinische Zeitung’un son sayısında yayınlanan bir diğer kapsamlı eseri Almanya’da Köylü Savaşı idi. Almanya’da 16. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan ve tüm ülkeye yayılan köylü savaşlarının tarihsel varoluş koşullarını, bu savaşlara katılan farklı sınıfsal kesimlerin tutumunu, bunu gerekçelendirirken kullandıkları siyasal ve dinsel argümanları irdeleyen Engels, yaşananın aslında açık bir sınıf mücadelesi olduğunu ortaya seriyordu. Burjuva tarihçilerin “sert dinsel çekişme”lerden başka bir şey görmeyip “din savaşları” olarak niteledikleri bu savaşlar gerçekte maddi sınıf çıkarlarının ifadesiydi. “Bu sınıf mücadelelerinin o çağda dinsel nitelik işareti taşımaları, çeşitli sınıfların çıkarları, ihtiyaçları ve taleplerinin dinsel perde ardına gizlenmesi, işin aslından hiçbir şey değiştirmez ve çağın koşullarıyla kolayca açıklanabilir” diyordu Engels.[5]
“Ulusun bölündüğü üç büyük safın ilki olan tutucu-katolik saf var olan düzenin korunmasıyla ilgili bütün unsurları, imparatorluk iktidarı, rahipler sınıfı, laik prenslerin bir bölümü, zengin soyluluk, yüksek din adamları ve kentlerdeki patricileri bir araya getirirken, ılımlı Lutherci burjuva Reform bayrağı altında muhalefetin mülk sahibi bütün unsurları, küçük soylu kitlesi, burjuvazi ve hatta, kilise mallarına el koyulmasıyla zengin olmayı umut eden ve İmparatorluk karşısında daha büyük bir bağımsızlık elde etme fırsatından yararlanmak isteyen laik prenslerin bir bölümü toplanıyordu. Nihayet, köylüler ve halk, talepleri ve öğretileri en açık biçimde Thomas Münzer tarafından ifade edilen devrimci safı oluşturuyorlardı.”
Materyalist tarih anlayışından hareket eden Engels, “proletaryanın ilk unsurlarının temsilcisi” olarak nitelendirdiği Münzer’in sezgisel olarak komünizm fikrine vardığını, ama onun temsil ettiği sınıfın, yani proletaryanın o dönemde daha yeni doğmakta olduğunu, hayal ettiği toplumsal dönüşümün temelinin ise çağın maddi koşulları açısından henüz çok güçsüz olduğunu vurguluyordu. Mevcut toplumsal koşullar, Münzer’in yerleştirmeyi düşlediği toplumsal düzenin tam tersi olan bir toplumsal düzeni, kapitalizmi hazırlıyordu. Ama Almanya açısından düşünüldüğünde, bu bile henüz başlangıç aşamasında olan bir hazırlıktı. Bu yüzden de, “çağın Protestan burjuvalarını alabildiğine korkutan toplumsal devrim, gelecekteki burjuva toplumunu zamanından önce kurmaya yönelen güçsüz ve bilinçsiz bir girişimin” ötesine geçemeyecekti. Daha otuzlu yaşlarına bile varmayan Münzer ise, feodal soylulara ve diğer bir sömürücü odak olan Katolik kilisesine karşı verilen bu savaşta isyancı köylülerin müttefiki olarak boy gösteren prenslerin huzurunda işkence edilip kafası kesilerek öldürülecekti. Bu savaşın tek kazananları prensler olacaktı.
Sınıfların davranışları açısından, 1525 Alman devrimi ile 1848-49 devrimi arasındaki benzerliklere de dikkat çeken Engels, daha sonra kitap olarak yayınlanan bu eser için yazdığı 1870 ve 1874 tarihli önsözlerde de bu bağlamda çok önemli noktalara dikkat çekiyordu. Burjuvazinin, kendisinin yarattığı ve hızla büyüttüğü proletarya karşısında, siyasal egemenliği tek başına uygulama gücünü hızla yitirdiği için müttefiklere ihtiyaç duyduğunu, Almanya’da 1848 devriminin bu açıdan kritik bir dönemeç noktası olduğunu belirtiyordu:
“Ve bu anda, Alman burjuvazisi, Alman proletaryasından çok Fransız proletaryasından korktu. Paris’teki Haziran 1848 çarpışmaları, kendisini bekleyenin ne olduğunu gösterdi ona. (…) ve o günden sonra burjuvazinin siyasal eylemi canlılığını yitirmişti. Kendisine müttefikler aradı (…) Bu müttefiklerin hepsi gerici niteliktedir: ordusu ve bürokrasisi ile krallık, büyük feodal soylular, küçük soylular ve hatta papazlar takımı. Burjuvazi kendi değerli postunu kurtarmak için, elinde artık satacak hiçbir şey kalmayana dek bütün bu kalabalıkla anlaştı ve birleşti. Ve üstelik proletarya geliştikçe kendisini bir sınıf olarak hissetmeye, bir sınıf olarak davranmaya başlıyordu ve burjuvalar da gitgide daha korkak oluyorlardı.”
Proletaryanın da vereceği savaşta müttefiklere ihtiyaç duyduğuna değinirken, bu bağlamda küçük-burjuvazi, lümpen proletarya, küçük köylülük ve tarım işçilerini çeşitli yönleriyle ele alıyor, ilk üç grubun çelişkilerine, güvenilmez yönlerine vb. dikkat çekiyor, fakat burjuvazinin ezip yok oluşa sürüklediği bu kesimlerin tümünün çıkarlarının proletaryayla ittifaktan geçtiğini belirtiyordu. Son gruba gelince, şöyle diyordu Engels:
“Tarlalardaki proletarya, ücretli tarım işçileri, büyük kitle olarak, hükümdarların ordularının devşirildiği yerdir. Genel oy hakkı sayesinde, şimdi parlamentoya bütün o feodaller ve toprak soyluları kalabalığını yollayan sınıf budur; ama bu, aynı zamanda da, kentlerdeki sanayi işçilerine en yakın, onunla aynı varoluş koşullarını paylaşan, hatta ondan daha derin bir sefalet içinde bulunan sınıftır. Bu sınıf, ufalandığı ve dağıldığı için güçsüzdür; ama hükümet ve soylular ondaki gizli gücü öylesine iyi bilirler ki, cahil kalsın diye kasten okulları çalışmaz durumda bırakırlar. Alman işçi hareketinin en ivedi görevi bu sınıfı canlandırmak ve hareketin içine sürüklemektir.”
Neue Rheinische Zeitung’un son sayısı 1850 Kasımında çıkmıştı. Marksizmin önderleri, orada yayınlanan bir değerlendirme yazısında, bir süredir ciddi bir yol ayrımına geldikleri Willich ve Schapper’in görüşlerini eleştirirken, “yeni bir devrimin ancak yeni bir bunalım sonucunda mümkün olacağı” öngörüsünde bulunuyorlardı. Yaşanan ekonomik yükseliş ve sınıf mücadelesindeki geri çekilme, onları devrimin yakın zamanda gerçekleşeceği düşüncesini değiştirmeye itmişti. Ne var ki Komünist Birlik içinde Willich ve Schapper’in başını çektiği bir grup bu konuda onlardan tümüyle farklı düşünüyordu. Onlara göre, devrim açısından ihtiyaç duyulan tek şey bir avuç gözüpek insan ve paraydı; devrim yakındı ve bu noktada küçük-burjuva demokratlarla örgütsel yakınlık zorunluydu! Basit bir politik kestirim sorunu gibi görünen bu sorunun temelinde aslında köklü bir anlayış farklılığı yatmaktaydı. Bu farklılık Komünist Birliğin fiilen bölünmesine yol açacak, Neue Rheinische Zeitung’un yayın hayatı da bu süreçte son bulacaktı. Fakat 1848 devrimlerinin doğru bir şekilde değerlendirilmesi ve gerekli derslerin çıkarılması, devrimci işçi hareketi açısından büyük bir önem taşımaya devam ediyordu. Proletaryanın yeniden ayağa kalktığında güçlü bir örgütün yanı sıra teorik temelleri yetkinleşmiş bir mücadele kılavuzuna ihtiyacı vardı. Marx ve Engels’in tüm çabası işte bu ikili göreve odaklanmıştı. Bu açıdan her ikisi de 1848 devrimlerinin deneyimlerinden süzülen teorik genelleştirmeleri çok önemli görmekteydi. O dönemde Marx Fransa’ya yoğunlaşırken, Engels çalışmalarını Almanya üzerinde derinleştiriyordu.
Engels’in bu bağlamda en kapsamlı eseri, on dokuz makaleden oluşan Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim olacaktı. Taşıdıkları bu başlıkla sonradan kitaplaştırılacak olan söz konusu makaleler, 1851-52 döneminde, ilerici bir Amerikan gazetesi olan New York Daily Tribune’de yayınlanmıştı. ABD’deki Alman devrimcilerin de okuru oldukları bu gazetenin ütopik sosyalist editörü, Marx’tan Londra muhabiri olmasını istemiş, geçim sıkıntısı içindeki Marx da buna olumlu yanıt vermişti. Engels Marx’ın isteğiyle, Alman devrimini değerlendiren bu makaleleri kaleme almıştı. Fakat bunlar gazetenin resmi muhabiri olan Marx’ın imzasıyla yayınlanacaklardı. Engels’in ölümünün ardından 1896’da ilk kez kitaplaştırıldıklarında da söz konusu kitabın yazarı Marx görünüyordu. Çünkü Engels asıl yazarın kendisi olduğunu sağlığında kimseye söylememişti. Gerçek çok sonradan keşfedilecek ve ancak 1913 sonrasındaki baskılar Engels’in adını taşıyacaktı.
1851 Ekiminde kaleme almaya başladığı Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim’de Engels, tıpkı Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı eserlerinde yaptığı gibi, 1848’in devrimci hareketlerini yaratan ve bunların başarısızlığına yol açan nedenleri irdeliyor, buradan önemli sonuçlar çıkarıyordu. Politik olayları bunlara zemin hazırlayan ekonomik temellerle birlikte açıklarken, çeşitli sınıfların toplumsal gelişmeler karşısında takındıkları tutumların kökenini de yine bu temellerde arıyordu. Devrimlerin arkasında, günü geçmiş kurumların karşılanmasını engelledikleri toplumsal ihtiyaçların yattığını, bu ihtiyacı zorla bastırmaya dönük tüm girişimlerin onu daha şiddetli hale getirmekten başka bir sonuç vermeyeceğini belirtiyordu. “Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey baştan başlamaktır” diyen Engels için, bu dinlenme aralığında yapılması gereken şey, hem son patlamayı hem de yenilgiyi kaçınılmaz kılan nedenleri irdelemekti. Bunun tarihsel açıdan çok büyük bir önem taşıdığını vurgulayarak şu çok önemli hususa parmak basıyordu: “Bu nedenler, bazı liderlerin tesadüfi eğilimleri, yetenekleri, kusurları, yanlışları ya da ihanetleri içinde değil, genel toplumsal durum ve sarsılan ulusların her birinin varlık koşulları içinde aranmalıdır.”
Engels, devrim patlak verdiğinde mülk sahibi sınıfların ve emekçi sınıfların genel durumunu tasvir ederek başlamaktadır bu yazı dizisine. Burjuvazinin ve proletaryanın Fransa ve İngiltere’ye oranla son derece sınırlı bir gelişmişlik düzeyinde olduğu Almanya’da, köylülük ve kent küçük-burjuvazisi çok büyük bir nüfussal ağırlık teşkil etmektedir. Küçük-burjuvazi ara konumu nedeniyle politik açıdan da iki sınıf arasında gidip gelir. Daha zengin sınıfın saflarına girme umudu ile proleterlerin durumuna düşme korkusu arasında; devlet işlerinin yürütülmesinden pay kaparak çıkarlarını genişletme umudu ile, zamansız bir muhalefet yüzünden egemenlerin öfkesini uyandırıp elindekinden de olma korkusu arasında salınıp durur. Elbette politik görüşleri de öyle. “Güçlü bir feodal ya da monarşik hükümet altında aciz ve sinik bir itaatkârlık içinde bulunan bu sınıf, burjuvazi yükseliş halindeyken liberalizm safına geçer; burjuvazi kendi üstünlüğünü sağlar sağlamaz ateşli demokrasi nöbetleri geçirir, fakat altındaki sınıf, yani proletarya bağımsız bir harekete girişmeye görsün, sefil bir korku ve umutsuzluk içine düşer.”
Sadece küçük-burjuvazinin değil, burjuvazinin, proletaryanın ve köylülüğün bu devrimde oynadığı rolü, hem güncel olaylar hem de bunu güdüleyen tarihsel-toplumsal koşullara dayanarak açıklamaktadır Engels. Farklı tabakalardan oluşan ve dolayısıyla çıkarları da farklı olan köylülerin, bunun yanı sıra geniş bir alana yayılmış olmaları nedeniyle de başarılı bir kurtuluş hareketi gerçekleştirme yeteneğinden yoksun olduklarını, kentlerin daha yoğun, daha uyanık ve daha kolay harekete geçen halkının, onlara ilk itişi vermesi gerektiğini belirtmektedir.
Almanya’da devrime ilerleyen süreçte, feodal ve bürokratik despotizmin zincirlerine artık tahammülü kalmayan burjuvazi, her yolla işçi sınıfının desteğini sağlamaya çalışmıştır. Öyle ki, “1847 yılı sonlarında, proletaryanın sempatisini kazanmak için, burjuvazi arasında, kendini «sosyalist» ilan etmeyen tek bir ünlü siyasetçi” kalmamıştır. Ne var ki, Fransa’daki Haziran ayaklanmasında “anarşik” işçi sınıfının doğrudan burjuvaziyi hedef alması, Alman burjuvazisini de korkuya sürüklemiş ve nihayetinde devrime ihanet ederek feodal soylularla uzlaşmaya itmiştir.
“Her durumda isyancıların gerçek dövüşken gücü, o ilk olarak silaha sarılan ve askerlerle savaşa girişen çekirdek, kentlerin işçi sınıfından oluşuyordu. Kırların yoksul nüfusunun bir bölümü, tarım işçileri ve küçük çiftçiler de, çatışmanın patlak vermesinden sonra, genellikle onlara katıldılar. Kapitalist sınıfın altındaki tüm sınıflardan gelen gençlerin çoğunluğu, hiç değilse bir zaman için, isyancı ordular saflarında bulunuyordu; ama işler gitgide daha ciddi bir biçim aldıkça, gençlerin bir hayli karışık topluluğu hızla seyreldi. Özellikle öğrenciler, o kendi kendilerine takmaktan hoşlandıkları adla «zekâ temsilcileri», çoğu kez kendisi için gerekli hiçbir niteliğe sahip bulunmadıkları subaylık rütbesine yükseltilmekle alıkonulmadıkları sürece, kaçanların ilkleri oldular.”
Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim proleter sınıf savaşının strateji ve taktikleri açısından olduğu kadar, “ayaklanma sanatı”na ilişkin de çok önemli tespit ve değerlendirmeler içeriyordu. Tıpkı savaş gibi ayaklanmanın da bir sanat olduğunu ifade eden Engels, bu silaha başvurmadan önce tüm güçlerin ölçülüp tartılması gerektiğini belirtiyordu. 1848 deneyimi Almanlara ayaklanmanın kurallarını iyice öğretmişti: “Birinci olarak, oynadığın oyunun sonuçlarını göğüslemeye tamamen hazır olmadan, asla ayaklanmaya kalkışma. (…) İkinci olarak, bir kez ayaklanma yolunu tuttun mu, son derece kararlı davranacaksın ve saldıran taraf olacaksın. Müdafaa her türlü silahlı ayaklanmanın ölümü demektir; böylesi, daha düşmanla boy ölçüşmeden dövüşü kaybetmek olur. Güçleri dağınık olduğu sürece, karşındaki kuvvetleri şaşırtacaksın, küçük de olsa her gün yeni başarılar elde edeceksin; başkaldırının sağladığı ilk başarının sana verdiği moral üstünlüğünü sürdüreceksin; daima en güçlü dürtünün peşinden giden ve daima daha emin olan tarafa yatan, kendi yanındaki kararsız unsurları toparla; senin karşında kuvvetlerini toparlama fırsatı bulamadan düşmanlarını geri çekilmek zorunda bırak…” Bunlar bugün de proletaryanın uzun devrim yolculuğunda asla unutmaması gereken kurallar olmaya devam etmektedir.
1850’ye gelindiğinde, Almanya ve İtalya’da devrim yenilmiş, Fransa ise karşı-devrimin girdabına sürüklenmişti. Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851’deki darbesi bütün Avrupa’da uzun bir gericilik döneminin başladığına işaret edecekti. Burjuvazinin azgın bir saldırıya giriştiği bu gericilik dönemi, Komünist Birlik için de bir tarihsel dönemin kapanışı anlamına gelmekteydi. 1850 Eylülündeki bölünmeden iki yıl sonra Almanya’daki üyeleri tutuklanan Komünist Birlik, Köln’deki yargılamanın ardından gelen hapis cezalarıyla birlikte ölümcül bir darbe almıştı. Londra grubunun Almanya’yla ilişkilerinin kopması anlamına da gelen bu darbenin ardından fiilen dağılan Birlik, nihayetinde Marx’ın önerisi üzerine 1852 Kasımında kendisini feshetmişti. Fakat Elif Çağlı’nın da vurguladığı gibi,
“Marx ve Engels açısından, bu karar asla örgütlü mücadelenin ve örgütlenme faaliyetinin son bulması anlamına gelmiyordu. Tam tersine, onlar gelecek dönemin görevlerini üstlenebilecek yeni bir örgütü yaratmak amacıyla eskiye nokta koymuşlardı. Devrimci parti faaliyeti, mücadelede önderlik edecek proleter devrimci kadroların yaratılması, işçi sınıfının örgütleri arasındaki bağların pekiştirilmesi ve bilimsel komünizme dayalı politik görüşlerin yayılması amacıyla yeni koşullara adapte edilmiş şekilde yürütülmeliydi.
“Komünist Birlik, proleter devrimci bir çekirdeğin yaratılmasında büyük bir rol oynamıştı ve onun olumlu deneyim ve kadro birikimi yeni bir örgütlülüğe temel oluşturacaktı. Nitekim bu doğrultuda sarf edilen çabalar neticesinde, 1864 yılında Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal) kurulabildi. Engels’in de belirttiği gibi, Komünist Birlik devrimci mücadelenin kadrolarını yetiştirmek bakımından tarihsel önemde bir okul olmuştu.”[6]
Marx ve Engels’in 1848 deneyimlerinden süzdükleri dersler ise daha sonra Paris Komününden çıkarılacak paha biçilmez derslerle birleşerek, Marksizmin devrim ve devlet öğretisinin temellerini oluşturacaktı.
(devam edecek)
[1] Komünist Manifesto, “1893 Tarihli İtalyanca Baskıya Önsöz” , Yordam Yay.
[2] Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Engels’in “Giriş”i, Sol Yay., 4. bsk, s.11-14
[3] Marx-Engels, “Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı”, Seçme Yapıtlar, c.1
[4] Friedrich Engels Biyografi, Sorun Yay., s.148
[5] Alıntılar için bkz. Engels, Köylüler Savaşı, Payel Yay.
[6] Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi/3, marksist.com