sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi

Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi

1.bölüm

hollywood-620x480.jpg

Bugün işçi ve emekçilerle sinema üzerine sohbet ettiğimizde, meselâ onlara hangi tür filmler izlemeyi sevdiklerini sorduğumuzda çeşit çeşit cevaplar alırız ama “politik filmler izlemeyi seviyorum” diyene pek nadir rastlarız. Genelde dram, aşk, komedi, gerilim gibi film türlerinden hoşlandıklarını söylerler. Bu kuşkusuz sınıf mücadelesinin seyriyle alâkalı. Günlük hayatta politikaya, mücadeleye mesafeli bakan işçiler, doğal olarak siyasetle doğrudan ilintili gördükleri filmlere de mesafelidirler. Peki, ilk bakışta tipik bir politik yapım olarak görülmeyen, film sitelerinde bu kategoride yer almayan ve afişlerinde, reklâmlarında farklı bir türde olduğu söylenen yapımlar politik değil midir? Gözlerden kaçırılan, dolayısıyla örgütsüz kitlelerin farkında olmadığı gerçek şudur ki; aslında her film dolaylı da olsa pekâlâ politiktir! Günümüz dünyasındaki iki ana sınıf yani burjuvazi ve proletarya; kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir şekilde kesintisiz olarak mücadele içindedir ve bu mücadele sadece ekonomik alanda yürümez. Kültür-sanat da dâhil yaşamın her alanında bu iki sınıf arasındaki mücadele somut bir gerçekliktir. Hiçbir kişi, hiçbir olgu sınıf savaşından azade değildir, olamaz. Bir yönetmeni veya senaristi düşünelim; kişi istese de istemese de iki sınıftan birinin ideolojik penceresinden hayata bakar. Amacından bağımsız olarak bu iki sınıftan birinin ideolojik etkisi altında senaryo yazar veya film çeker. Dolayısıyla tarafsız bir sinemacıdan söz edemeyeceğimiz gibi tarafsız bir sinemadan da söz edemeyiz. Lenin özel mülkiyetin temel olduğu burjuva toplumda sanatçının müşteriye ihtiyaç duyduğunu ve bu nedenle pazara göre yapıt ürettiğini söyler. Öyle ya, kapitalist toplumda sanatçı geçinebilmek ya da kariyeri için yapıtına mutlaka bir değer biçmelidir! Peki, pazarın yani eserin/ürünün görücüye çıktığı kitlenin “beğenisi” neye göre şekillenir? Kitlelerin kültür-sanat anlayışı nasıl oluşur? Alman İdeolojisi adlı eserlerinde Marx ve Engels bu konuya şöyle açıklık getirirler: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” Yani kapitalist dünyada örgütsüz işçi sınıfı, hayata bakış açısından tutalım kültür-sanat anlayışına/beğenisine kadar egemen sınıf olan burjuvazinin etkisi altındadır. Bu etkinin kırılması sınıf mücadelesindeki güç dengelerinin işçi sınıfından yana değişmesiyle mümkün olabilir elbette. Buradan hareketle kültür ve sanat alanında burjuvaziyle ideolojik bir mücadeleye girişilmesinin elzem olduğunu söyleyebiliriz. Fakat sanatın özgürleşmesi ancak işçi sınıfının siyasal iktidarı bir devrimle ele geçirip özel mülkiyete dayalı kapitalist sistemi paramparça etmesiyle gerçek kılınabilir. Çünkü sanatçı gerçek anlamda bir yaratım özgürlüğüne ancak ve ancak o zaman kavuşur. O zamana dek “özgür” veya “tarafsız” bir sanattan, sanatçıdan bahsetmek mümkün olmadığı gibi ikiyüzlücedir! Ekim Devriminin büyük önderi Lenin, bundan 100 yıl önce, Petrograd’a geri dönüşü üzerine, “bizler dünyayı yeniden kurmanın peşindeyiz” diye yazmıştı. Ekim Devrimiyle başlayan bu süreç, Marksist Tutum sayfalarında nedenleriyle beraber pek çok kez işlendiği gibi, maalesef tamamlanamadı. Fakat işçi sınıfının tarihe kazıdığı tek muzaffer devrim deneyimi olan Ekim Devriminin inşacıları, geriye pek çok alanda pek çok deneyim bıraktılar. Bu deneyim birikimi kültür ve sanat alanında da sağlanmıştır. Her türlü kara çalmaya, yok saymaya karşın, insanlığın kültürel birikimine Ekim Devriminin katkısı oldukça büyük ve değerlidir. Genel olarak kültür-sanat alanı, özel olarak sinema Bolşeviklerin önem verdiği bir alan olmuştur. Lenin sinema için “tüm sanatların içinde bizim için en önemli olanıdır” der ve özellikle Ekim Devrimini izleyen yıllar içerisinde Bolşevikler tarafından oldukça başarılı filmler üretilmiştir. Lenin’in 100 yıl önce söylediği “bizler dünyayı yeniden kurmanın peşindeyiz” sözü bizim de büyük bir inançla yükselttiğimiz şiarımızdır. Bizler Bolşeviklerin gittiği sınıfsız bir toplum ve yeni bir dünya yolunda onların iz sürücüleriyiz. Fakat yaşamın her köşesinde ideolojik, politik mücadele verilmeksizin yeni bir dünya kurulamaz. Kültür-sanat bu açıdan önemli ideolojik ve politik mücadele alanı veya cephesidir. Elbette “yeni bir dünya ve yeni bir insan” yaratma hedefi bin yılların kültür birikimi bir kenara atılarak gerçek kılınamaz. Bu nedenle bu hedefe kilitlenen bir sınıf devrimcisi insanlığın kültürel birikimini özümsemeye çalışmalıdır. Ayrıca olağanüstü rejimlerin Türkiye başta olmak üzere tüm dünyada temellerinin döşendiği bir dönemden geçiyoruz. Bu açıdan sanatın bir başka önemi daha ortaya çıkıyor. “Bu dönemlerde, direnç ve mücadelede sanat, özelde devrimci sanat çok önemli bir rol oynar. Sanat, çoğu zaman, toplumsal mücadelenin önemini onlarca sayfalık teorik-politik-tarihsel metinden daha vurucu şekilde özetler, ortaya koyar, insana umut verir, coşkusunu ve geleceğe olan inancını arttırır.”[1] Sinemanın sanat dalları arasında güçlü ve popüler bir dal oluşu, işçi sınıfının mücadele tarihi içerisinde tüm dünyadan sosyalist sanatçıların bu alanda ürettiği sayısız başyapıtlar; “zor” dönemlerde sinemanın vurucu gücünü, direnç aşılayan yönünü gösteriyor. Ayrıca diğer sanat dalları gibi ortaya çıkışından itibaren insanın tüm yaşam süreçlerinin de tanığı olan sinema, bu açıdan tarih bilinci ve tarihsel iyimserlik edinmenin de bir aracıdır. İşçi sınıfının temsilcilerinin önemsediği gibi hakeza burjuvazi de bu alanı oldukça önemsemiş ve kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanagelmiştir. Üstelik toplumun egemen sınıfı oluşu, ona bu alanda çok daha zengin imkânlar sunmuştur. Günümüzde burjuva politikası ile sinema endüstrisinin iç içe geçmiş oluşunun belki de en açık örneği ABD emperyalizminin sinema endüstrisindeki tekeli olan Hollywood! Hollywood filmlerinin ne kadarının sanat olduğu tartışılır fakat bu aygıt veya bu aygıtın ürettiği binlerce film görmezden gelinemez. Çünkü başta Amerikan toplumu olmak üzere tüm insanlığın bilincini bulandıran ve yeniden tasarlayan; yeri geldiğinde, İlya Ehrenburg’un dediği gibi, bir “düşler fabrikası”, bazen bir asma yaprağı, bazen bir manipülasyon aracıdır Hollywood sineması. Emperyalizmin kirli fikirlerini izleyicinin zihnine enjekte eden devasa bir ideolojik aygıttır! Her mücadelede olduğu gibi düşmanını iyi tanımak, manevralarını takip etmek yaşadığımız toplumdaki sınıf mücadelesi açısından da hayati önemdedir.

Sinemanın doğuşu ve Hollywood’un egemenliği

Yunanca kelime kökü “hareket” anlamına gelen sinema, 1895 yılında Fransa’da bir sanat dalı olarak ortaya çıktı. “Fabrikadan Çıkan İşçiler”, “Akdeniz’de Tekne Gezisi”, “Trenin Gara Girişi” gibi birkaç dakikalık kısa görüntüler, bugünün devasa yapımlarının ataları olarak ilk kez seyirciyle buluştu. Bu görüntüler o dönem için oldukça etkileyiciydi, her şeyden önce fotoğrafa kıyasla “canlıydı”. Daha sonraları belgesel diye adlandırılan bu filmlerin bazılarını gören sosyalist yazar Maksim Gorki, film için “yaşamdan doğuyor” demiştir. Dönemin koşullarında bu kısa fakat “canlı” görüntülerin izleyicide bıraktığı etki o denli güçlüydü ki, meselâ trenin gara yaklaşması sırasında, izleyiciler koltuklarından kalkıp salonun dışına çıkmak istediler. Ortaya çıkmasının üzerinden henüz fazla zaman geçmeden, yirminci yüzyılın başlarında popülerleşerek endüstrileşen sinema, egemenler için yüksek kâr getirisi olan bir sanayi dalı haline geldi. Sadece bu da değil, aynı zamanda burjuva ideolojisinin üretildiği ve kitlelere aktarıldığı yeni ve bir o kadar da “sihirli” bir alandı artık. O tarihlerden bugüne, günlük hayatın her alanını yeniden ve yeniden örgütleyen burjuvazi için sinema, emekçi yığınları bilinç olarak fethetmeye yarayan ve gün geçtikçe gelişen, yaygınlaşan ideolojik bir aygıt olarak varlığını sürdürdü. Tüm dünya burjuvazisi için bu aynen geçerlidir fakat ABD emperyalizmi açısından bu konu her zaman farklı bir öneme sahip olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist bir atak gerçekleştiren ABD, bu dönemde sinema sektöründe de hegemonya kurmaya başladı. Rakamlarla ifade edecek olursak; 1920’lerde haftada 40 milyon ABD’li sinema salonlarına gidiyordu ki, bu bugün için bile çok yüksek bir rakamdır. 1930’lara gelindiğinde ise Hollywood dünya sinemasının merkezi konumuna ulaşmıştı artık. Üzerinden yaklaşık 100 yıl geçmesine rağmen Hollywood’un bu alandaki hegemonyası tartışmasızdır! Bugün dünyanın neresinde olursak olalım, sinemadan bahsetmek büyük oranda Hollywood’dan bahsetmektir. Örneğin 2016 yılında tüm dünyadaki sinema salonlarında en çok izlenen 20 filmin 19’u ABD yapımıydı ve Hollywood filmleri 11,14 milyar dolarlık gişe hâsılatıyla tarihi bir rekor kırdı. Dünya çapında TV’lerde yayınlanan Hollywood filmleri ve bu filmlerin gelirleri ise cabası. Gerçekte ABD egemenlerinin ekonomik ve ideolojik çıkarlarını gözeten Hollywood, gerek filmleriyle gerek film yıldızlarının yaşam tarzları ve başarı öyküleriyle emekçiler açısından ışıltılı bir dünya olarak görülüyor. Peki, bu ışıltılı dünyanın hikâyesi nasıl başladı? Pek bilinmez ama Hollywood’un kuruluşu bile, bir “başarı öyküsü” olarak film senaryosu olmaya aday! 1911 yılında Centeur Film şirketinin bir yöneticisi olan Kanadalı A.L. Christie, tozlu bir yolun sonundaki metruk bir Hollywood tavernasını Hollywood’un ilk film stüdyosuna dönüştürdü. Başka şirketler de hızla onu takip ettiler ve yılın sonunda Hollywood’da 15 film şirketi kuruldu.[2] Bu bölgenin (Kaliforniya) film yapımcıları tarafından tercih edilmesinin sebepleri oldukça dikkat çekici! En önde gelen neden, bölgenin film platoları kurmak ve tabii film çekmek için güzel bir havaya ve açık alanlara sahip oluşuydu. Fakat tek sebep bu değildi elbette; bu bölgede işçi sendikaları olmadığı için işçi ücretleri bir hayli düşüktü. Kalantor film yapımcıları setlerde çalıştırmak üzere ucuz işgücünün olduğu ve mücadele geleneğinin pek az geliştiği bir cennet keşfetmişlerdi. Buraya taşınmakla, pek çok sinema patentini elinde bulunduran Thomas Edison’a ödeme yapmaktan kurtulmak da kolaylaşmış oluyordu. Çünkü Kaliforniya’da Edison’un avukatlarının etkisi azdı ve polisten kaçmak gerektiğinde Hollywood’dan Meksika’ya geçiş kolaydı. Yıkık dökük bir tavernadan bozma ilk film stüdyoları, ucuz işgücü arayışı, patent hırsızlığı vs. Bugün film yıldızlarının görkemli evlerinin, ışıltılı sokakların ve devasa film stüdyolarının bulunduğu Hollywood’un hikâyesi işte böyle başladı. ABD’de bu alandaki tekelleşmenin boyutları, bugün gelinen noktada korkunç düzeylere ulaşmış ve nihayetinde küresel medya imparatorlukları doğmuştur. Bu imparatorluklar ile Wall Street bankaları, finans şirketleri arasında kuvvetli ilişkiler mevcuttur ve sinema endüstrisi borsayla iç içe geçmiştir. Hollywood sinemasının tüm zamanların gişe rekorları kıran filmlerine baktığımız zaman, bunların tamamının çok şirketli medya kuruluşlarına bağlı yapımevlerinin filmleri olduğunu görürüz. MGM/Loews, Paramount, Warner Bros., Sony Pictures, Twentieth Century-Fox, RKO, Columbia, Walt Disney Pictures, Universal ve United Artists gibi film şirketlerini bünyesinde barındıran büyük holdingler; elektrik, enerji, finans-banka, giyim, teknoloji, bilgisayar, televizyon, internet, basın-yayın, oyun, müzik gibi farklı sektörlerde de faaliyet göstermekteler. Bu şirketlerle üst düzey ilişki içerisindeki Amerikan devleti, senaryo yazımından kullanılacak psikolojik öğelere kadar birçok konuda sinema endüstrisine yön veriyor. Aynı zamanda bu holdinglerin özellikle ABD’deki iletişim sektörünün ağır topları olmaları oldukça önemli! Çünkü çekilen filmlerin tanıtımı/reklâmı aynı medya imparatorluklarına ait gazete, dergi ve TV’lerden yapılıyor ve böylece dört bir tarafından kuşatılan kitleler üzerinde bir cazibe oluşturulmaya çalışılıyor. Günümüz kapitalist dünyasında, medyanın bazılarınca yaşadığımız çağa ismini verecek denli etkili olmasını göz önünde bulundurursak, ABD’deki bu tanıtım/reklâm çalışmasının son derece etkili olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin dünya film dağıtımını tekelinde bulundurduğunu da hesaba katarsak Hollywood’un dünya çapındaki etkisinin niteliğini daha iyi kavrarız.

“Hollywood etkisi”

Kapitalist sistemde üretim, insan ihtiyacı esas alınarak yapılmaz. Bu akıldışı sistemde üretim araçlarını elinde tutan burjuvazinin ana amacı kâr elde etmektir. Kapitalist sistemin kalp atışıdır kâr. Her kapitalist daha fazla ürün üreterek piyasaya sürmeyi ve pazara sürdüğü malların kısa sürede tüketilip kâra dönüşmesini ister. Üretilen ürünlerin daha fazla tüketilmesi, dolayısıyla daha fazla kâr elde edilebilmesi için her türlü yolla tüketim arttırılmaya çalışılır. Günümüzün “tüketim toplumu” ve “tüketim çılgınlığı” buradan türemektedir. Peki, bunun sinemayla ne ilgisi vardır? Öncelikle burjuvazinin ürettiği sinema filmleri de sonuç olarak birer metadır. Birbirinin türevi olan yüzlerce film sürekli olarak tükettirilmek dolayısıyla kâr etmek için üretilmiştir, üretiliyor. Ve dahası sadece senaryo, kurgu, mekân, oyuncular, teknik donanım ve teknik ekiple yapılan bir iş değildir sinema. O, filmlerden öte daha nice metaın satışı ve tüketimi için çok boyutlu bir işlev görür. Bu nedenle sinema yalnızca sinema değildir. On yıllardır özellikle Hollywood filmleriyle kitlelerde bilcümle metalara yönelik arzular yaratılmaya ve tüketim alışkanlıkları oluşturulmaya çalışıldı, çalışılıyor. Bu endüstrinin en yağlı gelir kapısıdır reklâm ve milyonlar tarafından izlenen yüzlerce film bilinçaltı reklâmlarıyla da doludur. “Meta/markaları üreten şirketler bu filmlerde yer alabilmek amacıyla milyonlarca dolar akıtırlar sinema endüstrisine. Zira herhangi bir konuyu anlatan film yıldızlarının giydikleri elbiselerden yiyeceklerine ve kullandıkları otomobil markasına değin her şey önceden tasarlanmış olarak seyirciye ulaştırılır. Filmi izleyen bir izleyici film aracılığıyla her gün hayatına girmeye çalışan meta/markalarla yeniden karşı karşıya gelir.”[3] En basitinden çeşitli sigara, kahve, giyim markalarının, fastfood zincirlerinin kitleler nezdinde bu denli sükse yapmasının nedenlerinden biridir sinema filmleri. Hatta film aralarında ve sonrasında kola ve mısır satışlarının artmasında bile filmlerde yer alan reklâmların, subliminal mesajların ve framelerin etkili olduğu da iddia edilmektedir. Sonuç olarak izlediği filmlerde mutluluğu(!) daha fazla tüketmekte gören kitleler tüketime yönelirler. Üstelik meta deyince sadece mısır, kola, elbise, otomobil vs. gibi metaları aklımıza getirmeyelim. Yapısı gereği her şeyi metalaştıran, bir meta üretim sistemi olan kapitalizm, meselâ kadın bedenini de alınıp satılan bir meta olarak karşımıza çıkarır. Hollywood filmlerinde vücut hatlarından yüz çizgilerine, giyim-kuşam tercihlerinden yeme-içme alışkanlıklarına, karakterlerinden davranışlarına kadar nasıl olması gerektiğinin çerçevesi çizilen kadın, burjuvazi için filmi izlettiren ve dolayısıyla kâr getirici bir figürdür. Bu açıdan Hollywood filmlerine bakıldığında burjuva ahlâkının pespayeliğini görmek de mümkündür. İddia edilenin ve genel kanının aksine Hollywood’da hiçbir film sadece eğlendirmek için üretilmez. Amaç basitçe gişe hâsılatı veya reklâm gelirleri üzerinden kâr elde etmekle sınırlı da değildir. Genel olarak kapitalist sistemin etkin bir pazarlamacısıdır Hollywood. Kapitalist sistem ve onun ideolojisi gizli ya da açık şekilde filmlerde olumlanmakta, izleyicinin örnek alması için sistemin makul gördüğü bir insan prototipi sergilenmektedir. Bu yönüyle başta Hollywood olmak üzere burjuva sinema, iddia ettiğinin aksine son derece ideolojiktir! Filmlerin büyük bir çoğunluğunu, emekçilerin önemli meseleleri düşünmelerini, kendi sorunlarına odaklaşmalarını önleyecek, onları oyalayacak içi boş, yüzeysel, sabun köpüğü niteliğindeki yapımlar oluşturmaktadır. Bu tercihin kendisi ideolojik bir tutumdur. Öte yandan kimi zaman sinema perdesine işçi ve emekçilerin yaşadığı sorunların yansıtılmasında da ideolojik boyut kendini gösterir. Sinsi mesajlar içeren bu tür filmlere göre, Amerika (ya da kapitalizm) sorunlar olsa da en iyi şartlarda yaşanabilecek ve nihayetinde sorunların çözülebileceği bir yerdir. Suç sistemde değil, sistemi şahsi yararları için kullanmaya kalkan “kötü” patronlarda, yöneticilerde ve bürokratlardadır. Dolayısıyla sisteme cephe almak ve mücadele etmek yerine, sistemin adaletine güvenerek “kötü”nün ayıklanmasını beklemek en doğrusudur! Hollywood filmlerini genel olarak taradığımızda tarzın tıpatıp birbirine benzediğini de kolayca fark edebiliriz. Şöyle ki; filmlerin konusu herkesin bildiği konular içinden seçilir. Diyaloglar ve genel olarak üslup son derece basittir. Fakat filmler güçlü efektlerle doludur! Bunun nedeni verilmek istenen mesajın net, anlaşılır ama bir o kadar da vurucu olmasının istenmesinde yatıyor. Aksiyon vazgeçilmezdir çünkü seyirci aksiyon sahnelerinin hızına yetişmekten bırakalım düşünmeyi ve sorgulamayı tabiri caizse soluk almayı bile unutsun istenmektedir. Hollywood filmlerinin neredeyse tamamının kurgusu basit bir iyi-kötü çatışması üzerinde yürür. Ve bilinci burjuva ideolojisinin zehrine karşı savunmasız olan bir izleyici, daha filmin ilk dakikasından itibaren “iyi” gösterilenin safında, “kötü”ye karşı mücadele etmeye girişir. Koltuğunda oturmuş patlamış mısırını yerken bir yandan da film kahramanlarıyla özdeşlik kuran seyirci, tüketim alışkanlıklarının dışında çeşitli davranış ve düşünce biçimleri de edinmeye başlar. Filmin sonunda daima “iyi” olan taraf kazandığından, izleyicide bir tatmin duygusu oluşur ve rol model olarak gördüğü kurmaca karakterle özdeşliği pekişir. Bu önemli noktadan hareketle Hollywood’un ABD’nin en önemli kültür ihraç mekanizması olduğunu söyleyebiliriz. Bu filmler üzerinden ABD emperyalizmi tarafından yaratılan “uygar insan” modeli topluma enjekte ediliyor. Filmlerde sıkça kullanılan “uygar insan”ın hayat tarzı, davranış biçimleri “makbul olan” olarak kitlelere dayatılıyor. Bu modele göre hayatın temel felsefesi eğlenmek, para kazanmak ve harcamaktır. Hayat tüketmek için yaşanmalı, kişi sürekli kendisini düşünmelidir. Çünkü mutluluk bu formülde gizlidir! Dünya genelinde bu yaşam tarzına özenen insan sayısı bilindiği gibi oldukça yüksek. Bu durum modern zaman hastalığı olarak tanımlanırken, ismini de Hollywood’un bulunduğu eyaletten alarak “Kaliforniya Sendromu” olarak adlandırılıyor.

Amerikan rüyası mı?

Amerika denildiği zaman en çok akla gelen kavramlardan biri olan Amerikan rüyası tüm dünyaya asıl olarak popüler kültür öğeleriyle pazarlandı. Bu kavram on yıllardır Hollywood filmlerinin vazgeçilmez teması aynı zamanda. Bu rüyada anlatılana inanacaksak; ABD çok çalışma ile başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği bir fırsatlar ülkesidir. ABD’de herkesin yüksek gelir sağlayan bir işi, bahçeli-müstakil bir evi, arabası, mutlu bir ailesi, sevimli birkaç köpeği ve güçlü çevre ilişkileri vardır. Amerikan rüyası, gerçeği yani işçi sınıfının yaşadığı kâbusu anlatmaz; işsizliği ve yoksulluğu yokmuş gibi gösterir, çalışma koşulları harikadır! Sanırsınız ki ABD’de sayıları milyonları bulan evsizler yoktur, göçmenler ise ne kötü yaşam koşullarına sahiptir ne de ırkçı saldırıların hedefidir! Bu rüyaya göre ABD’de her şey güllük gülistanlıktır! Ne diyelim adı üzerinde RÜYA… İlk olarak 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan bu kavram, bu dönemde sınıf atlamayı becerebilmiş birkaç örneğin parlatılmasıyla, dünya işgücünü Kuzey Amerika’ya çekmek için kullanılmaya başlandı. Zengin olma hayalleriyle bu topraklara gelen göçmenler, çok kısa süre içerisinde rüya denilenin aslında bir kâbus olduğunu anladılar. John Steinbeck’inFareler ve İnsanlar isimli kültleşmiş kitabı bu konuyu iki emekçinin çiftlik sahibi olma hayalleri üzerinden anlatır. Upton Sinclair’in Chicago Mezbahaları isimli kitabı ise zengin olma hayalleriyle ABD’ye gelen göçmenlerin yaşadıkları hayal kırıklığını, fabrikalarda karşılaştıkları ağır sömürüyü, insanlık dışı yaşam koşullarını en çarpıcı dille okuyucuya aktaran yapıtlardan biridir.[4] 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki “soğuk savaş” döneminde oldukça popüler olan “Amerikan rüyası” günümüzde de varlığını sürdürüyor. Fakat eskiye oranla ışıltısını bir hayli kaybetmiş durumda. Emekçi kitleler bu rüyanın modasının geçtiğini düşünüyorlar çünkü gerçeklikle bağdaşmıyor oluşu eskiye nazaran ayan beyan ortada! Meselâ ABD’li komedyen George Carlin bir gösterisinde oldukça yerinde bir ifadeyle; “Amerikan rüyası deniyor, çünkü inanmak için uykuda olmanız gerek” diyor ve salonda bulunan kitle katılarak gülmeye başlıyor. Nedeni oldukça açık! Çelişkilerin alabildiğine keskinleştiği ve belirginleştiği, emperyalist savaşın tüm dünyayı sardığı ve tarihsel bir sistem krizinin yaşandığı günümüz kapitalist dünyasında, bu tür “rüyalar” ancak birer nükte olabiliyor. Fakat kapitalizm asla boşluk bırakmaz. Sistem her yeni dönemde karşısına çıkan sorunlara karşı döneme uygun ideolojik cephaneliklerini üretmeye çalışır. “21. yüzyıla derin bir sistem krizi eşliğinde giriş yapan kapitalizmin ideolojik alanda da cephaneliğini kriz dönemi ideolojisi oluşturmaktadır. Bu, köhnemiş, çürümüş ve dolayısıyla olumlu bir gelecek beklentisini yitirmiş bir toplumsal sistemin, ölüm korkusu altında gerçeklerden kaçmaya çalışmasının ideolojisidir. Burjuva ideolojisinin 21. yüzyıla damgasını vuran bu niteliği, işçi-emekçi kitlelerin düşünsel dünyasına da sürekli biçimde irrasyonel ve mistik öğeler aşılıyor. İnsanlık, çeşitli vesilelerle dile getirmeye çalıştığımız gibi, çıldıran bir kapitalizmin inanılmaz sömürüsünün yanı sıra onun düşünsel alanda yarattığı felâketlerin de tam ortasında debeleniyor. Çürüyen kapitalizm kitlelerin yaşamına, onların burjuvalara sundukları çalışma saatlerinin dışındaki «boş zamanlarını» da yiyip yutan bir büyük kuşatma, derin bir akıl tutulması, özetle bir gece yarısı kâbusu gibi çörekleniyor.”[5] Elif Çağlı’nın yaklaşık 10 sene öncesinden dikkat çektiği ve yıllar içerisinde daha da belirginleşen bu olgular, bugün her alanda kendisini hissettiriyor. Kapitalizmin tarihsel çıkışsızlığı ve bu çıkışsızlık içerisinde debelenirken oluşturduğu kriz dönemi ideolojisi beyazperdeye de yansıyor. Hollywood’un yapımcı ve yönetmenlerinin film senaryolarında artık barış, huzur ve refah dolu bir dünya yok. Gece yarısı kâbusunu yaşadığımız bu yeni dönemde bilimkurgu ve fantastik filmler, kıyamet ve savaş temaları beyazperdenin yeni efendileri olarak tüm dünyada vizyonda!

[1]   Utku Kızılok, Devrimci Direnç Noktası Olarak Devrimci Sanat, Ağustos 2016, http://marksist.net/node/5231
[2]   Asa Briggs/Peter Burke, Medyanın Toplumsal Tarihi, Kırmızı Yay., s.202
[3]   Utku Kızılok, Gün Ortasında Karanlık, Temmuz 2005, http://marksist.net/node/85
[4]   Bkz. Derya Çınar, Chicago Mezbahaları, Kasım 2008, http://marksist.net/node/1930
[5]   Elif Çağlı, Tarihsel Çıkışsızlığın İdeolojik Yansımaları, Temmuz 2008, http://marksist.net/node/1839

19 Ekim 2017
Sinema, tiyatro, TV ...
Share

Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi /2

2.Bölüm

hollywood-pentagon.jpg

Tarihsel çıkışsızlığın Hollywood’a etkisi

Kapitalizmin günümüzde tarihi boyunca geçirdiği tüm krizlerden daha derin ve güçlü bir sistem kriziyle boğuşuyor olduğunu nicedir vurguluyoruz. Kapitalizmin tarihsel krizi olarak adlandırdığımız bu durumun sonuçlarına gündelik hayatın her alanında rastlamak mümkün. İçinden geçtiğimiz bu tarihsel kesitte yaşamın her alanı sistem krizinin etkisiyle yeniden şekilleniyor. Meselâ bugün parçalı bir şekilde yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşının ve dünya genelinde olağan burjuva rejimlerden olağanüstü burjuva rejimlere geçiş furyasının başlıca nedeni, kapitalist sistemin tarihsel krizidir. Sistem krizine bağlı olarak burjuvazi büyük bir enerjiyle envanterindeki baskı aygıtlarını güçlendirmek ve giderek çeşitlendirmek için uğraşıyor. Böylece işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini pekiştirmeye çalışıyor. Fakat burjuvazi için baskı ve zor aygıtlarının önemi ne denli yakıcıysa, ideolojinin ve ideolojik aygıtların da önemi o denli yakıcı! Bugün ideolojisiyle de çürümüş ve köhnemiş bir sisteme uygun eğilimler geliştirmekte olan kapitalizm, elindeki ideolojik aygıtlar aracılığıyla örgütsüz kitleleri kolayca zehirleyebilmektedir. “Burjuva ideolojik aygıtların propaganda bombardımanı altında algıları biçimlenen ve gerçek bilgi kaynaklarına ulaşamayan kitleler, vicdanları titretecek en can yakıcı olayları dahi iktidarın empoze ettiği açıdan görebilirler.”[1] Elif Çağlı’nın kitlelerin yaşamına çöreklenen gece yarısı kâbusu olarak nitelediği köhnemiş ve tarihsel bir çıkışsızlık yaşayan kapitalizm, ideolojik üretim yaptığı her alanı kriz dönemine uygun bir forma sokmaktadır. Böylece her geçen güne sonsuz bir acının, yıkımın, zulmün, akıl dışılığın damgasını bastığı günümüz dünyasında, bu aygıtlar burjuvazi için zamanın ruhuna uygun muazzam roller oynamaktalar. Meselâ, ABD emperyalizminin ideolojik aygıtı olan Hollywood! Pentagon (Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı), CIA (Merkezi İstihbarat Teşkilatı) ve ABD yönetimi ile stratejik ve organik bir ilişki içerisinde olan Hollywood, ürettiği filmleri büyük oranda siyasal sürecin ruhuyla örtüşen bir formda tasarlıyor. Üstelik öylesine devasa bir araç ki Hollywood, günümüzde dünya film üretiminin ve dağıtımının merkezi konumunda oluşundan ötürü, ABD emperyalizminin tüm dünyada kitlelerin bilincini manipüle etmesinde muazzam bir rol oynuyor. Kapitalizmin sistem krizinin ve sürüklendiği tarihsel çıkmazın sinemaya özellikle de Hollywood’a doğrudan bir etkisi olduğunu detaylı bir inceleme yapmadan bile fark edebiliyoruz. Hollywood sinemasının son dönemlerde ürettiği filmleri kabaca taradığımızda ezici çoğunluğunun süper kahramanların cirit attığı fantastik, savaş, kıyamet ve bilimkurgu temalı filmler olduğunu görürüz. Peki, bu tesadüf mü? Baştan söyleyelim bu tablo kesinlikle tesadüf değil, bir tercih! Peki, bu temaların tercih edilmesinin kapitalist sistemin tarihsel çıkışsızlığıyla ne ilgisi var? Hollywood’un büyük stüdyolarının fırınından çıkmış bu yapımlar, kriz içinde debelenen sistemin çıkarlarına uygun sinsi politik mesajların ve idealist düşüncenin en uç boyutlarının derin izlerini taşıyor. Tüm bu ideolojik bombardımana bilgisayar destekli görsel efekt silsilesi eşlik ederken kitlelerin bilinci dumura uğratılıyor. Art arda bu tür filmler üretilmesi, sistemi kurtarma planları yapan egemenlerin eliyle Hollywood’un zamanın ruhuna uygun şekilde kıyafet değiştirmesi olarak yorumlanmalıdır. Hollywood, bu temaları yeni icat etmedi kuşkusuz ama bu temalar beyaz perdeye yıllar içinde hâkim kılındılar. Dünya genelinde yüz milyonlarca emekçi giderek artan dozda bu temalara maruz kaldı. Üstelik uğruna para ve zaman harcayarak, canı gönülden isteyerek… Çoğu insan bu filmleri bir bilimkurgu, fantastik, aksiyon, tarih, macera filmi olarak seyrediyor ve bu filmlerin ilgi çekici olmasının fizyolojik ve psikolojik sebepleri var. Yapılan araştırmalara göre film bittiğinde seyircinin nasıl hissettiği, benzer bir başka filmi izleme arzusunu oluşturacak veya yok edecek denli belirleyici! Aksiyon ve görsel zenginlik dolu, bol efektli bu tarz filmler, seyircide kalp atış hızından solunum ve kan basıncı artışına kadar pek çok etkide bulunuyor ve bu fizyolojik uyarılma uzun süre hafızalarda kalıyor! Filmin olay örgüsünün ve film kahramanıyla kurulan özdeşliğin seyircinin psikolojisine de etkide bulunduğu açık! Meselâ film bittiğinde seyircide bir rahatlama, gevşeme hissiyatı oluşması, bu filmlerin yüz milyonlarca insan tarafından beğeniyle izlenmesinin bir nedenidir. Bir başka önemli neden ise kaosun, krizin ve çatışmanın hayatın her alanına hâkim olduğu günümüz koşullarında, insanların kıyamet, savaş vb. film temalarını son derece gerçekçi ve ilgi çekici buluyor olmalarıdır. Tam da bu nedenle burjuvazinin fikirleri örgütsüz bireyleri çok kolay şekilde teslim alabiliyor. Korkunç bir karanlık akan tüm bu filmler, burjuvazinin insanlığın geleceği için olumlu bir projesi olmadığının somut bir göstergesini oluştururken, kitleleri uyuşturarak, algıları yöneterek patolojik bir toplum yapısına da davetiye çıkarıyor.

Hollywood’un vazgeçilmezi: Savaş filmleri

Hollywood yapımı savaş filmlerinin neredeyse tamamında ABD emperyalizminin açtığı tüm savaşlar haklı ve meşru gösterilirken, geçmişin kimi “ayıpları” da bir asma yaprağı misali örtülmeye çalışılıyor. “Gerçekler tarihsel bağlamından kopartılıp bugünkü emperyalist savaşla bağı kurularak ve emperyalist savaşı meşrulaştıracak öğelerle donatılarak çarpıtılıyor. Diğer taraftan ise filmlerde sürekli savaş sahneleri öne çıkartılıyor, kan gövdeyi götürüyor; böylelikle savaş, korkunç ölçüde yıkıcı ve yok edici bir gerçek olarak değil, alışıldık bir oyun gibi sunularak kanıksatılıyor ve toplum hissizleştirilmeye çalışılıyor.”[2] Örgütsüz oldukları için olaylara kendi sınıflarının penceresinden bakamayan dünya işçileri bu filmlerin ideolojik etkisiyle emperyalizmin çıkarlarına kolayca payanda edilebiliyorlar. Savaş filmlerinin örgütsüz kitleler üzerinde bıraktığı etkiyi daha iyi kavrayabilmek için çarpıcı bir örnek üzerinde duralım. “Vietnam Savaşı neden çıktı, ABD’nin Vietnam’da ne işi vardı” gibi sorular yönelttiğimizde, örgütsüz kitlelerin önemli bölümünün yanlış cevaplar sıralamaya başladığını görürüz. Adeta bilinç çarpılması yaşayan bir kısım insana göre; ABD kendi çıkarları için Vietnam’a asker yollamamış, oraya özgürlük ve demokrasi götürmeye çalışmıştır. Fakat Vietnam’daki yerli halk ilkel, hatta yabanidir ve bu nedenle onca kahramanlığına rağmen ABD başarısız olmuştur. İşte bu yanılsama, daha doğru tabirle dezenformasyon, ABD’de oldukça yaygın bir kanıdır. Elbette bunun başlıca sebebi milliyetçiliktir fakat dünyanın farklı bölgelerinde de benzer düşünen insan sayısı hiç de az değil. Hatta tarih öylesine çarpıtılmıştır ki; ABD emperyalizminin Vietnam’da hezimete uğradığı son derece açık olmasına rağmen, bugün bile savaşın kazananının ABD olduğunu sanan insanlar vardır. Böylesi bir dezenformasyonun temel sebeplerini irdelediğimizde karşımıza popüler tabirle “Hollywood Etkisi” çıkıverir. Çünkü Hollywood etiketli çıkan ve dünya genelinde gişe rekorları kıran onlarca “Vietnam Savaşı” filminin verdiği bilinçaltı mesajı tastamam budur.[3] Meselâ Rambo serisi… Vietnam’da ABD’nin hezimete uğramasının ve yapılan vahşetin ortaya çıkmasının etkisiyle o dönemde başta ABD olmak üzere dünyanın dört bir yanında savaşa karşı ciddi tepkiler gelişmişti. İşte bu tepkiyi yok etmek isteyen ABD burjuvazisi, Rambo’yu yarattı. Vietnam’da savaşmış, ama gadre uğramış ulusal bir kahraman teması bu açıdan biçilmiş kaftandı. Vietnam Savaşından yedi yıl sonra gösterime sokulan ilk Rambo filmi –İlk Kan (1982)– yoğun ilgi gördü. “Savaş karşıtı bir film” olarak lanse edilen bu savaş filmi, elbette burjuvazinin sinsi ideolojik mesajlarıyla doluydu. İlk film milyonlar tarafından izlenilip beğenilince, Rambo birkaç yıl içinde ikinci filmiyle –İlk Kan 2 (1985)– “yeniden merhaba” dedi. “Kahramanımız” yine Vietnam’daydı, yine “onurlu” bir görev peşindeydi ve yine haksızlığa, ihanete uğramıştı. Rambo’nun kitlelerin bilincinde bıraktığı imajın başarı getirdiğini gören egemenler, emperyalist hedefleri doğrultusunda Rambo’yu dünyayı turlamaya çıkardılar. Serinin devam filmlerinde kâh Afganistan’da kâh Myanmar’da boy gösterdi Rambo ve ilk iki film gibi bu filmlerin de zamanlaması oldukça manidardı![4] Rambo, Hollywood aygıtının ABD’nin kirli çıkarları için ne denli muazzam roller oynadığının belki de en somut örneklerinden birisi olmuştur. Bir film kahramanlığının ötesine geçen Rambo, zamanla ABD emperyalizminin sembollerinden birisi haline gelmiştir. Aynı temsil ettiği yüz binlerce ABD askeri gibi Rambo da ulusal bir kahramana dönüştürülmüştür! İlk iki filmle toplumda oldukça yaygın olan Vietnam Sendromuna karşı mücadele eden egemenler, sonraki iki filmle de emperyalist hedefleri doğrultusunda Rambo’yu araçsallaştırdılar ve Rambo üzerinden tüm dünya toplumunu propaganda bombardımanına tuttular. Sonuç ne mi oldu? Hatırlayalım, zamanında Vietnam savaşına karşı bir tepki oluşmuştu, bu tepkinin de etkisiyle ABD Vietnam’dan çekilmişti! Fakat dünya genelinde on yıllar boyunca Rambo’yu izleyen kitleler onunla özdeşleştiler! Onunla birlikte savaştılar, onunla yaralandılar, onunla iyileştiler, ondan öğrendiler... Peki, Rambo kime karşı savaşıyordu? ABD emperyalizminin askeri olarak yoksul halklara karşı! Emekçilerin bu savaştaki çıkarı neydi peki? Koca bir hiç! Bu acı gerçekler gözlerden saklanmıştı ve zamanla unutturulmuştu. Kitlerin algısı yeniden şekillendirilmişti. Meselâ ABD savaş boyunca Vietnam’da yaşayan insanların üzerine 6 milyon ton bomba atmış ve yüz binlerce masum Vietnamlıyı öldürmüştü fakat ne hikmetse masum olan ABD ordusuydu. Nitekim zalim ile mazlumun yer değiştirdiği, gerçek ile yalanın ters yüz edildiği Rambo filmleriyle, toplumun yenilgi algısı manipüle edildi ve ABD’nin ulusal gururu restore edildi. Aynı zamanda ABD’nin emperyalist hamleleri dünya işçilerinin, emekçilerinin bilincinde gerekçelendirildi ve meşrulaştırıldı. Netice olarak Vietnam’da savaşı kaybeden ABD, beyazperdede kazanmış oldu! Rambo filmleri sadece bir örnektir, benzer etkiye sahip yüzlerce savaş filmi mevcuttur. Üstelik ABD burjuvazisi için amaç sadece savaşı meşru ve haklı göstermekle de sınırlı değildir. Çekilen savaş filmleriyle orduya katılımın özendirilmesi ve arttırılması da önemli bir hedeftir ki zaten bu filmler bu amaca da fazlasıyla hizmet etmekteler. Buna da bir örnek verecek olursak; Tom Cruise’un bir donanma pilotunu oynadığı Top Gun (1986) filminin etkisiyle donanmanın yaptığı açıklamaya göre pilot olmak isteyen gençlerin oranı beş kat artmıştır! 176 milyon dolarlık yurtiçi, 177 milyon dolarlık yurtdışı gişe hâsılatıyla yılın en çok para kazandıran filmi olması sebebiyle yatırımcısının yüzünü güldüren Top Gun, ABD ordusunun da yüzünü fazlasıyla güldürmüştür. Körfez savaşından birkaç yıl önce çıkan bu filmin gösterildiği sinemaların önüne askere alım masaları kurulmuş ve bu masalar filmden çıkan gençlerin ilgisine mazhar olmuştur! ABD gibi emperyalist güçler açısından orduya katılımın özendirilmesi sürekli bir ihtiyaçtır, zira ABD sürekli bir savaş halindedir ve zamanla değişen düşmanlar tarafından sürekli tehdit edilmektedir! Sadece gerçekte değil Hollywood sinemasında da düşman bir dönem Vietnamlılardır, bir dönem Koreliler. Bir dönem Alman Nazileri düşmandır, sonra bir bakmışız “sosyalist” Ruslar düşman oluvermiştir. Kimi zaman Ortadoğulular kimi zaman Asyalılar, kimi zaman “karaderililer” kimi zaman “kızılderililer”… Kısacası Hollywood’un savaş filmlerindeki “düşman” dönemin konseptine göre değişir. Değişmeyen şey ise ABD’nin emperyalist saldırganlığının meşrulaştırılmasına Hollywood tarafından verilen destektir. Bu destek epeyce süredir devam ediyor. Hollywood’un yapımcı, yönetmen ve senaristleri özellikle savaş filmleri çekerken CIA ve Pentagonla işbirliği içinde çalışıyor. Bu işbirliği, filmlerin senaryosundan kurgusuna ve bu filmlerde kimlerin rol alacağına kadar film yapımının her aşamasında öne çıkıyor.

Kirli işbirliğinin tarihsel örnekleri

Dünya kapitalizminin 1929 yılında geçirdiği büyük buhran sonrası kitlelerin sinemaya akın ettiğini gören dönemin ABD Başkanı Roosevelt, hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı. Böylece krizin olumsuz etkilerinden en azından bir film süresi boyunca uzaklaşmak, “kafalarını dağıtmak” isteyen kitleler propaganda yüklü filmlerle gafil avlanmak isteniyordu. Bu hamle, egemenlerin krizi aşmak için giriştiği emperyalist savaş hazırlıklarının da bir parçasıydı aynı zamanda. 1942 yılına geldiğimizde, film endüstrisiyle burjuva devletin arasındaki ilişkiye dair somut olarak gösterilebilecek örnekler de çoğalmıştı. Bu tarihte yine karşımızda ABD tarihinin en uzun süreyle görevde kalmış başkanı Roosevelt vardı! ABD bu dönemde bilfiil ikinci emperyalist paylaşım savaşının içindeydi fakat kitlelerde henüz istenilen ölçüde militarist duygular yoktu. ABD egemenleri bu boşluğu doldurmak, militarist duyguları körüklemek için Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) adıyla yeni bir aygıt yaratmışlardı. 1942 yılında kurulan OWI; radyo yayınları, gazeteler, posterler, fotoğraflar ve sinema filmleri üreterek, üretilen materyalleri yurtiçinde ve yurtdışında yayınlayarak adeta bir propaganda makinesi olarak çalışıyordu. Hollywood’da bulunan neredeyse tüm film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları çekim öncesinde okumasına, öneriler yapmasına ve sansür uygulamasına izin veriyordu. Film sektörü ile OWI arasındaki ilişki savaş boyunca sürdü. Bu dönemde güya farklı temaların işlendiği yüzlerce propaganda filmi yayınlandı.[5] Yine aynı yıl içinde Frank Capra, John Ford gibi ünlü sinema yönetmenleriyle Beyaz Saray’da bir toplantı yapan Roosevelt, peşi sıra gösterime sokulacak 10 kadar propaganda filmi siparişi verdi. Toplantının hemen ardından da yönetmen ve yapımcıların işbirliği içinde çalışmaları için Hollywood’da Pentagon Film İrtibat Bürosu kuruldu. Kendilerinden emekçileri cephelere sürecek filmler yapılması istenen yönetmenler siparişleri hazırlamak için zaman kaybetmeden işe koyuldular. Meselâ bu baylardan Frank Capra “Neden Savaşıyoruz” isimli bir film serisi çekti. Film yapımcıları ve hükümet yetkilileri bu serinin cepheden gelen birtakım “haberleri” işlediğini duyurdu. Söylenene göre bu filmler kurmaca değil buz gibi birer gerçekti! Egemenler bu şekilde piyasaya sürülen filmler üzerinden savaşın gerekliliğini kanıksatmaya, savaş politikalarını onaylatmaya ve gençlerin orduya gönüllü katılmasını sağlamaya çalıştılar. Kendi çıkarları uğruna emekçi kitleleri savaşa, yani ölüme ve yıkıma ikna etmek için uğraştılar ve maalesef bunu başarabildiler. Bu propagandanın esiri olmasalardı Detroit’teki, Chicago’daki işçiler fabrikalarından bölükler halinde orduya yazılmaya ve Amerikan burjuvazisinin çıkarları uğruna hayatları pahasına savaşmaya giderler miydi? 1942 yılında kurulan Pentagon Film İrtibat Bürosu bugün halen varlığını sürdürmektedir ve zaman içerisinde CIA, FBI, Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray da film irtibat büroları kurmuştur. Bu bürolar içerisinde en köklüsü olan Pentagon Film İrtibat Bürosunun oynadığı rol, konumuz itibariyle bir hayli ilgi çekici! Şöyle ki, hiçbir film stüdyosunun deposunda tanklar, uçaklar, denizaltılar, son model silahlar bulunmaz ve büyük bütçeli savaş filmleri çekmek isteyen film yapımcıları bu ve benzeri donanımlara ihtiyaç duyarlar. Ayrıca filmi daha gerçekçi kılmak için bazı sahnelerin askeri tesislerde çekilmesi gerekir ve tabii kimi oyunculara askeri eğitim verilmesi de şarttır. Tüm bunlar milyonlarca dolarlık maliyet demektir. Hollywood film yapımcıları bu maliyeti en aza indirmek için Pentagon Film İrtibat Bürosuna başvuruyor ve doğrudan ABD ordusundan destek sağlamaya çalışıyor. “Ordu ekipman sağlamayı ve destek vermeyi kabul ederse, filmin bütçesinden milyonlarca dolarlık tasarruf edilebiliyor. Yapımcının bu yardımı elde etmek için tüm yapması gereken, senaryonun beş nüshasını onay için Pentagon’a göndermek, filmi Pentagon’un onayladığı senaryoya uygun şekilde çekmek ve film halka sunulmadan önce Pentagon yetkilileri için bir ön gösterim yapmak.”[6] Pentagon Film İrtibat Bürosuna gelen başvuruların neye göre değerlendirildiğini kestirmek güç değil! ABD Ordusunun Eğlence Endüstrisiyle İşbirliği Hakkında El Kitabına göre, destek arayan filmler ilk olarak gençleri orduya katılmaya özendirmeli ve mevcut askeri personelin göreve devam etmesine yardımcı olmalıdır. İkinci olarak burjuva devletin politikalarına ve ordunun çıkarlarına uygun mesajlar içermelidir. Milyonlarca dolarlık maliyetten kurtulmanın peşinde olan film yapımcıları için Pentagon’la yapılan bu anlaşmalar ne denli kıymetliyse, eşsiz bir propaganda fırsatı önlerine kadar gelen Pentagon için de o denli önemlidir! Burada duralım ve bu simbiyoz ilişkinin pespayeliğine ilişkin bir örnek aktaralım. Hollywood’un devasa şirketlerinden birisi olan Disney’in bir yöneticisi olan Philip Nemy, Armageddon filmi için 1997 yılında ordu desteği aramakla meşguldür. Dönemin Pentagon Film İrtibat Bürosu subayı Phil Strub’a yazdığı mektubunda Nemy şöyle diyecektir: “Öykümüzün kahramanları; ABD ordusu, NASA teknisyenleri ve petrol endüstrisinde çalışan siviller… NASA’nın tam desteğine ve petrol endüstrisinin yoğun ilgisine mazharız. ABD ordusunun da desteğiyle, ABD ordusunun uzmanlığını, önderliğini ve kahramanlığını gözler önüne sererken, Armageddon’un 1998 yılının en iyi filmi olacağına kesinlikle inanıyoruz. In the Army Now filmi için ABD ordusuyla yaptığımız işbirliği son derece tatmin ediciydi. Sizinle bir başka ordu yanlısı filmde çalışmayı dört gözle bekliyoruz.” Nemy bu “naçizane” mektubuyla elindeki “fevkalâde” film senaryosuna ordu desteği koparsa da elbette her film yapımcısı onun kadar şanslı değil! Her yıl ortalama 200 film yapımcısı, destek almak için Pentagon Film İrtibat Bürosuna başvururken, bunların arasından sadece 20 kadarı destek almayı başarıyor. Destek almayı başarabilenlerin bir kısmı ise film senaryolarında kimi değişiklikler yapmak zorunda kalıyorlar. Destek isteyen film senaryolarını didik didik eden Pentagon yetkilileri, uygun bulmadıkları diyalogların, sahnelerin, karakter özelliklerinin değiştirilmesi için senaryoyu geri gönderiyorlar. ABD’li gazeteci David L. Robb’un sansüre uğrayan ve ordu desteği almayı başaran pek çok filmi derlediği Hollywood Operasyonları adlı kitabından bir örnek aktaralım. Rüzgârla Konuşanlar (2002) isimli İkinci Dünya Savaşını anlatan popüler bir film vardır. Bu filmde ABD ordusunun Navajo yerlilerinin dillerini kod olarak kullandığı ve bu askeri stratejinin de etkisiyle Japonlara kök söktürdüğü anlatılır. Film senaryosu destek almak için Pentagon’a gönderildiğinde ordu yetkilileri şerh koyar. Film ekibine senaryodan iki sahnenin çıkarılması koşuluyla destek verileceği söylenir. Bunlardan birisi; Japonların eline tutsak düşmeleriyle oluşturulan askeri kodun deşifre olması ihtimaline karşı Navajo yerlilerinin ABD’li askerlerce öldürüldüğü sahnedir, ki söz konusu emperyalist savaş ise bu gibi olaylar oldukça sıradandır! Çıkartılması istenen ikinci sahne ise lakabı dişçi olan bir ABD askerinin öldürdüğü Japon askerin ağzındaki altın dişi silahının süngüsüyle sökmeye çalıştığı sahnedir. Pentagon’a göre bu sahne ABD deniz piyadelerine yakışmıyordur. Oysa ABD Milli Arşivinde bir deniz piyadesinin ölü bir Japon askerin ağzından altın dişi sökerken çekilmiş bir fotoğrafı bulunmaktadır! Bu iki sahne filmin senaryosunda bulunmasına rağmen filme yansımamıştır. Bu sahnelerin kesilip atılmasıyla Rüzgârla Konuşanlar filmi ordudan hatırı sayılır bir destek alabilmiştir. Pentagon desteğini alan filmler birkaç istisnayı oluşturmuyor, yukarıda anlattığımız süreçten geçen ve ordu güdümünde çekilen yüzlerce film var. Kusursuz Fırtına, Bağımsızlık Günü, James Bond, Yeşil Bereliler, Dünyanın Durduğu Gün, Kaptan Amerika, Iron Man, Top Gun, Yarın Asla Ölmez, Jurassic Park, Independence, Transformers, Ben Efsaneyim, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi yüzlerce filmin ve hatta Mickey Mouse gibi çizgi filmlerin yapımında Pentagon’un parmağı var! Bunlar arasından Er Ryan’ı Kurtarmak filmi Pentagon tarafından o kadar beğenilmiştir ki, filmin yönetmeni Steven Spielberg’e bu film dolayısıyla “Yüksek Hizmet Nişanı” verilmiştir! Söylemeden geçmeyelim; Pentagon ve Hollywood arasındaki ilişkiye farklı kaygılarla karşı çıkan yönetmenler de yok değil. Meselâ ünlü yönetmen Oliver Stone bu ilişkiden pek de memnun olmadığını açıklarken Pentagon’u kastederek bir röportajında şöyle diyor: “Kendi bakış açılarını satmak için hepimize fahişe muamelesi yapıyorlar. Belirli tipte filmler yapmanızı istiyorlar. Savaşın karanlık yüzüyle uğraşmak istemiyorlar. Savaş hakkında gerçeği dile getirmeyen filmlere destek veriyorlar ve savaş hakkındaki gerçeği arayan filmleri desteklemiyorlar. Savaş hakkındaki çoğu film, askeri alım ilanlarından farksız.” Hollywood sinemasında devlet, ordu ve milliyetçilik her zaman hâkim temalardan olmuştur. Herhangi bir savaşa girmeden önce veya savaş sürecinde emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmak için savaş ve kahramanlık filmleri patlama yapar. Buradan hareketle de 11 Eylül saldırısından sonra savaş filmlerinin pıtrak gibi çoğalmasının tesadüf olmadığını söyleyebiliriz. Uçuş 93, Pearl Harbor, Münih, Kara Şahin Düştü, Bir Zamanlar Askerdik, Dünyalar Savaşı, Zero Dark Thirty, Buried, Yalanlar Üzerine, Rendition, Yeşil Bölge gibi filmler bunlardan sadece bazılarıdır ve tüm bu filmler Pentagon, CIA, Washington ve Hollywood ortak yapımıdır. Üstelik bu dönemde tarihsel bir benzerlik yaşandığını da kaydedelim. 11 Eylül’ün hemen ertesinde dönemin ABD Başkanı Bush’un siyasi danışmanı Karl Rove, film endüstrisinin tekelleriyle bir araya gelerek “yeni senaryo”ların ele alındığı bir toplantı gerçekleştirdi, aynı Roosevelt’in 1942’de yaptığı gibi… Dolayısıyla bu süreçte çıkan filmlerin önemli bölümünün Ortadoğu’da geçmesi kesinlikle şaşırtıcı değil! 11 Eylül’le beraber yürümekte olan emperyalist savaşın ağırlık merkezinin Ortadoğu’ya kaydırılmasının bir sonucu olarak filmlerdeki savaş bölgesi de yer değiştirdi. Bu dönemde Hollywood filmlerinde bir açıdan Ortadoğu yardıma muhtaç gösterilirken, bir başka açıdan da ABD emperyalist saldırganlığının “uluslararası terörizme karşı önleyici savaş” başlıklı cicili bicili kılıfı meşrulaştırılmak, Amerikan milliyetçiliği ve militarizm yükseltilmek istenmiştir. On yıllardır olduğu gibi bu dönemde çıkan filmlerde de ABD’nin yenildiği hiç görülmemiş, tersine Amerikan ordusu ve burjuva devleti “kurtarıcı güç” olarak lanse edilmiştir. Bugün Hollywood’a baktığımızda klasik anlamda savaş filmleriyle, fantastik ve bilimkurgu filmlerinin iç içe geçirilerek üretildiğini görüyoruz. Beyazperdede kimi zaman Ortadoğu’daki terör örgütleriyle savaşan ABD, kimi zaman bir doğal felâkete karşı insanlığın kurtuluşu için savaş veriyor. Kimi zaman dünyayı istila etmeye gelen uzaylıları def eden veya çığırından çıkmış robotları alt eden ABD, kimi zaman “süper kahramanlar” ile işbirliği içinde kötücül doğaüstü güçlere karşı savaşıyor! İç içe geçirilmiş tüm bu film temalarının giderek beyazperdenin yeni efendileri oluşunun kapitalizmin sistem kriziyle doğrudan bir bağı vardır. Bu filmler yürümekte olan emperyalist hegemonya kavgasında ABD’nin elindeki kuvvetli bir araç olmakla beraber kapitalist sistemin tarihsel çıkışsızlığının beyazperdeye yansımış halidir. Her yıl gösterime sokulan onlarca filmde sembolik süper kahramanların cirit atmasının ve korku, dehşet, kıyamet senaryolarının eksik olmayışının yegâne sebebi budur. (devam edecek)

[1] Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü, Ekim 2016, http://marksist.net/elif-cagli/otoriterlesme-ve-ideolojik-aygitlarin-rol...
[2] Utku Kızılok, Gün Ortasında Karanlık, Temmuz 2005, http://marksist.net/MT/Gun_Ortasinda.htm
[3] Bir açıdan baktığımızda Türkiye burjuvazisi tarafından “Sarıkamış” nasıl lanse ediliyorsa, ABD burjuvazisi tarafından da “Vietnam” öyle lanse ediliyor. Her fırsatta vurguladığımız gibi, resmi tarih yalan tarihtir! Egemenler tarih yazımında o kadar fütursuzlaşırlar ki felâketlerden, hezimetlerden bile kahramanlık destanları çıkarırlar!
[4] O tarihe kadar yapılmış en çok şiddet içeren film olarak Guiness Rekorlar Kitabına giren Rambo 3 (1988) filminin gösterime sokulduğu dönem Afganistan’da SSCB işgali vardı. Bu filmde Rambo’yla birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan El Kaide militanları dünyanın en kahraman savaşçıları olarak gösteriliyordu. Bu filmden on üç yıl sonra, bu kez 11 Eylül saldırısını ve El Kaide’yi bahane eden ABD Afganistan’ı işgal etti. Serinin dördüncü filminde (2008) ise Rambo bu kez dünyanın bir başka ucunda, Myanmar’da “insani yardım misyonerleri”ni kurtarmak üzere kahramanca savaşmaktadır. Ne tesadüf ki o dönemde ABD insani yardım kılığı altında örgütlediği güçler ve ülkeye soktuğu ajanlar aracılığıyla Myanmar’da rejim değişikliğine çalışmaktadır!
[5] Propaganda filmleri denilince aklımıza sadece Hitler’in meşhur “İradenin Zaferi” filmi gibi keskin, sloganvari yapımlar gelmemeli. Pekâlâ bir “aşk” filmi de egemenlerin yoğun propaganda mesajlarıyla dolu olabilir. Buna örnek olarak 1942 yapımı Kazablanka filmi gösterilebilir. Gişe rekorları kıran fakat tarihi gerçeklerle hiç örtüşmeyen bu film yüzeyde romantik bir aşk filmi olarak gözükse de, gerçek anlamda bir propaganda filmidir. Emperyalist savaşı ve ABD’nin misyonunu kitlelerin gözünde meşrulaştırmak, gençleri orduya katılmaya çekmek ve ordudaki askerlerin motivasyonunu yükseltmek için çekilmiştir. İlk gösterimi de Kuzey Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve Amerikan askerlerine yapılmıştır. O dönemde ABD egemenleri, Alman faşizminin Goebbels tipi propaganda yönteminden farklı bir yol izlemeye çalışmış, propaganda mesajlarını daha üstü örtük, yani daha sinsi şekillerde vermeye çalışmışlardır, meselâ bir aşk filmiyle…
[6] David L. Robb, Hollywood Operasyonları, Güncel Yay.

29 Aralık 2017
Bilim/Kültür
Share

Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi /3

3. Bölüm

simon-pegg-superhero-movies.jpg

Canice şiddetin, akıl dışılığın, çılgınlığın, paranoyanın, yabancılaşmanın ve yozlaşmanın sınır tanımayacak ölçüde içinde bulunduğumuz çağa damgasını bastığı apaçık ortadadır. Bütün bu sonuçlar gören gözler için ortadadır ortada olmasına ama bu gerçekliğin üstü de haliyle burjuvazi tarafından örtülmek istenmektedir. İstenmektedir ki bu karanlık keşmekeşten kurtuluşun yolu emekçi kitlelerce bulunmasın ve mevcut düzen baki kılınsın! “Kapitalizmin sürüklendiği kriz, savaş ve çürümeyi normalleştirmek ve adeta tufanlarla varlığını sürdüren bir düzeni kitlelere kabul ettirmek amacıyla burjuvazi tüm olanaklarını seferber etmiştir. Bu noktada sinema sektörü başta olmak üzere kitle iletişim araçları özellikle öne çıkmaktadır. Yüz milyon dolarlık devasa bütçeli filmlerin ana konusunu tufanlar, depremler, kasırgalar, uzaylıların veya doğaüstü varlıkların dünyayı fethetmesi, mumyaların uyanması, kutsal kitaplardaki kehanetlerin gerçekleşmesi, makinelerin dünyayı ele geçirmesi, sözümona üstün insanların toplumu kötü güçlerden kurtarması oluşturuyor. Yani sürekli olarak yıkım, yok oluş, gelecek diye bir şeyin olmadığı, olup bitenlerin mukadderat olduğu, doğaüstü varlıkların gerçekliği ve mistisizm pompalanmaktadır. Anlaşılacağı üzere, yolun sonuna gelmiş bir sistemin ayakta kalmak amacıyla tam bir çıldırmışlık ve akıl dışılık sergilemesine tanıklık etmekteyiz.”[1]

Kıyamet kadar kıyamet filmi üretiliyor!

Kıyamet Günü, Dünyalar Savaşı, Öldüren Sis, İstila, 2012, Ölümcül Deney, Zombilerin Şafağı, Kehanet, Güneşteki Patlamalar, Yarından Sonra, Derin Darbe, Uzaydan Gelen Fırtına, Pasifik Savaşı… Bu listeyi uzatmak mümkün! Kapitalizmin tarihsel krizinin damgasını vurduğu yeni yüzyılda, isminde kıyamet kelimesi geçsin ya da geçmesin, olay örgüsü “kıyamet” ekseninde dönen yüzlerce film üretildi. Tarihsel kriz koşullarında bu türe ait film sayısında ve gişe hâsılatlarında bir patlama yaşandı. Son 25 yıldır ABD menşeli medya imparatorlukları bu filmlerin çekimlerine milyonlarca dolar sermaye akıtıyor, çok daha fazlasını kâr olarak elde ediyor. Bu doğrultuda üretilen filmlerde uzaylıların dünyayı istila etmesinden bir virüsün dünyaya yayılarak insanlığı yürüyen ölülere dönüştürmesine, dünyaya bir gök taşının çarpmasından ekolojik felâketlere, yapay zekânın kontrolden çıkmasından nüfus patlamasının getirdiği yıkımlara kadar pek çok “kıyamet” teması kullanılıyor. Film senaryolarının son derece sığ ve tekdüze olduğunu baştan belirtelim ama izleyicinin zihnine ideolojik mesajları ince ince işleyen bu filmler, oldukça sinsi ve etkili biçimde burjuva ideolojisinin yeniden üretimine katkı sağlamaktadır. Bazen insan eliyle, bazen doğanın gazabı sonucu bir kıyamet/felâket olmuştur ya da olmaktadır. Haliyle insanlık için tehlike alarmları çalıyordur. Felâketin bin türlü kaynağı olabilir. Bilinmeyen bir sebepten dolayı insanlar birer zombiye dönüşüyordur! Yörüngesinden çıkan bir gezegen ya da irice bir göktaşı, hızla dünyaya doğru koşuyordur! Ya da dünyadaki doğal kaynakları ele geçirmek ve dünyayı istila etmek için uzaylılar, kötü robotlar, dünya dışı canavarlar peyda olmuştur! Bazen yeniden diriltilen dinozorlar kontrolden çıkar bazen de üzerinde deney yapılan hayvanlar mutasyona uğrar! Doğa zaten bu filmlerde kullanılan vazgeçilmez bir aktördür; acımasızdır, tahmin edilemezdir, gazap doludur! Tsunamiler, depremler, kasırgalar, dondurucu soğuklar, kavurucu sıcaklar… Felâketin kaynağı her ne olursa olsun, durumun çok ciddi olduğu hatta hayat memat meselesi olduğu tez elden vurgulanır. Bu vurguyu destekler şekilde televizyonlarda yok oluşun kimi görüntüleri dönüyor ve buna spikerlerin acı anonsları eşlik ediyordur. Gözüpek bir kahramanın sahneye fırlamasıyla, o an, filmi kahramanın gözünden izlemeye başlarız. Rahat koltuklarımızda onunla tehlikeleri göğüsler, onun dünyayı kurtarma macerasına ortak oluruz! Adaletin, başka bir okumayla Amerikan adaletinin timsali olabilmelidir mutlaka! Ve değişik kimliklerde; bir asker veya bir politikacı, bir astronot veyahut sıradan bir ABD yurttaşı olarak çıkabilir karşımıza. Geri planda ona eşlik eden bir kadın vardır ve tabii ki Yunan tanrıçaları kadar güzeldir! Esas adamın dünyayı kurtarma yolculuğu, gerçek aşkı bulma yolculuğuyla kesişir ve bu aşk teması filmi daha izlenesi kılmış olur! Türün yüzlerce örneği belirli klişelere yaslanır; bir grup bilim insanı, bir grup yüksek rütbeli asker ve elbette bir grup Beyaz Saray yetkilisi, gizli ve yüksek güvenlikli bir tesiste insanlığı kurtarma planları yapmaktadırlar! Buraya kadar “Temel ile Dursun” fıkralarını anımsatan felâket/kıyamet filmleri buradan sonra Hollywood klişeleriyle devam eder. Plan yapılır ve kahramanımıza kutsal görevi açıklanır. Artık insanlığın kaderi onun elindedir! Zamana karşı mücadele başlar ve olaylar gelişir. Ferdin cesur hamlelerine, ABD ordusunun ve Beyaz Saray’ın muazzam desteği eşlik eder. Kahramanımız nihayet insanlığı kurtarır!

Emperyalist fantezilerin anatomisi

2000 sonrası Hollywood sinemasının neler ürettiğine dair basit bir internet araması yaptığımızda, kıyamet filmlerinin dışında karşımızda bolca “süper kahraman” belirdiğini de görürüz. Kaptan Amerika, Süpermen, Batman, Örümcek Adam, Yenilmezler, X-men, Thor, Kara Panter, Çelik Adam, Demir Adam, Hulk ve yüzlercesi… Fantastik film türünün bir alt türü olan bu yapımlar, Hollywood’un en çok iş yapan yapımları olarak art arda gişe rekorları kırıyorlar. Dünya genelinde yüz milyonlara hitap ediyor, özellikle gençler ve çocuklar arasında bir ikon, bir fenomen haline geliyorlar. Kimisi uçuyor, kimi ışınlanıyor, kimi ise görünmez oluyor! Ağ atanı, balta savuranı, kılıç kuşananı var! Zamanda yolculuk yapmak veya zamanı durdurabilmek, hava olaylarını kontrol etmek veya şekil değiştirebilmek, ölümsüz olmak, zihin kontrolü yapabilmek, ışık hızında koşabilmek ve daha nicesi… Akla gelen-gelmeyen daha pek çok süper güç ve sonsuz sihir, renkli kostümler, ihtişam ve güç! Bu filmler özellikle çocuklar için oldukça fazla şeyi ifade ediyor ve onların zihin dünyasının vazgeçilmez parçası olabiliyorlar. Çizgi roman ve film uyarlamalarının demirbaşları olan Dc Comics ve Marvel Comics adlı iki rakip şirket, “Süper kahraman” isminin ve konseptinin telif hakkını ellerinde bulunduruyorlar. Bu tekeller her yıl milyarlarca dolarlık ciro rakamları açıklıyorlar. Hollywood sinemasında önemli bir anlamı olan 1 milyar dolar barajını aşan az sayıdaki filmin yedisini süper kahraman filmi oluşturuyor. Bu filmlerden biri olan 2012 yapımı The Avengers (Yenilmezler) filmi, 1 milyar 510 milyon dolar gibi çılgın bir hâsılat yaparak rekor kırdı. Eldeki verilere göre bilet fiyatlarının o dönem yaklaşık 8 dolar olduğunu göz önüne aldığımızda, yaklaşık 190 milyon insanın bu filmi bizzat sinema salonlarında izlediğini hesaplayabiliyoruz. Süper kahraman filmleri, gişe hâsılatlarının dışında daha pek çok kalem üzerinden yatırımcısına para kazandıran yapımlardır. Çizgi roman uyarlaması olan bu filmlerin 2000’li yıllardaki patlamalı artışı haliyle çizgi roman sektörüne de soluk aldırmıştır. Çizgi romanların tüm dünyaya dağıtımını yapan Comichron adlı şirketin verilerine göre 2005’te yaklaşık 500 milyon dolar olan sektörün cirosu, 2015’e gelindiğinde 1 milyar doları geçmiştir. Yani sektörün hacmi iki katına ulaşmıştır! Gişe hâsılatları, çizgi romanlar, televizyon dizileri, bilgisayar oyunları, patentli kostüm, giysi, oyuncak ve bilumum meta satışları derken muazzam genişlikte ve kârlılıkta bir sektörden bahsediyoruz. Üstelik bu alandaki şirketlerin büyük oranda sosyal medya manipülasyonları yaptıkları biliniyor. Tüm bunların da etkisiyle giderek popülerleşen bu yapımlar, geniş kitlelerce heyecanla ve büyük hayranlıkla izleniyor. Süper kahraman filmlerinin çatısı iyi-kötü çatışması üzerine kuruludur. Bir tarafta “iyiler”, diğer tarafta “kötüler” vardır. “İyi” olan taraf genelde değişmezken “kötü” olarak yansıtılan, ABD’nin politik ihtiyacına göre değişebilir. Bu durum Malcolm X’in ünlü sözünü akla getirmektedir: “Eğer dikkatli olmazsanız medya sizin iyi insanlardan nefret etmenizi, kötü insanları ise sevmenizi sağlar.” Süper kahramanların çoğu sıradan birer insan olarak doğmuşlardır. Tesadüf olmasa gerek, ileride süper güçlere nail olacak bu sıradan insanlar genelde toplum tarafından dışlanmış kişilerdir. Reel dünyadaki yüz milyonlarca insan gibi film kahramanının da rutin, mütevazi, asosyal, sıradan bir yaşam sürmekte olduğu resmedilir. Kahramanın birtakım gizil, insanüstü güçlere kavuştuğunu fark etmesiyle birlikte bir çatışma izlemeye başlarız. Sözde kahramanımız elde ettiği süper güçleri önceki hayatında kendisini dışlayan toplumdan intikam almak için mi kullanacaktır, yoksa her şeyi sineye çekip toplumun kurtarıcısı rolünü mü üstlenecektir? Kısa gelgitlerin sonucunda tercihini “iyi” olmak yönünde yaptığını anlayarak onun sonsuz yolculuğuna ortak ediliriz. Film yapımcıları bize “iyi” olan tarafı gösterdikten sonra sırasıyla “kötüyü” tarif etmeye ve bizim de bir tarafı olacağımız iyi-kötü çatışmasını işlemeye başlar. Tehdit bu kez bir doğa olayı değil, başkaca süper güçlere sahip olan kötücül mutantlar, yaratıklar, çatlak bilim adamlarıdır. Yani yine insanlık için tehlike alarmları çalmaya başlamıştır. “İyiler” ve “kötüler” arasında süren kıyasıya bir savaş başlar! Saatlerce süren aksiyon, büyük özveri ve mücadele ve TA DA! “İyiler” kazanmış, “kötüler” kaybetmiştir!

Medya sahibinin sesidir ve anlatılan senin hikâyen değildir!

Bir film neden üretilir? Belirttiğimiz gibi elbette ticari beklentiler Hollywood yapımcılarının tercihlerini belirlemede önemli bir etken ve yukarıda saydığımız film türleri, çeşitli verilerden de anlaşılacağı üzere yüksek kâr getirisi nedeniyle yatırımcıların iştahını hayli kabartmaktadırlar. Fakat mesele sadece ticari değil en az onun kadar da ideolojik! Sinema, bir anlam ve algı yaratma aracıdır. Seyirci ise aslında bir alıcıdır; filmi yapanın ideolojik fikirlerinin potansiyel alıcısı! Hiçbir filmi politik ve ideolojik bağlamından ayrı düşünemeyiz. Bazen doğrudan yüzeyinde bazen de bir alt metin olarak her filmin dayandığı ideolojik bir anlayış vardır. Küresel bir medya imparatorluğu olan Hollywood, dün olduğu gibi bugün de sahibine, yani özel olarak ABD’ye, genel olarak ise emperyalizme büyük hizmetler sunuyor. Sistemin içine sürüklendiği bu darboğazda, tarihsel kriz koşullarında yeniden üretilen burjuva ideolojisi, belki de en yaygın şekilde ve gündelik yaşama yayılmış biçimde Hollywood filmleri aracılığıyla işçi ve emekçilere servis ediliyor. Tüm bu yapımlarla inanılmaz ölçüde Amerikan milliyetçiliği körüklenmektedir. ABD’nin hegemonik gücü pekiştirilmekte ve kitlelere kanıksatılmaktadır. Bu filmlerden çıkarılan mesaj oldukça nettir; ABD’nin askeri, ekonomik, siyasi üstünlüğü doğaldır ve herkesin ama herkesin yararınadır! İster kıyamet filmlerinde olsun isterse süper kahraman filmlerinde, dünyanın, hatta tüm evrenin son tahlilde ABD sayesinde kurtarıldığı işlenmektedir. Amerikan ordusu ve bir bütün olarak Amerikan devleti, kurtarıcı ve özgürleştirici bir güç olarak (tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi!) lanse edilmekte ve bu durum kutsanmaktadır. Meselâ gişe rekorları kıran Transformers isimli meşhur filmde, dünyadaki doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir galaksiden gelen kötü robotlara karşı Amerikan ordusunun iyi robotlarla işbirliği halinde bizzat savaş verdiği ve dünyanın kurtarılmasında başrol oynadığı işlenmektedir.[2] Bu yapımlarda aynı zamanda otoritenin şiddetine bir meşruluk, bir kutsiyet kazandırılmaktadır. Bu noktada çarpıcı bir film örneği verelim. Batman: Kara Şövalye Yükseliyor (2012) filminde yeraltında örgütlenen kitleler, %1’lik zengin kesimin elinden iktidarı almak için harekete geçerler. Buraya kadar filmin açık şekilde toplumsal bir devrimden bahsettiğini anlıyoruz. Fakat filmde ayağa kalkan kitlenin önderinin asıl hedefi öncelikle bir kaos yaratmak ve neticede atom bombasıyla tüm kenti imha etmektir. “Şehrin ve halkın koruyucu meleği” Batman ve Amerikan devletinin üstün çabalarıyla bu şer planı bozulur. Bu filme esin kaynağı olan olay aynı yıl ABD’de patlak veren ve %99’un isyanı olarak anılan “İşgal Et” eylemleriydi. Bu haklı eylemleri şiddetle bastıran Amerikan devlet gücü, çok açık biçimde bu filmle meşrulaştırılmıştır. Farklı temalara, dolayısıyla farklı ideolojik mesajlara odaklanan Hollywood filmleri vardır. “Dünyayı kurtaran Amerikalı” temasını merkezine alan Armageddon isimli filmde, nükleer silah teknolojisinin bir gün işimize yarayacağı mesajı verilmektedir. Gişe rekorları kıran bu filmde dünyaya çarpmak üzere olan dev bir asteroidi, ABD’li bir petrol sondaj uzmanı toparladığı bir ekiple hayatını feda etme pahasına yok edecektir. Kahramanımızın bir repliği konumuz itibariyle hayli ilgi çekicidir: “Amerika Birleşik Devletleri bizden dünyayı kurtarmamızı rica etti, itirazı olan?” Keza, Yenilmezler filmi de nükleer silahların elbet bir gün işe yarayabileceği mesajını doğrudan dillendiren filmlerden biridir. Kurtuluş Günü gizli teknolojik deneyleri ve araştırmaları kitlelere haklı gösterirken, Terminatör (Yokedici) ABD’nin Ortadoğu başta olmak üzere dünya genelinde uyguladığı şiddet, savaş ve yok edici politikaların adeta beyazperdedeki yansımasıdır ve bu politikaları meşrulaştırır.[3] Tarihin gördüğü en şiddetli depremi anlatan San Andreas Fayı adlı felâket filmi ise ABD’nin tarihsel kriz koşullarında sarsılan hegemonyasını pekiştirmeye çalışır. Bu filme göre felâketin boyutları her ne olursa olsun Amerikalılar “yeniden inşa edeceğiz” demeyi bilecektir! Filmin final sahnesinde felâketten sağ kurtulanlar birbirinin yarasını sararken ve arka fonda insanın gururunu okşayan bir müzik çalarken yıkılan meşhur Golden Gate köprüsüne asılmış bir Amerikan bayrağına bakan esas adamın ağzından dökülüverir bu sözler: “Yeniden inşa edeceğiz!” Süperman, kostümünde yer alan meşhur ambleminin de simgelediği şekilde sıradan bir ABD vatandaşı için en çok ihtiyaç duyduğu olguyu ifade eder: “UMUT!” İster felâket filmleri ister süper kahraman filmleri olsun, yüksek bütçeli tüm bu yapımlar, ekrana tam anlamıyla bir hengâme yansıtırlar. Özellikle aksiyon sahnelerindeki aşırı hız ve gerilim müziği, kaotik görüntülere eşlik eden gürültü patırtı seyirciyi sadece dehşete düşürerek ağzını açık bırakmakla kalmaz, aynı zamanda ve daha tehlikeli biçimde bilincini de fethedilebilir kılar. İstisnasız bu yapımların hepsinde birkaç dakikada bir ekranda büyük yıkımlar, patlamalar, yok oluşlar, felâketler boy gösterir ve seyirci bir yandan büyülenir, bir yandan da dikkat kesilir. Ekrana yansıyan bunca hengâmenin taarruzlarıyla dumura uğratılan seyirci, ideolojik mesajları fark etmeksizin içselleştiriverir. Bu açıdan türün yüzlerce filmi, ABD’nin ünlü savaş doktrini olan “Şok ve Dehşet” doktrinini akla getirmektedir. Şok edici, dehşete düşürücü, korkutucu sahnelerin birbiri peşi sıra beyazperdeye akmasıyla seyircinin paralize olması, korkudan düşünemez hale gelmesi ve elbette verileni sorgulamaksızın alması amaçlanmaktadır. Yapılan çeşitli araştırmalar, incelemeler, bugün dünyada en yaygın duygunun korku olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalist dünyada örgütsüz bir insan kendisini kalabalıklar içinde yalnız, güvensiz, güçsüz hisseder ve iç dünyası bitimsiz korkularla bezelidir. Bu korkular insanda kendiliğinden oluşmaz, egemen ideoloji marifetiyle toplumun bağrına ekilir. Bu yolla bir bütün olarak toplum paralize edilir, toplumsal bir felç hâsıl olur. Egemenler açısından aslında kural oldukça basittir; korkuyla beslenen toplumlar daha kolay manipüle edilirler! Çelişkilerin keskinleştiği ve sistemin her geçen gün sürdürülebilirliğinin zorlaştığı günümüz kriz koşullarında egemenler korku ve sindirme politikalarına her zamankinden daha fazla başvuruyorlar. “Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için başvurulan eski hurafeleri getirdi.”[4] Özellikle her yaz sezonu pıtrak gibi çoğalan Hollywood etiketli kıyamet ve süper kahraman filmlerinde de toplumu uyutmak için eski hurafelere başvuruluyor, kör inançlar besleniyor. Yine bu filmlerde dehşet, korku gibi duyguları uyarıcı motifler bulunuyor. Bu film türlerinin olmazsa olmazlarından biri olan bu motiflerin ideolojik mesajları ustalıkla gizleyebilmenin ve aktarabilmenin bir aracı olarak kullanıldığını söylemek gerekiyor. Kıyamet filmlerinde yer alan teolojik, mitolojik, mistik anlatılar ve metaforlarla desteklenen felâket görüntüleri izleyicilerde ölüm, yok oluş, kıyamet gibi en eski, en köklü, en geleneksel korkuları sinsi biçimlerde uyarmaktadır. İnsanın doğa karşısındaki aczi yine aynı sinsilikte işlenmektedir. Keza süper kahraman filmleri de benzeri bir yapıya sahiptir. Fakat bu filmlerde, diğer film türünde işlenen korkulara ek olarak “öteki” korkusu da işlenmektedir. “Öteki” olarak tarif edilen, zamanın ruhu ve günlük politikanın ihtiyaçları doğrultusunda her şey veya herkes olabilir; “soğuk savaş” döneminde komünistler, 11 Eylül sonrası Müslümanlar vs. ABD toplumunda oldukça baskın olan “öteki” korkusu, devletin savaş ve sözde güvenlik stratejilerini birer birer hayata geçirebilmesi için oldukça elverişli bir atmosfer yaratır! Burjuvazinin Hollywood gibi ideolojik aygıtları, nihayetinde bir korku ve endişe toplumu yaratarak, “her şey boş” duygusu üzerinden pasifizm yayarak, kitleleri düzen karşıtı mücadeleden alıkoymak görevini de yerine getirirler. Bahsi geçen film türlerinde bu amaca hizmet eden oldukça sinsi bir klişe vardır; korkudan kaçışan kalabalıklar! Örgütlü olduklarında her şeye gücü yetme kudretine erişebilen kitleler, istisnasız tüm bu filmlerde panik halindedir ve çığlık çığlığa kaçışıyordur! Kuşkusuz bu görüntülerin neredeyse her filmde yer almasının bir anlamı var. Bu görüntülerle seyirci kitlesinin bilincine “sen özne değilsin, kurtarıcını bekle!” mesajı üflenmiş oluyor. İsteniyor ki sinema salonunda veya televizyon/bilgisayar karşısında edilgen bir şekilde filmi izleyen seyirci, filmi izlediği koltuktan kalktıktan sonra da edilgen kalsın. İyice pasifleşsin, kendisini özne olarak görmesin. Gerçek yaşamdaki keşmekeşi, krizi, kaosu kabullensin. Sistemin ona yaşattığı çeşitli sorunlar karşısında kaderine boyun eğsin. Egemenlerin en kadim saldırı yöntemlerinden biri olan bu karşı-propaganda ile emekçilerin olası birliktelikleri dağıtılmak, örgütlenme hedefleri daha baştan dinamitlenmek istenmektedir.

İnsan gerçeklerden kaçamaz!

Literatürde “Kaçış Sineması” diye bir kavram vardır ve bunun ilk örnekleri Birinci Dünya Savaşı sırasında çekilen filmler olarak gösterilir. O dönemde kitlelerin Avrupa başta olmak üzere tüm dünyayı etkileyen savaşın yıkıcı etkilerinden ve buz gibi gerçeklerinden bir nebze olsun uzaklaştırılması için ana akım sinemaya bir biçim verilmiştir. Kabaca bu biçim, gerçeğin olağanca çıplaklığı ile görülmesinin engellenmesi, gerçek olmayanın ise saf gerçekmiş gibi sunulması olarak ortaya konulabilir. O tarihlerden bugünlere türü ve teması her ne olursa olsun üretilen filmlerin, umutsuzluk, hoşnutsuzluk ve travma üreten gündelik yaşamdan insanın kaçışına hizmet etmesi amaçlanmaktadır. Kuşkusuz bu “kaçışı” en garanti edebilecek olan filmler ise “gerçek” dünya ile ilgisi yokmuş gibi görünen süper kahramanların fantastik dünyalarıdır. 2000’ler sonrası felâket filmlerinin önemli yönetmenlerinden biri olan Roland Emmerich ise felâket filmleri için, “Son zamanlarda dünyada çok karamsarlık var ve insanlar çok parlak bir geleceğe sahip olacağımıza inanmıyor. Bu nedenle dünyanın sonu senaryosu cazip geliyor” diyor ve haklı! Dünyanın sonu korkusu bugün oldukça geniş kitleler tarafından duyulur oldu. Üstelik yersiz de değil, çürüyen kapitalizm dünyayı yok oluşa sürüklüyor. Yani felâket filmleri bir gerçeklikten besleniyor ama aynı şekilde bir “kaçışı” da içinde barındırıyor. Bugün yaşanılandan nispeten daha karanlık bir tablonun yansıtıldığı bu filmler bir anlamda rahatlama-gevşeme seansı işlevi taşımaktadırlar. Egemenler, Hollywood eliyle bir korku simülasyonu oluştururlar ve gerçeklikten kaçmak, rahatlamak isteyen kitleleri reel korkudan daha üstün bir güç ile tehdit ederek onların sisteme sığınmasını sağlamaya çalışırlar. Bu yolla örgütsüz kitlelerdeki baskın ve yaygın bir duygu biçimi olan öğrenilmiş çaresizlik kışkırtılmaktadır. Gerek süper kahraman filmlerine gerekse felâket filmlerine “kriz dönemi filmleri” de denilmektedir. Bu film türlerinin muhtevasını anlamak açısından herhalde bundan daha uygun bir tanım da seçilemezdi! 1970’ler, bu film türlerinin “altın çağını” yaşadığı bir dönemdi. Bu yıllar ABD’de Watergate gibi çeşitli skandalların, rüşvet-yolsuzluk gibi ifşaatların getirdiği siyasi krizin ve dünya çapındaki ekonomik krizin kitlelerde yarattığı derin hoşnutsuzluğun belirginleştiği yıllardı. Egemen sınıf “uygarlığın tehdit altında olduğu” algısını güçlendirmek ve sistemi tüm günahlarıyla kabul etmeleri konusunda kitleleri ikna etmek için peşi sıra “kriz filmleri” üretti. Krizin etkilerinin azalmasıyla ise bu türlere ait film senaryolarını rafa kaldırdı. 1990'ların ortasından itibaren, kapitalizmin daha öncekilerden çok daha boyutlu, derin bir krize girmesiyle bu film türlerinde yeniden bir patlama başladı! Milenyumla birlikte ise dünya çapında gösterime giren Hollywood filmlerinin tamamına yakınını “kriz filmleri” oluşturmaya başladı. Elbette bu geri dönüşte bilgisayar teknolojisindeki gelişimin ve bunun sektöre sunduğu müthiş olanakların da payı vardır ama sistemin tarihsel krizi yakın dönem sinemasına damgasını vurmuştur. Egemenler geçmişte olduğu gibi bugün de saltanatlarını sürdürebilmek için kitlelere “sisteme sahip çık” mesajını vermektedir. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, “Aslında durumun kendisi tarihsel bir gücün değil tam tersine bir güçsüzlüğün ifadesidir”. İnsan gerçeklerden kaçamaz! Kıyametten kurtuluşun bile belki mümkün olduğunu, ama kapitalizmden kurtuluşun mümkün olmadığını kitlelere yutturmaya çalışan bugünün egemenleri de gerçeklerden kaçamaz! Tarihsel kriz bir açıdan kapitalist sistemin ipliğini pazara çıkaracak koşulları mayalamaktadır. Burjuva düzenin tüm aygıtları, yaydıkları çeşitli yalanlarla kitleleri manipüle etmeye çalışsalar da nafile! Yarınlar sadece sinemayı, sanatı değil tüm yaşamı özgürleştirebilecek güç olan işçi sınıfının tarihsel-örgütlü eylemini sabırsızlıkla beklemektedir. Fakat dedik ya insan gerçeklerden kaçamaz diye! Emekçi kitleler de politikadan ekonomiye ve oradan kültür-sanata yaşamın her alanının tarihsel çıkışsızlığın etkisiyle yeniden şekillenmekte olduğu ve sistem krizinin derin izlerini taşıdığı günümüz dünyasının gerçeklerinden ebediyen kaçamazlar! Ne “kaçış sineması” ne oyalayıcı, uyutucu bir başka uğraş bunu sağlayabilir. Aslında rengârenk, cıvıl cıvıl olması gereken yaşamın her köşesi, çürüyen kapitalizmin esareti altında gün be gün zifiri bir karanlığa gömülmektedir. Kapitalizm bugün insanlığa cehennemi yaşatmaktadır! İnsan bu gerçeklerden kaçamaz! “Hangi güncel sorunu ele alırsak alalım, kapitalizmin insanlığın geleceğini tehdit eden küresel bir canavara dönüştüğü gerçeğiyle karşılaşıyoruz. 21. yüzyıl, kapitalizmin yarattığı küresel felâketlerle adeta kapitalizmin kıyamet çağına dönüşmüş durumda. Kapitalizm kendi haline bırakılırsa modern insanlığın yeni bir yüzyılı olmayacak. Ya kapitalizm kendisiyle birlikte doğayı ve dünya üzerindeki insanları bir çöküşe sürükleyecek ya da işçi-emekçi kitleler onu yıkıp sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceği kendi elleriyle yaratacaklar. Başka seçenek yok, zaman daralıyor!”[5]

[1] Utku Kızılok, Çürüyen Kapitalizmin Kara Ütopyaları, Ocak 2010, marksist.com
[2] Transformers filminin yapımcılarının ABD’nin ulusal çıkarlarına(!) yaptığı bu üstün hizmet, elbette Amerika devleti tarafından karşılıksız bırakılmadı. Pentagon’un çeşitli üs ve eğitim arazileri Transformers filmlerinin platosuna dönüştürüldü. Yüklüce bir maddi yardımın yanı sıra sayısız uçak, tank ve faal görev yapan binlerce asker gibi lojistik destek de sağlandı!
[3] Terminatör (Yokedici) filminin başrol oyuncusu Arnold Schwarzenegger’in, Irak’ta bulunan en büyük Amerikan üssü Victory’ye yaptığı ziyaretinden bir konuşma; “Ben Yokedici’yi sadece canlandırıyorum, sizler ise gerçek birer Yokedicilersiniz, hepinizi kutlarım!”
[4] Elif Çağlı, Diyalektik Materyalizm Üzerine, Ocak 2007, marksist.com
[5] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, Kasım 2007, marksist.com

2 Temmuz 2018
Bilim/Kültür
Marksizm ve Gençlik
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/yilmaz-seyhan/sinema-ve-ideoloji-hollywood-ve-burjuvazi