sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum

Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum

2 Kasım 2003
  • English

kkvdd_1.png

"Kapitalist sistemin II. Dünya Savaşı sonrasından 21. yüzyıl başlangıcına dek uzanan dönemi, tüm iniş ve çıkışlarına rağmen ekonomik yaşamda genel bir canlılık sergiledi. Derin krizlerin ve nice insanın yaşamını yok eden iki büyük dünya savaşının ardından gelen bu canlılık dönemi, "kapitalist üretim sürecinin önemli ölçüde karakter değiştirdiği" yolundaki görüşlerin de yaygınlık kazanmasına yol açacaktı. Zamane iktisatçıları, kapitalist sistemin artık krizlerini atlatabilecek yetkinliğe ulaştığını ve sistemin eski dönemin özelliklerine benzemeyen yeni bir tarihsel döneme girdiğini şişinerek ilân ediyorlardı. Burjuva iktisatçıların ekonomik yükseliş dönemi boyunca kapitalist sistemi tahkim edici ideolojik çıkarsamalar yapmalarında ve kapitalizmin artık ölümsüz bir çağa girdiği mavalını okumalarında garipsenecek bir yan yoktu. Tuhaf olan, bir zamanlar Marksist geçinen kişilerin de neredeyse burjuva iktisatçıların kuyruğundan sürüklenircesine bu propagandadan etkilenmeleriydi."
Broşürü basılı ya da e-kitap formatında edinmek için Bize Yazın bağlantısı aracılığıyla bizimle iletişime geçebilirsiniz


Kapitalist Krizler
Kapitalizm-Emperyalizm
Proleter Devrim
Tarihsel Sistem Krizi ve 3. Dünya Savaşı
Share

1. Bölüm

Kapitalist sistemin II. Dünya Savaşı sonrasından 21. yüzyıl başlangıcına dek uzanan dönemi, tüm iniş ve çıkışlarına rağmen ekonomik yaşamda genel bir canlılık sergiledi. Derin krizlerin ve nice insanın yaşamını yok eden iki büyük dünya savaşının ardından gelen bu canlılık dönemi, “kapitalist üretim sürecinin önemli ölçüde karakter değiştirdiği” yolundaki görüşlerin de yaygınlık kazanmasına yol açacaktı. Zamane iktisatçıları, kapitalist sistemin artık krizlerini atlatabilecek yetkinliğe ulaştığını ve sistemin eski dönemin özelliklerine benzemeyen yeni bir tarihsel döneme girdiğini şişinerek ilân ediyorlardı. Burjuva iktisatçıların ekonomik yükseliş dönemi boyunca kapitalist sistemi tahkim edici ideolojik çıkarsamalar yapmalarında ve kapitalizmin artık ölümsüz bir çağa girdiği mavalını okumalarında garipsenecek bir yan yoktu. Tuhaf olan, bir zamanlar Marksist geçinen kişilerin de neredeyse burjuva iktisatçıların kuyruğundan sürüklenircesine bu propagandadan etkilenmeleriydi. Henüz üzerinden çok zaman geçmediği için hatırlanacaktır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, daha önceki dönemlerde Marksist etiket taşıyan pek çok yazar, büyük oranda liberalizme kaymış ve sözde bilimsellik cilasıyla parlatılan inkarcılık o dönemde adeta moda haline gelmişti. Propaganda bombardımanıyla öyle bir düşünce atmosferi yaratılmıştı ki, bu atmosferin etkisi altında kalan birçok sosyalist çevre de, Marx’ın Kapital’deki çözümlemelerini artık yetersiz bulur olmuştu. Kapitalizmin ekonomik işleyiş yasaları hakkındaki Marksist açılımları sığ bulup “derinleştirme”ye girişen bu “ekonomik tahlil” meraklıları, aslında Marx’ın satırlarında yer alan o zengin düşünceleri bir nebze olsun kavrayabilmiş değillerdi. Hatta bazılarının buna zaten hiç mi hiç niyeti yoktu. Ne var ki, globalleşen kapitalizmi göklere çıkaran tüm reklam kampanyalarına ve burjuva medya tarafından moda haline getirilen kapitalizm övgücüsü “yeni düşünce” akımlarına rağmen, krizlere karşı bağışıklık kazandığı iddia edilen “çağdaş” kapitalizmin ekonomik mekanizmaları yine büyük bir krizle sarsılmaya başladı. Geride bıraktığımız yıllar boyunca kapitalizmin krizleri konusunda çeşitli yanlış yaklaşımlara tanık olduk. Örneğin ekonomi önemli bir yükseliş kaydederken, sözümona devrimcilik adına sürekli olarak bir kriz çığırtkanlığı yapıldı. Ya da tersine, büyük bir ekonomik çöküntü kapıdayken, hâlâ kapitalist ekonominin yükselişinden söz edildi. Oysa somut gerçeklik pek çok karmaşık yön içerse bile, binbir gizle sarılıp sarmalanmış değildir. Ayrıca da, ekonomik kriz örneğinde olduğu gibi, işçi ve emekçi kitlelerin sonuçlarını her gün derinden hissettikleri olguları salt sergilemekle yetinmenin, devrimcilikle, Marksist tutum almakla bir ilgisi yoktur. Burjuva iktisatçıların yaptığı gibi, bol rakamlı ekonomik dönem tahlillerinin fazlaca ön plana çıkartılması ve Marksist çözümleme adına bunun neredeyse tek boyutlu bir eğilim haline getirilmesi hiç de doğru bir tutum değildir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesine yol gösteren Marksizm, kapitalist krizler konusunda ahkam kesmeyi değil, ekonomi hangi durumda olursa olsun kapitalist sistemi tarihin çöp sepetine fırlatıp atacak bir mücadelenin hazırlığını yürütmeyi öngörüyor. Kuşkusuz ki, bu görevin gerekli kıldığı ideolojik-teorik mücadeleyi Marksizme yaraşır tarzda olabildiğince geniş ve zengin biçimde ele almanın ve yürütmenin de asli bir görev olduğu asla inkâr edilemez. Fakat bir komünistin ekonomi ağırlıklı konuları inceleme yöntemi elbette akademisyenlerden tamamen farklıdır ve farklı olmalıdır. Adeta burjuva iktisatçılarıyla yarışma tutkusu içinde, kapitalizmin ne zaman krizden çıkacağı ne zaman yeniden krize gireceği gibi konuların ayrıntılarına gömülüp, aslolan hususların ikinci plana itilmesi onaylanabilecek bir tutum değildir. Netice olarak, kapitalist ekonomik krizler ve doğurabileceği sonuçları kavrama çabası esas olarak Marksist bir temele oturtulmalı ve bu gibi konularda da yanlış eğilimlere karşı amansız bir mücadele yürütülmelidir.

Günümüzdeki kriz ve boşa çıkan hayaller

Gelişme sürecinin diyalektiği gereği, ekonomik bakımdan işlerin iyi gittiği dönemler bir yandan kapitalistlerin ve onların ideologlarının kendilerine olan güvenlerini tazelerken, aynı zamanda bir sonraki dönemin hayal kırıklığını yaratacak sorunların mayalandığı süreçlerdir. Somut bir örnek son dönemde yaşanan krizden verilebilir. Son büyük ekonomik krizin patlak vermesinden önce yaşanan boom dönemi boyunca burjuva ekonomistleri, kapitalizmin artık kesintisiz bir büyümeyi sağlayacak yeni bir döneme girdiğini ilân ettiler. Özellikle 90’lı yıllara damgasını basan bu ideolojik propaganda dönemini geçmiş dönemlerden ayırdeden iki önemli husus öne çıkartıldı. Birincisi, Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin çöküşüydü. Burjuva ideologları bu durumu kapitalist sistemin üstünlüğü ve ölümsüzlüğü doğrultusunda kitlelerin beynini yıkayan bir araca dönüştürdüler. İkincisi ise, yeni teknolojik buluşlar sayesinde kapitalizmin artık krizlerini denetim altına alabilecek mekanizmaları yarattığı yolundaydı. İnternet, bilgisayar, cep telefonları gibi yeni teknolojilerde somutlanan buluşların yaygınlaştırılması sayesinde 90’ların başından itibaren özellikle ABD’de ekonomik yükseliş sürdürülebildi. Bu durum, kapitalist ekonominin 70’li yıllardan itibaren görece bir durgunluk eğilimi içine sürüklendiği yolundaki değerlendirmelerin doğru çıkmadığı ve aslında yeni teknolojik devrim sayesinde kapitalist çevrimlerin doğasının değiştiği şeklinde sunuldu. Kapitalizmin boom’ları takiben kaçınılmaz olarak içine düşülen krizler eşliğinde yol aldığını açıklayan Marksist çözümlemenin artık çağdışı olduğu ilân edildi. Çünkü örneğin yeni teknoloji sayesinde piyasadaki talebi tam olarak belirlemek, stokları istenildiği biçimde kontrol altına almak ve bu suretle aşırı-üretim eğiliminin önüne geçmek pekâlâ mümkün olacaktı! Burjuva propagandasını güçlendiren unsurlardan bir diğeri de, bu dönem boyunca dünya ticaretindeki muazzam genişleme ve gelişmekte olan ülkelerin kapitalist sisteme entegrasyonunun artan hızı, kısacası küreselleşme olarak adlandırılan gelişmelerdi. Kapitalizmin kelimenin gerçek anlamında tek bir dünya sistemi boyutuna ulaşması, sanki geçmişte yaşanan çelişkileri ortadan kaldıracak sihirli bir değişim yaratacaktı. Küreselleşmenin kapitalist çıkarlara uydurulmuş propagandası, teknolojide kaydedilecek devrimci atılımların kapitalizmi adeta bir gençlik iksiriyle güçlendireceği doğrultusundaki yanlış kavrayışlara zemin döşedi. Yürürlükte olan ekonomik sistemin tarihsel olarak derinleşen çelişkilerine ve yaşlanmışlığına rağmen salt teknolojinin bu olumsuzlukları yok edebileceği vehmine kapılmak, özellikle genç kuşaklar arasında yeniden bir kapitalizm tapınmasına yol açtı. Oysa teknoloji tek başına insanlığın gidişatını belirleyemez; asıl belirleyici unsur onun hangi egemen güçler tarafından ve hangi çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı ve yönetildiğidir. Kapitalizm altında teknolojik gelişmeler işçi sınıfının üretkenliğini arttırmanın, üretim için gerekli emek-zamanı azaltarak üretken sınıftan sağılacak artı-değeri, dolayısıyla kârı yükseltmenin aracından başka bir şey olmadı ve olamaz. Ayrıca da kapitalizmin tarihinde her zaman olduğu gibi, yeni teknolojiler önce muazzam kârların sağlanmasına fırsat verse bile, gerçekleşen teknolojik devrim yaygınlaştıkça kâr oranları kaçınılmaz olarak düşecektir. Kapitalist sisteme yükseliş ivmesi veren koşullar bir süre sonra tersine dönerek bu kez bir inişe yol açacaktır. Kaldı ki günümüzdeki yeni teknikler bizlere ne denli çarpıcı görünürse görünsün, bir teknolojik devrimin kapitalizme sağlayacağı gelişme potansiyeli tarihsel akış içinde son tahlilde görelidir. Kapitalizmin tarihinde önemli teknolojik buluşların birbirini izlediği ve giderek daha yaygın bir biçimde uygulamaya sokulduğu, bu temelde yeni, canlı ve bereketli pazarların yaratıldığı atılım dönemleri olmuştur. 18. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimiyle, önce tek bir motorla hareket ettirilen basit makinelerin kullanımından, bunların bir araya getirilmesiyle elde edilen daha karmaşık makinelere geçildi. Bu sayede manüfaktürden sabit sermayenin sınai üretimine yükseliş kaydedildi. Özetle, kapitalizme muazzam bir sıçrama imkânı yaratan faktör yalnızca birtakım teknolojik yenilikler sorunu değil, sanayi devrimi örneğinde olduğu gibi üretimin örgütlenmesinde devrim yaratacak tarihsel yenilikler çağıdır. 90’lı yıllarda peşpeşe uygulamaya giren yeni teknolojilerin de kapitalizmde benzer bir atılım dönemini başlatacağı iddia edilmiştir. Fakat bu iddia neticede burjuvazinin gerçekliğe dönüşemeyen boş bir propagandası düzeyinde kaldı. Çünkü kapitalizmin gençlik yıllarında gözlemlenen parlak gelişme dönemleri, birbirini karşılıklı olarak etkileyen çeşitli yenilikler sayesinde pek çok sektörde zincirleme biçimde kaydedilen sıçramalara, bu gelişmelerin dünyadaki bakir alanlara taşınmasına, yeni pazarların çok büyük ölçeklerde yaratılmasına bağlıydı. Keza geçmiş dönemlerde gerçekleşen teknolojik devrimler, emek-yoğun eski teknolojilerin yerini emek-zamandan büyük tasarruflar sağlayan yeni üretim tekniklerinin alması sayesinde artı-değer üretimini muazzam ölçeklerde arttırıcı özelliklere sahipti. Kapitalizm bu türden bir gelişme potansiyeli taşıdığı gençlik dönemlerini çoktan geride bırakmıştır. Günümüzde metaların üretimi için gerekli emek-zamanı daha da kısaltacak teknik buluşlar gerçekleşse bile, bunların seri halde ve çok yaygın biçimde uygulamaya sokulması kapitalist üretim tarzının karakteriyle hiç mi hiç bağdaşmamaktadır. Yeni teknolojik devrim olarak adlandırılan buluşlar teknik bakımdan ne denli cazip olursa olsun, kapitalistleri ilgilendiren, işin teknik mucize boyutu değildir. Onlar bu buluşların son derece karlı, yeni ve yaygın pazar alanları yaratıp yaratmadığına bakarlar. Ne var ki kapitalist sistemin içerdiği çelişkiler kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı doğa yasaları gibidir. Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusu ve bu temelde güdülenmiş yatırım coşkusuyla, geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişki temelinde yol almaya mahkûmdur. Döneme eşlik eden teknolojik yeniliklere rağmen, pek çok kapitalist olumlu beklentilerle aynı yönde davranacağı için belirli bir süre sonra kârlılığın düşmesi, piyasanın yeni ürünlere doyması ve bir aşırı-üretim bunalımının patlak vermesi kaçınılmazdır. Kaldı ki, yeni teknolojinin yarattığı pazar olanakları dünya kapitalist sistemindeki büyük eşitsizlikler nedeniyle kısıtlıdır. Bu nedenle kısa sürede çok ciddi bir aşırı-üretim krizi yaratan yeni teknoloji, kapitalizmin içsel yasalarını fazlasıyla kanıtlamış bulunmaktadır. İnsan toplumunun ihtiyaçlarının karşılanması bakımından çok büyük bir anlam ifade edebilecek olan yeni teknolojiler, kâra bağımlı kapitalist düzen açısından yeni sorunların kaynağıdır. Ancak kapitalizm teknik temelini sürekli olarak devrimcileştirmeden de varlığını sürdüremez. Kapitalistler metaların üretim maliyetlerini düşürebilmek için üretkenliği arttırmak, daha çok makineleşmek zorundadırlar. Salt teknik açıdan düşünüldüğünde bu ilerleyişin mutlak anlamda sınırları olmasa da, uzun dönemde kapitalist üretimin niteliğiyle giderek bağdaşmayan bir karakteri vardır. Üretim sürecinde mekanizasyonun yoğunlaşması, canlı emeğin ölü emek karşısında gerilemesi demektir. Bu durum üretici güçlerin gelişmesi bakımından bir ilerleme anlamına gelse de, kapitalist işleyişte sermayenin organik bileşimini yükselterek kâr oranlarını düşürür. Ayrıca, yeni teknik buluşlarla çalışma saatlerini en asgari düzeylere çekme olanağı, artı-değer üretme sürecinin özsel niteliğiyle çelişir. Birincisi, makineler artı-değer yaratmaz ve dolayısıyla robotların işçi sınıfının yerini aldığı bir kapitalizm düşünülemez. İkincisi, kapitalizm altında çalışma saatlerinin düşürülmesine rağmen artı-değer üretimini yükseltmek mümkün görünüyorsa da, bunun da tarihsel bir sınırı vardır. Çünkü işçi sınıfının düşen çalışma saatlerine karşın aynı ölçekte yükseltilemeyen toplumsal satın alma gücü, bu kez de yaratılan artı-değerin gerçekleşme sorununu çok daha büyük bir ölçekte gündeme getirecektir. Sermayenin kendini artan biçimde değerlendirebilmesi yalnızca daha çok canlı emeği sömürebilmesine değil, üretim sürecinde el konan artı-değeri piyasada kâra dönüştürebilmesine de bağlıdır. İşte bu nedenle üretici güçlerdeki gelişme giderek çok daha şiddetli biçimde kapitalist üretim tarzının öz niteliğiyle bağdaşmaz hale gelmektedir. Günümüzde uygulamaya sokulan teknolojik yenilikler görece olarak ekonomiyi canlandırıcı özellikler taşısa bile, kapitalizm artık tarihsel olarak yaşlanmıştır. Çok daha büyük engellerle yüz yüze gelerek ve daha derin krizlere sürüklenerek ilerleme eğilimi içine girmiştir. Örneğin 90’lı yıllarda enformasyon teknolojisinde sağlanan sıçramalar dünyada eşzamanlı ve yaygın bir uygulama alanına kavuşamadı. Kaldı ki bu yenilikler, bir dönem bu sayede canlanan ABD ekonomisinde bile çeşitli sektörleri kucaklayan uzun vadeli ve istikrarlı bir yükselişin zeminini döşeyemedi. Aslında geçtiğimiz dönem boyunca yaşanan boom, son derece istikrarsız seyreden ve borsa oyunları, kredi mekanizması sayesinde şişirilen bir karaktere bürünerek gelişti. İşte tüm bu gerçekler, 90’lı yıllarda yeni teknolojiler temelinde kaydedilen ekonomik büyümenin yanı sıra gerçekleşen somut gelişmelerde yansımasını buldu. Örneğin bilgisayar teknolojisinde kaydedilen yenilikler aslında çalışma saatlerinin düşürülmesine olanak sağlarken, ABD dahil tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının daha uzun saatler boyunca çalıştırılması yaygınlaştı. Sınıfın ücret düzeyine ve kazanılmış sosyal haklarına büyük bir saldırı yürütüldü, geniş kitlelerin satın alma gücü düşürüldü. Yeni üretim sektörlerindeki ekonomik gelişme, diğer sektörleri peşi sıra sürükleyemediği ve dünyada yeterli bir pazar alanı bulamadığı için çok daha kısa sürede bir aşırı-üretim bunalımına dönüştü. Varolan pazarların yeni teknolojilerin yaygınlaştırılması ve emilmesi açısından yetersizliği, teknik buluşlara rağmen üretkenliği arttırma hızını frenledi. Böylece bir yanda dünyada milyonlarca insan doğru dürüst yiyecek ekmek ve içecek su bulamazken, diğer yanda yeni teknoloji ürünlerinin çok kısa sürede hurdaya çıkartılan ya da satılamayan çeşitlemelerinden devasa stoklar yükselmeye başladı. 21. yüzyılın eşiğinde ve yeni milenyumun ilk döneminde kapitalist ülkelerde peşpeşe patlak veren ve bir sistem krizi olarak gelişen ekonomik kriz, dünya ticaretindeki ani düşüşlerle de kendini ortaya koymuştur. Pazar olanaklarının daraldığı koşullarda emperyalist güçler arasında kızışan rekabet, bu güçlerin öncelikle kendi çıkarlarını koruma güdüsüyle harekete geçmelerini zorunlu kılar. Aslında globalleşen kapitalizmin özelliğine ters düşen korumacılık önlemleri bu nedenle yeniden arttırılmıştır. Fakat hemen belirtmeliyiz ki, bu tür gelişmeler konjonktüreldir; kapitalistlerin çıkarı dünya ticareti önündeki tıkanıklıkların bir an önce aşılabilmesini gerektirir. Emperyalist güçler için aslolan içe kapanma değil, tam tersine canlı bir dünya ticareti ve ondan en büyük payı kapabilmektir. Kapitalist sistemin yükseliş kaydettiği konjonktürlerde görece daha sarsıntısız ve ılımlı biçimde yürüyüp giden rekabetin niteliği, koşulların değişmesiyle birlikte dönüşüme uğrar. Kapitalist sistemi sarsan derin krizlerin yaşandığı tüm dönemlerde olduğu gibi, günümüzde de emperyalist güçler arasında giderek artan gerilim şimdi yeni saflaşmaları ve hesaplaşmaları gündeme getirmiştir. Bunun en çarpıcı göstergesi ABD ve AB arasında tırmanan çekişmelerdir. Böylece 21. yüzyılın ilk dönemine damgasını basan olgu görece istikrar değil, her alanda tam bir istikrarsızlıktır. II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist yükseliş dönemine özgü dengeler artık tamamen altüst olmuştur ve kapitalist sistem sarsıcı krizlerle, büyük çalkantılarla karakterize olan kaotik bir dönemin içine girmiştir.

Kapitalizm sınai çevrimler temelinde yol alır

Kapitalizm bilindiği gibi genelleşmiş meta ekonomisidir. Bu üretim tarzının temel özelliği, yalnızca değerin değil, aynı zamanda artı-değerin üretildiği bir üretim süreci olmasıdır. Fakat ekonominin yolunda gidebilmesi için, daha çok artı-değerin üretilmesi yeterli olmayıp, bir de bunun piyasada realize olması gerekir. Böylece gerçekleşen kârın önemli bir bölümü kapitalist sınıf tarafından yeni yatırımların gerçekleştirilmesi için kullanılacak ve kapitalist üretim süreci bir genişletilmiş yeniden üretim süreci olarak somutlanacaktır. Genişletilmiş yeniden üretim süreci, üretim alanıyla dolaşım alanının bütünlüğünden oluşur. Fakat bu bütünlük, eşzamanlı ve uyum içinde hareket edemeyen (örneğin üretim ve tüketim arasındaki, satış ve ödeme zamanı arasındaki kopukluklar gibi) iki alanın çelişkili birlikteliğidir. Kapitalizm genişletilmiş yeniden üretimi sürdürebilmek için toplumsal emek üretkenliğini arttırmak zorundadır. Ne var ki bu devinim, sermaye birikimindeki duraklama ya da tıkanıklıklarla kesintiye uğrar. Kapitalizm, ortaya çıkacak tıkanıklıkları hesaba katmaksızın üretimi arttırma yönünde bir eğilim taşıdığı için, kârlılığı yükseltmede veya kârı gerçekleştirmede sorunlar çıktığında, sermaye birikimi sürecinde çeşitli spazmlar hasıl olur. Kapitalizmin devresel aşırı-üretim krizlerini oluşturan temel faktör, işte bizzat sürecin bu karakteridir. Dolayısıyla Marx’ta sermaye birikimi sürecinin incelenmesi dışında ayrı bir bunalım teorisi yoktur. Çünkü kapitalist sistemin temel hareket yasaları sermaye birikiminin yasalarıdır. Sermayenin kendini sürekli geliştirme arzusuyla, bizzat kapitalist işleyişin çıkardığı engeller arasında patlak veren çatışma kapitalist bunalımların kaynağıdır. Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir. O halde, ekonomik gelişmeyi kesintisiz ve doğrusal bir süreç olarak algılamamak gerekir. Devinim halindeki tüm süreçleri incelediğimizde görürüz ki, yukarı doğru tırmanışı yaratan çeşitli faktörler süreci bir tepe noktasına taşıdıktan sonra kendi karşıtlarına dönüşür ve böylece ani düşüşlere, çöküntülere neden olurlar. Kapitalist ekonomik işleyişte de her yükselişin bir düşüşü vardır ve bu olgu sistemin bir hareket yasasıdır. Bu nedenle, arızi nedenlerle patlak veren bazı mali krizler bir yana, incelememize konu olan devresel ekonomik krizler tesadüfi olaylar değildir. Egemen kapitalist güçlerin sistemin bu krizlerinden kaçıp kurtulabilmelerinin bir yolu yoktur. Kapitalist sistemin tarihini incelediğimizde, ekonominin birbirini izleyen sınai çevrimler temelinde yol aldığını görürüz. Bu çevrimler esasen sabit sermayenin periyodik yeniden yatırımı tarafından güdülenmektedir. Sınai çevrimler tıpkı bir insanın soluk alıp vermesinde olduğu gibi daralma ve genişleme fazlarını, kriz ve boom evrelerini içerir. Marx, bir çevrim sırasında işlerin, birbirini izleyen durgunluk, canlanma (orta derecede faaliyet), hızlanma (yükseliş, boom) ve bunalım (kriz, çöküntü)[1] dönemlerinden geçtiğini açıklar. Kriz sınai çevrimin en önemli evresidir ve birbirini izleyen çevrimleri ayırdetmeyi mümkün kılar. Fakat kapitalist ekonominin bu periyodik salınımlarını zamansal ve kuvvetsel olarak eşdeğer çevrimler olarak algılamak son derece yanlış olacaktır. Çevrimlerin içerdiği yükseliş ve çöküntülerin ekonomik büyüklükleri kadar bizzat bu çevrimlerin süresi de değişkendir. Örneğin Marx döneminde ortalama olarak on yılda bir tekrarlandığı söylenen sınai çevrimlerin, ilerleyen yıllar içinde daha kısa süreler itibarıyla sıralandığı bilinmektedir. Sınai çevrimler konusuna Marx, yatırılan sermayenin toplam devrini incelerken değinir. Yatırılan sermaye-değerin bir çevrimden geçmek zorunda olduğunu, örneğin on yıllık bir çevrim süresinin, kullanılan sabit sermayenin ömrü, yani yeniden üretim ya da devir zamanı tarafından belirlendiğini söyler.[2] Hatırlanacağı gibi döner sermaye (işçilere ödenen değişen sermayeyle, değişmeyen sermayenin hammadde, yardımcı madde gibi kısa sürede tüketilen kısmının toplamı) üretim sürecine girdiğinde bütün değerini ürüne aktarır. Oysa sabit sermaye (değişmeyen sermayenin bina, makine, teçhizat gibi üretim faktörlerine ayrılan kısmı), girdiği üretim sürecinde değerinin ancak bir kısmını (aşınan ve yıpranan kısmını) ürüne aktarır ve takip eden üretim süreçlerinde de işlev görmeye devam eder. Sabit sermayenin çeşitli unsurlarının dayanıklılık süresi de farklı olacağından, Marx, yatırılmış bulunan toplam sabit sermayenin ömrünü tamamlayıp (ürün ve değer yaratıcı işlevi son bulup) yenilenmesi gerekene kadar ortalama olarak, örneğin on yılın geçtiğini varsaymıştır. Ancak burada kesin rakamların söz konusu olamayacağını da eklemiştir. Çünkü pek çok değişken vardır. Örneğin sürekli teknik yenilikler daha dayanıklı malların üretimini mümkün kılıp sabit sermayenin fiziksel ömrünü uzatır; fakat öte yandan daha onlar fiziki ömürlerini tüketmeden çok önce yenilenmelerini zorunlu kılar, yani manevi değer kaybına neden olurlar. Kapitalist ekonominin durgunluktan çıkıp canlanma dönemine geçişi işgücünün daha üretken biçimde kullanılmasını -daha çok artı-değer elde edilmesini- mümkün kılan yeni üretim tekniklerine bağlıdır. Her zaman daha çok kâr peşinde olan sermaye, işgücünün verimini arttıran yeni tekniklerin uygulamaya sokulduğu ve kârlılığın yüksek olduğu yatırım alanlarına kaymaya başlar. Kontrol ettikleri sermayenin gücüne güvenen ya da risk almaktan çekinmeyen kapitalistler erken davranarak, ekonomik canlanmanın ilk dönemlerinde ortalamanın üzerinde kâr elde edebilirler. Çünkü yeni bir üretim tekniğini devreye sokarak emek üretkenliğini yükselten ve böylece maliyeti düşüren kapitalist, henüz diğer kapitalistler harekete geçmemişken ürünleri eski değerlerine dayanan daha yüksek bir fiyattan satabilir. Ve böylece diğerlerine oranla aşırı bir kâr elde edebilir, fakat bu aşırı kâr gerçekte diğer kapitalistlerin payından sızdırılmıştır. Yeni tekniklerin uygulanması yaygınlaştıkça ürün artık daha ucuza malolan yeni değerinden satılmaya başlanacak ve başlangıçta aşırı kâr elde edenler de ortalamaya doğru çekileceklerdir. Kapitalist ekonominin canlanma dönemlerinde talep genelde yükselişe geçer ve bir önceki dönemin uzantısı olan birikmiş stoklar eritilmeye başlanır. Bunalım döneminde kullanılmayan atıl kapasite değerlendirilir, kapanmış fabrikaların bir bölümü açılır, yatırımlar canlanır. İşsizlikte azalma, genelde ücretlerde bir yükselme gözlenir. Tüketim, fiyatlar ve ortalama kâr oranı artmaktadır. Dolaşımdaki para miktarı yeterlidir ve paranın geriye akışı sanayi kapitalistlerini zora sokmayacak şekilde yumuşak ve düzenlidir. Dolayısıyla bu tür dönemler, kredinin en esnek ve kolay biçimde geri ödenebildiği dönemlerdir. Kullanılan kredi miktarı artar, piyasa genişler, borsa canlanır. Ekonomide spekülatif kızışmanın ya da kredi sisteminde ciddi bir tıkanıklığın henüz oluşmadığı bütün bir canlanma dönemi boyunca faiz oranlarıyla ilgili bir sorun da yoktur. Faiz oranları durgunluk dönemindeki gibi en alt düzeyde olmasa da, genelde yatırımları cesaretlendirici biçimde düşük seyreder. Ekonomideki bu canlanma belirtileri piyasadaki iyimserliği alabildiğine körükler ve kârlılıktaki yükseliş nedeniyle yatırımlar büyük bir hızla genişler. İşsizlik daha da azalır, fiyatlar artmaya devam eder, kredi kullanımı alabildiğine büyür. İşlerin iyi gittiği süre boyunca bu faktörler karşılıklı olarak birbirlerini etkileyerek ekonominin yukarıya doğru çıkışını mümkün kılarlar. Böylece ekonomik canlanma tepe noktasına doğru tırmanır ve bir boom dönemi yaşanır. Boom, ekonominin ateşinin arttığı, pek çok yeni yatırımcının piyasaya dalmasıyla kredi mekanizmasının şiştiği, faiz oranlarının yükselişe geçtiği bir dönemdir. Yüksek bir kâr beklentisiyle ekonominin çeşitli sektörlerine giderek daha fazla sermayenin akması sonucunda bir aşırı-üretim eğilimi ortaya çıkar. Kâr oranları düşmeye başlar ve böylece yeni bir kriz mayalanır. Devresel bunalımların mayalandığı boom sürecine eşlik eden diğer bir olgu da başını alıp giden spekülasyon eğilimidir. Çünkü kapitalist rekabetin amacı daha fazla kâr elde edebilmektir. Kapitalistler sanayi alanında daha çok ürün elde edip üne kavuştukları için değil, daha çok kâr elde ettikleri için mutlu olurlar. Bu bakımdan Marx, modern kapitalizmde sınai görünümlü yarışmanın bile son tahlilde ticari bir yarışma olduğuna değinir. Onun belirttiği gibi, modern ulusların ekonomik yaşamlarında, herkesin üretim yapmaksızın kâr elde etme çılgınlığına kapıldığı evreler bile vardır. Ancak üretim yapmadan toplam kâr miktarını yükseltebilecek sihirli bir formül yoktur. O nedenle spekülasyona dayanan çılgınlık nöbetleri, üretim sürecinde yaratılmış bulunan toplam artı-değerden daha büyük bir pay kapma yarışından ibarettir. Süreç dikkatle incelenirse, gerçekte bütün bir boom dönemi boyunca pompalanan daha fazla yatırım yapma, daha fazla kapasite kullanma ve daha fazla üretme eğiliminin sonucu ekonominin aşırı biçimde ısınmış olduğu görülecektir. Bu nedenle ekonomi birtakım hastalık belirtileri vermeye başlamıştır bile. Fakat tüm bu belirtilerin düzenli bir biçimde ve ortaya çıkar çıkmaz kendini hissettirdiğini ve kapitalistlerin bilincine yansıdığını söylemek imkânsızdır. Kapitalist ekonomi bir bütün olarak düşünüldüğünde, hastalıkların kolayca teşhisini olanaksız kılan çok karmaşık bir organizma gibidir. Kapitalist birikim süreci birçok yerden kırılmaya yazgılıdır ve tıkanıklık başgösterdiğinde, sürece dahil olan faktörler birbirlerini artan biçimde olumsuz yönde etkilerler; böylece ekonomi bir çöküş içine girer. Genişletilmiş yeniden üretim sürecindeki bu kırılma noktaları, ekonominin boom’dan çöküntüye sürüklendiği momentlerdir. Dolayısıyla her boom’un tepe noktası, yani kapitalistlerin işlerin en parlak biçimde geliştiğini düşündükleri fazlar aslında yeni bir çöküşün de tam öncesidir. Gerçekte boom’un son dönemlerinde yeni bir bunalımın mayalanmasına karşın, ekonomideki aşırı canlılığın yerleştirdiği iyimserlik ve çeşitli senet oyunları sayesinde geriye ödemeler bir süre daha düzenli olarak devam eder. Böylece çok kârlı bir iş görüntüsü uzunca bir süre daha varlığını sürdürür. Marx, “birdenbire patlak veren çöküşe kadar işler daima tepeden tırnağa sağlıklı ve kampanya bütün hızıyla devam etmektedir”[3] der. Bu nedenle çöküşler her zaman çok ani biçimde gerçekleşmiş gibi görünür ve genelde her seferinde burjuva iktisatçılarını ve onların peşinden sürüklenenleri şoka sürükler. Kapitalist sistem her düzeyde, gerek ülkeler ve gerekse de ülke içinde farklı sektörler itibarıyla eşitsiz ve bileşik gelişme özelliğine sahiptir. Bu yasa gereğince, bir yandan ekonomik krizin farklı ülke ve alanlarda mayalanma hızı ve derecesinde bir eşitsizlik söz konusuyken, diğer yandan krizin patlak vermesiyle birlikte her düzeyde bileşik bir etkilenme gerçekleşir. Bu karmaşık işleyiş temelinde, sermayenin iki temel alanı yatırımların arttırılması ya da kısılması bakımından eşzamanlı tepkiler veremez. Marx, bütün sermayeyi iki büyük sınıfa ayırır, bunları “Sınıf I, üretim araçları üreten ve Sınıf II, bireysel tüketim malları üreten”[4] biçiminde tanımlar. Bazı yazarların birinci ve ikinci kesim olarak da niteledikleri bu ayrım noktası, kapitalizmin anarşik doğasını sergilemesi bakımından önemlidir. Büyük işletmeler ya da karteller düzeyinde bazı planlamalar yapılsa bile kapitalist ekonomi genelde dengesizliklerle, orantısızlıklarla ilerleyebilir. Üretim araçlarının üretim süresiyle, bireysel tüketim mallarının üretim süresi denk değildir; birinci kesimde gerek sabit sermaye yatırımının boyutu, gerekse üretim zamanı ikinci kesime oranla daha fazladır. Örneğin tekstil üretiminde yavaş yavaş stoklar birikmeye başladığında, tekstil makinaları üreten firmalar henüz ekonomideki büyük canlılığın etkisiyle aldıkları siparişlerle boğuşmaktadırlar. Dolayısıyla her iki kesimde üretim eşzamanlı olarak kısılmamaktadır. Bu da krizlerin şiddetini arttıran ve krizden çıkışı geciktiren önemli bir faktördür. Kriz dönemlerinde kâr oranlarında ani düşüşler yaşanır; yatırımlar kısılır; elde stoklar birikir. Toplu işten çıkarmalar başlar, talep düşer, dolaşım daralır. Fiyatlar ve ücretler düşer, çalışan işçi sayısı azalır, ticari işlemlerin kitlesi küçülür. Zaten aşırı-üretimi tüketemeyen piyasa daha da daralır ve krediler geri ödenemez hale gelir. Bunalım sırasında piyasada bol miktarda meta vardır, fakat fiyat düşüşlerine rağmen bunlar paraya çevrilememektedir. Marx, yeniden üretim sürecindeki genişlemede ya da hatta normal akışta bir bozukluk olduğunda kredinin de kıtlaştığına ve kredi ile meta elde etmenin güçleştiğine değinir. Bu nedenle, nakit ödeme talebi ve kredili satışlar konusunda gösterilen titizlik, çevrimin bunalım evresinin temel bir özelliğidir. Kredinin daralmasıyla birlikte dolaşımda paraya duyulan ihtiyaç artmış ve faiz oranları daha da yükselmiştir. Böylesi dönemlerde paraya duyulan ihtiyaç, satın almaktan çok ödeme yapabilmek içindir. Yeni işlemleri başlatmak için değil, eskileri sonuçlandırmak için yeni borçlanmalara başvurulur. Kriz çeşitli iflâslara yol açar ve koşullara dayanamayan fabrikalar kapanır, makinelerin ve sabit sermayenin önemli bir bölümü üretim süreci dışına düşerek tahrip olur. Piyasayı kaplayan genel bir güven bunalımı sonucunda tahvillerin ve şirket hisse senetlerinin değeri düşer. Sermayenin hangi kısmının bunalımdan ne kadar etkileneceğini rekabet savaşımı belirleyecektir. İşlerin iyi gittiği dönemlerde genel kâr oranının eşitlenmesine hizmet ederek kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası esmesini mümkün kılan rekabet, krizle birlikte bir ölüm-kalım savaşı haline gelir. Marx’ın dediği gibi, sorun kârın değil zararın paylaşılması olunca, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve başkasının sırtına yükleme çabası içine girecek ve böylece rekabet, düşman kardeşler arasındaki bir savaşa dönüşecektir. Ancak güçlü mali yapıları nedeniyle üretimi sürdürebilen, kâr oranlarındaki düşüşe rağmen toplam kâr kitlesindeki artışı koruyabilen büyük sermaye kuruluşları ayakta kalabilir. Bunalım döneminde sermaye daha da merkezileşir ve yeniden yapılanır. Sermaye kazançları giderek düştüğü için bir kısım sermaye tasfiye edilecek ya da değer yitirerek büyük tekeller tarafından ucuza kapatılacaktır. Krizin sonuçlarının realize olmasıyla birlikte toplam toplumsal sermayenin değeri düşer, borsa dibe vurur, faiz oranları aşağıya çekilir ve piyasaya kötümser bir ruh hali egemen olur. Böylece, kriz döneminde dibe vuran ekonominin bir çırpıda içinden çıkamadığı bir durgunluk dönemi yaşanır. Durgunluk dönemi boyunca faiz oranlarının dipte seyretmesine rağmen, yaşanan krizin etkileri henüz geçmemiş, stoklar eritilmemiş ve iflâs korkusu atlatılmamış olduğundan yeni yatırımlara girişme konusunda büyük bir çekingenlik söz konusudur. Ortaya çıkan aşırı-üretim krizinin şiddetine ve dünya ölçeğinde yaygınlık derecesine bağlı olarak, bir durgunluk dönemi görece kısa sürüp daha sancısız biçimde canlanmaya geçileceği gibi, 1929 krizinde ya da bugün yaşanan krizde görüldüğü gibi tersi de mümkündür. Ekonomik krizin yaşanması kapitalistleri aşırı-üretim ve aşırı kapasitenin yarattığı sorunlardan kurtararak yeniden bir büyüme alanı açmaktadır. Krizin realize olmasıyla birlikte rekabete dayanamayan sermaye piyasadan çekilmiş, geriye kalan sermaye toplam artı-değeri daha yüksek bir kâr oranı üzerinden paylaşma olanağına kavuşmuştur. Eğer bunalım döneminde işçi sınıfı ücret düşüşlerini engelleyememişse sömürü oranı da yükselmiştir. Tüm bu faktörlerin biraraya gelerek durgunluğa son verecek doğrultuda işlemesi halinde kapitalist ekonomi yeni bir canlanma içine girer. Kriz döneminde ortaya çıkan işsizlik azalmaya başlar, artan taleple birlikte fiyatlar yükselişe geçer. Canlanma belirtileri piyasada yeniden iyimser bir ruh hali yaratmaya koyulur, daha çok kâr elde edebilme iştahı artar ve böylece kapitalist ekonomi yeni bir boom dönemine doğru ilerler. Ve nihayet bir başka aşırı-üretim krizinin patlak vermesi kaçınılmaz hale gelir. Bu nedenle kapitalist gelişimin tarihi giderek şiddeti artan bunalımların tarihidir. Marx’ın deyişiyle, “Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir”.[5] Kapitalizmin devresel krizleri hem sistemin kaçıp kurtulamayacağı bir hastalıktır hem de sistemin içerdiği tüm çelişkilere ve orantısızlıklara rağmen işleyişini mümkün kılan tedavidir. Bunalım, üretim sürecinin birbirinden bağımsız duruma gelen evrelerinin birliğinin zorla kurulmasından başka bir şey değildir. Krizler temelinde ve krizler sayesinde yol alabilen bu sistem, sağlanan ekonomik büyümeye karşın aslında bir anlamda yap-boz tahtası benzeri düzensiz bir karaktere sahiptir. Bu gerçeklik yıllar önce Komünist Manifesto’da Marx ve Engels tarafından çarpıcı biçimde dile getirilmiştir. Orada, burjuvazinin bunalımları nasıl atlatabildiği sorusu şöyle yanıtlanır: “Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yokederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek, ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani daha yaygın ve daha yıkıcı bunalımlar hazırlayarak, ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.”[6]

Kâr oranının düşme eğilimi yasası

Ekonomik krizlerin kapitalist işleyişe içsel olduğu gerçeğinden kaçmaya çalışan burjuva iktisadı, krizlerin tamamen tesadüfi olduğunu ve ücret ya da fiyat dalgalanmaları gibi faktörlerden kaynaklandığını iddia edegelmiştir. Oysa bu dalgalanmalar boom-kriz sarmalının nedeni değil sonucudur ve ücretler ya da fiyatlar genelde ekonomik gidişata bağımlı değişkenlerdir. Kapitalizm kendini aşırı-üretim biçiminde açığa vuran kriz olasılığını her an içinde taşır. Krizin bir olasılık olmaktan çıkıp gerçekliğe dönüşmesinde bazı arızi faktörler değil, kapitalizme özgü bazı temel yasalar rol oynar. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi kapitalist krizlerin ortaya çıkışında merkezi bir öneme sahip bulunmaktadır. Marx, bu eğilimin, “modern iktisadın en önemli ve en karışık ilişkilerinin kavranması için hayati nitelikteki yasası” olduğunu belirtir ve “tarihi perspektiften en önemli yasadır”[7] der. Sermaye birikim sürecinde kâr oranlarının düşüş eğilimi kapitalistler arasındaki rekabeti kızıştıran ve dolayısıyla krizleri mayalayan bir faktördür. Kâr oranlarının düşüşüne değinen görüşler ilk kez Marx tarafından gündeme getirilmemiştir. A. Smith ve D. Ricardo gibi klasik iktisatçılar bu konuya el atmışlar fakat doğru bir açıklama getirememişlerdir. Bu klasik iktisatçıların temel yanılgısı, düşüş eğilimini emeğin daha az üretken hale gelmesine bağlamak istemeleridir. Marx, tam tersine emeğin üretkenliğinin artması nedeniyle kâr oranının düşüş eğilimi sergilediğini ortaya koymuştur. Aslında artı-değer oranındaki, sermayenin organik bileşimindeki ve sermayenin devir hızındaki dalgalanmalar kâr oranını belirleyen başlıca faktörlerdir. Marx, kâr oranını ücret dalgalanmalarının doğrusal bir fonksiyonu olarak gören Ricardo’yu eleştirmiştir. Ricardo’nun değerlendirmesinin tersine, gerçek ücretler yükselirken kâr oranı da yükselebilir; gerçek ücretler düşerken kâr oranı da düşebilir. Marx, Ricardo’nun gözünde kâr oranı ve artı-değer oranının özdeş terimler olduğuna dikkat çeker. Oysa artı-değer oranı, işgününde işçinin kapitalist için çalıştığı bölümün (artı-emek) kendisi için çalıştığı bölüme (gerekli-emek) oranıdır. Kâr oranı ise işçiden sızdırılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Bu nedenle, artı-değer oranı aynı kalsa ya da artsa bile, emeğin üretkenliğinin yükselmesini sağlayan makineleşmeyle birlikte toplam sermaye artar ve dolayısıyla kâr oranı düşer. “Kâr oranının böyle düşüşü, emek daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale geldiği içindir. İşçi daha az sömürüldüğü için değil, ama daha çok sömürüldüğü içindir.”[8] O halde emeğin üretkenliğini arttırarak artı-değerin kitlesini yükselten gelişim, aynı zamanda kâr oranındaki düşme eğiliminin de nedenidir. Çünkü artı-değerin kitlesi yükselse bile, bu değerin daha da büyük ölçüde artmış bulunan toplam sermayeye bölünmesiyle elde edilecek kâr oranı düşecektir.[9] Kapitalist kârın kaynağı olan artı-değer üretimini arttırmanın iki yolu bulunmaktadır. İşgününün, yani çalışma saatlerinin uzatılmasıyla artı-değerin çoğaltılmasına artı-değerin mutlak artışı denir. Aynı çalışma süresi içinde, işçinin ücretinin eşdeğerini ürettiği gerekli-emek zamanının azaltılması sayesinde artı-değerin arttırılmasına ise nisbi artış denir. Ancak hemen belirtelim ki, kapitalist üretim tarzı altında emeğin üretkenliğinin arttırılabilmesinin bizzat sistemin özelliğinden kaynaklanan sınırları bulunmaktadır. Çünkü artan makineleşme sayesinde gerekli-emek zamanını alabildiğine kısaltmak genel anlamda cazip gibi görünse de, kapitalizmin varlık nedeni canlı emeğin sömürüsüdür. Dolayısıyla üretim sürecinde canlı emeğin varlığını neredeyse ortadan kaldıracak bir makineleşme düzeyi, yani robotlaşma kapitalizmin temel karakteriyle tamamen çelişmektedir. Bu nedenle kapitalist sistem çalışma saatlerini hiç de umulduğu gibi kısaltmazken, sistemin mantığının izin verdiği sınırlar içinde artı-değerde nisbi artış sağlayacak yöntemleri yürürlüğe koyar. Kapitalist gelişme artan makineleşmeyle emeğin üretken gücünü yükseltmektedir. Böylece aynı süre içinde aynı miktarda canlı emeğin, giderek artan büyüklükte bir değişmeyen sermayeyi (üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler, iş aletleri) işlemesini, yeni değerlere katabilmesini mümkün kılmaktadır. Bunun sonucunda hem değişmeyen sermaye giderleri artmakta hem de değişmeyen sermayenin değişen sermayeye (işgücüne tahsis edilen sermaye) oranı yükselmektedir. Sermayenin organik bileşimini gösteren bu oranın artması kapitalizmin yasasıdır ve kapitalist üretim tarzı sermayenin organik bileşiminde sürekli bir yükselme yaratır. Fakat değişen sermayeye ilişkin azalma da mutlak tarzda bir azalma olarak yorumlanmamalıdır, bu nispi bir azalmadır. Aslında toplumsal sermaye tarafından harekete geçirilen sömürülen emeğin mutlak kitlesi ve dolayısıyla artı-emeğin mutlak kitlesi pekâlâ büyüyebilir; bireysel kapitalistlerin denetimindeki sermayeler gitgide büyüyen bir artı-emek miktarına el koyuyor olabilirler. Kapitalist işleyişin gerçekliği Marx tarafından şu şekilde özetlenmiştir: “Sermaye tarafından çalıştırılan emekçi sayısı, şu halde, sermayenin harekete geçirdiği emeğin mutlak kitlesi ve bu nedenle, emmiş olduğu artı-emeğin mutlak kitlesi, ürettiği artı-değerin kitlesi ve dolayısıyla ürettiği kârın mutlak kitlesi sonuçta artabilir ve kâr oranındaki gitgide artan düşmeye karşın gitgide artabilir. Ve bu, yalnız böyle olabilir değil, kapitalist üretim esasına göre, geçici dalgalanmalar dışında, böyle olmak zorundadır.”[10] Demek ki büyüyen kâr kitlesine karşın, kapitalist işleyiş yasası, değişmeyen sermayenin değerini sermayenin canlı emeğe yatırılmış bulunan kısmına göre daha da büyük bir hızla arttıracak ve kâr oranı düşme eğilimi sergileyecektir. Kâr oranının düşmesi sermaye açısından olumsuz bir duruma işaret eder; çünkü bu oran sermayenin kendini hangi düzeyde yeniden değerlendirebildiğini ifade etmektedir. Sermaye birikimini artı-değer oranı değil, ama artı-değerin toplam sermaye harcamalarına oranı, yani kâr oranı ve toplam kâr miktarı motive etmektedir. Kâr oranı kapitalist üretimin itici gücüdür. Metalar kapitalistler için kârlı oldukları sürece üretilirler. Yeni bir üretim yöntemi ne denli üretken olursa olsun, kârlılığı düşürdüğü sürece hiçbir kapitalist tarafından gönüllü olarak uygulamaya konmaz. Üretkenlikteki gelişme, kapitalisti, bir malın üretimi için gereken toplumsal emek-zamanını azalttığı için değil, kârını yükselttiği için ilgilendirir. Kapitalistler hesaplarını soyut formüller üzerinden değil, elde ettikleri somut kâr oranı ve kâr kitlesi gibi rakamlar üzerinden yürütürler. Bu nedenle yeni üretim yöntemleri ancak sermaye faktörlerinin fiyatlarını ucuzlatıp kârlılığı arttırdığı zaman çok sayıda kapitaliste cazip görünebilir. Toplumun üretken gelişimi ile varolan üretim ilişkileri arasında artan uyumsuzluğun kendini keskin çelişkiler, bunalımlar ve kramplar biçiminde ortaya koyduğu açıktır. Giderek sıklaşan devresel krizlerle bir bölüm sermayenin yıkıma uğraması sayesinde kâr oranının geçici olarak kendini yeniden toparlama imkânına kavuşması, fakat her şeye karşın kâr oranındaki düşüş eğiliminin devam etmesi, kapitalist üretim tarzının sınırlarına işaret eder. Krizlerdeki sermaye yıkımının anlamını şu sözlerle açıklar Marx: “Sermayenin, kendi dışındaki ilişkiler tarafından değil, bizat kendi varlığını sürdürmesinin koşulu olarak zorla tahrip edilmesi, pılını pırtını toplayıp yerini toplumsal üretimin daha yüksek bir aşamasına bırakması için kendisine verilen işaretlerin en çarpıcısıdır.”[11] Açıktır ki, sermayenin tarihi gelişimi içinde üretici güçlerde sağladığı gelişim, belli bir noktadan sonra sermayenin değerlenme sürecini ilerletecek yerde, onu yıkıma uğratmaya başlamaktadır. Böylece üretici güçlerin daha da gelişmesi sermaye için bir ayakbağı haline gelmeye başladığı gibi, sermaye ilişkisi de emeğin üretici güçlerinin gelişmesi için bir ayakbağına dönüşmektedir. Kâr oranının düşme eğilimi yasası gibi karmaşık bir konunun basite indirgenip çarpıtılmaması için önemle vurgulayalım ki, bu yasayla kastedilen kâr oranında düzenli bir biçimde gerçekleşen mutlak bir düşüş değildir. Söz konusu yasayla açıklanan düşüş, yalnızca tarihsel bir eğilimi ifade etmektedir. Çünkü somut kapitalist işleyişte, bazı zıt yönlü etkiler mutlak anlamda düşüşü frenlerler. Bu nedenle yasa, yalnızca bir eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun süren dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelir. Kâr oranındaki düşüşü frenleyen faktörler bağlamında şunları sıralar Marx: 1. Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış; 2. Ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi; 3. Değişmeyen sermaye ögelerinin ucuzlaması ve sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki sermayenin, bazı sanayi dallarında sermayenin organik bileşiminin daha düşük olduğu ülkelere kayması; 4. Nispi aşırı-nüfus; 5. Dış ticaret; 6. Hisse senetli sermayenin artışı. Hemen belirtelim ki bu faktörler yasanın varlığını ortadan kaldırmamakta, fakat etkisini azaltmakta ve ona kendine özgü bir eğilim niteliği kazandırmaktadırlar. Sermaye birikim sürecinin içerdiği zıt yönlü etmenlerin çatışmasının bunalımlarda açığa çıktığını vurgular Marx. Ortalama kâr oranları sınai çevrimlerin boom ve kriz evrelerindeki yükseliş ve düşüşlerle dalgalanır. Ne var ki kâr oranındaki düşüşü frenleyen etkenler uzun dönemde zayıflamakta, kapitalist sistem 1929 örneğinde olduğu gibi ciddi bir durgunluk tehdidiyle yüz yüze gelebilmektedir. Kâr oranlarındaki düşüş, sadece ulusal düzeyde değil uluslararası ölçekte de rekabeti yoğunlaştırır. Güçlü tekellerin dünya arenasında sivrilmesine, çokuluslu sermaye evliliklerine ve böylece sermayenin merkezileşmesine yol açar. Kapitalist gelişimin bu yoğunlaşması, artan sermaye ihracı ve genişleyen dünya ticareti, giderek çok daha büyük miktarlarda kredi kullanımını da kaçınılmaz hale getirir. Kapitalizmin uluslararasılaşma sürecinin bu temelde hızlanması, sermaye birikim sürecinin önüne dikilen ulus-devlet engelinin aşılmasında olumlu bir rol oynamaktadır. Fakat aynı gelişme diğer taraftan, kapitalist bunalımların geçmiş dönemlere oranla çok daha fazlasıyla bir dünya bunalımı biçiminde patlak vermesinin de zeminini döşemektedir.

Krizin şiddetlenmesinde kredi mekanizmasının rolü

Bankacılık sisteminin oluşması ve yaygınlaşmasıyla, sermayenin bölüştürülmesi işi bireysel kapitalistlerle tefecilerin elinden alınarak devasa ölçeklerde büyüyen bankaların elinde toplanmıştır. Böylece bankacılık ve kredi mekanizması, kapitalist üretimi bizzat kendi sınırlarının ötesine itmede en güçlü manivela halini almıştır. Emperyalizm çağında sermayenin alabildiğine yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bankaların muazzam ölçeklerde büyümesi ve mali sermayenin egemenliğiyle birlikte kredi sistemi de kapitalist işleyişte merkezi bir önem kazanmıştır. Kapitalist üretimin ve ticaretin yalnızca ulusal sınırlar dahilinde değil, uluslararası düzeyde devasa gelişmesi borç paraya duyulan ihtiyacı inanılmaz boyutlarda büyütmüştür. Kapitalizmin gelişim tarihi içinde kredi çok önemli bir yere sahiptir. Marx, kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi ölçüsünde, merkezileşmenin en güçlü iki mekanizması olan rekabet ve kredinin de geliştiğine dikkat çeker. İlk aşamalarında birikimin alçakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine giren kredi sistemi, giderek büyük ya da küçük miktarlar halinde toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarını, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çekmektedir. “Ama çok geçmeden” der Marx, “rekabet savaşında yeni ve müthiş bir silah halini alır ve nihayet sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür”.[12] Kapitalizmin emperyalist aşaması, aşırı-üretimle kitlelerin sınırlı alım gücü arasındaki çelişkinin kapitalist pazara getirdiği kaçınılmaz engellerin kredi sistemi sayesinde aşılmaya çalışıldığını gözler önüne serer. Fakat kredi kapitalist krizlerin kaynağını ortadan kaldırmamıştır. Tam tersine, krizlerin bu mekanizma sayesinde geciktirilmeye ve hafifletilmeye çalışılması daha büyüklerinin yolunu döşemiştir. Kredi sistemi sayesinde daha büyük çaplı yatırımların yapılabilmesi sermayenin organik bileşimini yükseltirken, böylece kâr haddinin de azalmasına neden olur. Kapitalistler devasa üretim araçlarını daha büyük ölçeklerde işletmek ve bütün bellibaşlı kredi kaynaklarını bu amaca yöneltmek zorunda kaldıkça, sınai depremlerin gitgide çoğalacağını belirtmiştir Marx. Çünkü pazarların gelişmesi, devasa ölçeklerde büyüyen üretimin gerisinde kalmaktadır. Bu noktada bazı yanlış anlamaların önüne geçmek gerekir. Pazarlar sorunu bir zamanlar Rusya’da Narodniklerin iddia ettiği gibi, kapitalist gelişmenin eskiye oranla pazarları daraltmasından kaynaklanmaz. Narodniklerin bu tür yanlış görüşleriyle mücadele eden Lenin’in de işaret ettiği gibi, aslında kapitalist gelişme pazarı genişletir. Fakat bu genişleme üretici güçlerdeki katlamalı büyümenin daima gerisinde kalır. Kapitalist gelişmeyle birlikte üretim yığını ve bunun sonucu olarak da daha geniş pazarlara duyulan ihtiyaç büyümektedir. Böylece her bir bunalım sonucunda, kapitalist sistem, o zamana dek ele geçirilmemiş ya da yalnızca yüzeysel olarak sömürülen bir pazarı sisteme katmaya çalışarak yol almaktadır. Ve dolayısıyla kapitalist sistem olgunlaştıkça, ferahlatıcı potansiyeller azalmaktadır. Marx’ın deyişiyle, bu nedenle “dünya pazarı giderek daha çok daralır, giderek daha az sayıda sömürülecek pazar kalır”.[13] İşte bu çelişki nedeniyle de bunalımlar daha sıklaşmakta ve şiddetlenmektedir. Sonuçta kapitalist dünya sisteminin olgunlaşmasına, yeni pazarlar yaratmak ve varolanları emperyalist güçler arasında yeniden paylaşmak amacıyla çıkartılan emperyalist savaşlar eşlik etmektedir. Kredi sistemi kapitalist yeniden üretim sürecini hızlandıran ve dolayısıyla aşırı-üretim sorununu ve spekülasyonu da katmerleyen bir unsurdur. Marx, kredi sisteminin, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya piyasası kurulmasını hızlandırdığını açıklar. Kapitalist üretim tarzının maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, bizzat kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Fakat aynı zamanda kapitalist bunalımları da hızlandıran kredi mekanizması, aslında eski üretim biçimini çözüp dağıtacak ögeleri oluşturmaktadır. Böylece bir anlamda kendi kendini inkâr edercesine, yeni bir üretim tarzına geçişin temellerini döşemektedir. Marx, kredi sisteminin özünde yatan iki özelliği şu sözlerle açıklar: “Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekarlık sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek, ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır.”[14] Kredi sistemi sanayinin çeşitli sektörlerine yatırım yapmak isteyen kapitalistlerin kaynak sıkıntısını gidererek üretimin önünü açar. Ayrıca geniş kitlelerin borçla satın almasını yaygınlaştırıp tüketimi arttırır. Böylece bir yandan kapitalizmin bunalımlarını azdırırken bir yandan da sanki bunalımlara bir çözüm getirirmiş gibi görünür. Fakat ister yatırımcı ve isterse tüketici kredisi biçiminde ele alınsın, gerçekte kredi musluklarını sürekli açık tutmanın olanağı yoktur. Bankaların ve kredi kuruluşlarının kredi sistemini ayakta tutabilmeleri için, verilen kredi tutarlarının faiziyle birlikte geri ödenmesi gerekir. Geri ödemelerde sorunlar biriktikçe kredi genişlemesi duracak, kredi muslukları kısılacaktır. Yeniden üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir sistemde, kredi musluklarının birdenbire kısılmasıyla birlikte bir bunalımın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zaten bu nedenle, gerçekte aşırı-üretim biçiminde mayalanan kapitalist kriz, ilk bakışta bir para ve kredi bunalımı gibi görünür. Kâr haddinin düşmesine karşılık faiz haddinin yükselmesi nedeniyle borsada hızlanan spekülasyon, böylesi dönemlerde önemli miktarda para sermayeyi kendine çeker. Fakat işin gerçeğinde, borsadaki “aşırı” kârın kaynağı üretim sürecindeki genişlemeden kaynaklanmayan spekülatif bir kârdır. Ve borsada bunalımın patlak vermesiyle birlikte ani biçimde çöker. Bunalımla birlikte kredi sisteminde de büyük bir çöküntü yaşanır: “Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden-üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”[15] Kapitalist üretim sürecini özel mülkiyet engelinin ve ulusal sınırların ötesine itme bakımından bir manivela hizmeti gören kredi sistemi, bir yandan kapitalizmin dünya ölçeğinde yayılmasını hızlandırır, diğer yandan çeşitli ülkelerde patlak veren krizlerin giderek çok daha derin biçimde bir dünya krizine büyümesinin temelini oluşturur. Kapitalizmin yayılması işin gerçeğinde aşırı-ticaret, aşırı-üretim ve aşırı-kredi anlamına gelmektedir. Bir kez bunalım patlak verdi mi, “o zaman bütün bu ulusların aynı zamanda aşırı-ihracat yaptıkları (yani aşırı-üretimde bulundukları) ve aşırı-ithalat yaptıkları (yani, aşırı-ticaret yaptıkları), hepsinde fiyatların şiştiği ve kredinin gereğinden fazla yayıldığı ortaya çıkar. Ve hepsinde aynı çöküş olur”.[16] Çok açıktır ki II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan uzun dönemli ekonomik yükselişin motor gücü Amerika olmuştur. Toplam dünya üretimi içinde tek başına beşte birden fazla yer tutan Amerika’da, sınai çevrimlerin gelgitlerine rağmen pazarı canlı kılan temel faktör kredi mekanizmasıdır. Bu nedenle Amerikan ekonomisi şirketlere ve tüketicilere verilen borç miktarı bakımından birinci sırayı işgal etmiştir. 90’lı yıllarda yaşanan boom’un ve onun umulandan biraz daha fazla sürdürülebilmesinin altında yatan gerçek de kredi mekanizmasıdır. Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde tüketici kredilerinin yükselişinde büyük sıçramaların yaşandığı bu yıllar boyunca, gerçekte satın alma güçleri son derece sınırlı olan işçi ve emekçi kitlelerin harcama kapasitesi kredi mekanizmasıyla şişirilmiştir. Geniş kitleler bizzat kapitalist sistem tarafından yaratılan “tüketim çılgınlığı” yıllarında, bu kredilerin faiziyle birlikte geri ödeneceği gerçeğini hatırlamak istemeksizin, kapitalist ekonomiyi uzun bir süre boyunca canlı tutmuşlardır. Fakat tatlı hayallere dalıp doğa yasalarından kurtulmak nasıl mümkün değilse, kapitalizmin iç yasalarının yaratacağı felâketlerden uzak durabilmek de asla mümkün olamaz. Bu yasaların koyduğu kaçınılmaz engeller karşısında, ekonomik büyüme kredi pompasıyla ilanihaye sürdürülemez. Piyasalardaki durgunluğun, devlet harcamalarının arttırılması ve kredilerin şişirilmesiyle ertelenmeye çalışılmasının bir sınırı vardır. Bir dönem için ertelenmiş gibi görünen sorunlar, gerçekte uluslararası banka sistemini tehdit eden zincirleme bir iflâs ve çöküş tehlikesinin kaynağıdır. Geri ödenmeyen borçların muazzam miktarlara ulaşmasıyla birlikte işler tamamen terse döner. Bir yandan artık yeni kredi açılamazken öte yandan biriken faizlerle birlikte kartopu gibi büyüyen borç rakamları geniş kitleleri yıkıma sürükler. Bu da talepte ani ve sıçramalı daralmalarla sonuçlanır. Bu durum kontrol altına alınamayan ve belirtilen faktörlerin birbirini daha da olumsuz yönde etkilemesi sonucunda derinleşen bir depresyon eğilimidir. Nitekim uzun süredir Japonya’nın yaşadığı bu “felâket”, sonunda Amerika’nın da başına gelmiş ve dünya ekonomisinin bu motor gücü kendi sarsıntılarıyla birlikte bir bütün olarak kapitalist sistemi de çalkantılı bir dönemin içine sokmuştur.


[1]   Çeşitli yazarlar çevrimin farklı evrelerini tanımlamak için son tahlilde aynı anlama gelecek değişik kavramlar kullanmaktadırlar. Örneğin çevrimin hızlanma evresini yükseliş, refah veya boom kavramlarıyla nitelemek; kriz evresi için buhran, bunalım, çöküntü, depresyon vb. sözcüklerini kullanmak konunun özünde hiçbir değişiklik yaratmayacaktır. Kaldı ki Batı dillerindeki sözcüklerin Türkçe’ye çevirisi sırasında da çeşitlemeler söz konusudur. Örneğin depresyon’un sözlük karşılığında kriz, durgunluk kavramlarını bulacağınız gibi, resesyon sözcüğü için de aynı kavramlarla karşı karşıya gelirsiniz. Kaldı ki bir sınai çevrimin evreleri birbirinden tamamen yalıtılmış kompartımanlar gibi değildir. Bu nedenle, örneğin kriz ve durgunluk evreleri adeta içiçe geçmiş gibidir. Marksizm bir olayın somut gerçekliğini, onun gelişme fazları arasındaki diyalektik ve geçişsel ilişkiler temelinde ele alır. Ayrıca, kapitalist krizler bağlamında cereyan eden kavram spekülasyonu karşısında gerçekten de uyanık olmayı gerektiren bir durum vardır. Unutmayalım ki, kapitalist kriz gerçeğini gözlerden saklayabilmek amacıyla Batılı kapitalist ülkelerde iktisatçılar her seferinde yeni kavramlar kullanmayı tercih ediyorlar. Örneğin 1929 krizinin kötü anılarını hatırlattığı için depresyon sözcüğü yerine resesyon sözcüğü; çöküş anlamına gelen collapse yerine slump kullanılıyor ve liste böylece uzayıp gidiyor. Netice olarak, bu gibi konularda da doğru bir tutum takınmak ve konunun özünü kavramaya çalışacak yerde kavram çeşitlemeleri nedeniyle boş tartışmalara düşmemek gerekir. Karışıklık yaratmamak için belirteyim ki, yazı içinde kapitalist sınai çevrimi, birbirini izleyen canlanma, boom, kriz ve durgunluk evreleri itibarıyla ele alacağım. Boom sözcüğü genelde yükseliş anlamına geliyor olsa da, çevrimin ilerleyişi içinde ifade edeceği özel anlam, sıradan bir yükseliş (örneğin orta derecede faaliyet anlamındaki bir canlanma) değil büyük bir canlılık, Marx’ın dikkat çektiği üzere belirgin bir hızlanma olacaktır. Son olarak hatırlatmak istediğim husus ise şudur: Kapitalist gelişme eğrisi üzerinde gözlemlenen dalgalanmaları nitelerken, yükseliş ve düşüş (ya da alçalış) gibi kavramları kullanmayı tercih ettim. Bu dalgalanmaların sınai çevrimin uzun dönemli benzeşikleri haline sokulup konunun bulandırılmaması için uzun süreli boom ya da uzun süreli kriz sözcüklerini kullanmaktan kaçındım. Yazı içinde yeri geldiğinde değinileceği gibi, uzun dönemli dalgalanmalar hangi yönde olursa olsun -ister yükseliş isterse alçalış- kapitalizm kendi hareket yasaları gereğince yine sınai çevrimler, yani başlıca evreleri itibarıyla ifade edecek olursak kriz ve boom’lar temelinde yol almaktadır.
[2]   Marx, Kapital, c.2, Sol Yay., Ağustos 1976, s.211
[3]   Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.430
[4]   Marx, Kapital, c.3, s.735
[5]   Marx, Kapital, c.3, s.221
[6]   Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.138
[7]   Marx, Grundrisse, Birikim Yay., Ekim 1979, s.682
[8]   Marx, Artı-Değer Teorileri, c.2, Sol Yay., Ankara 1999, s.419
[9]   Burada kastedilen kar, toplam artı-değerin ayrıca sanayici kârı, faiz ve rant şeklinde bölüşülmesinden bağımsız olarak bizzat kendisine eşittir.
[10] Marx, Kapital, c.3, s.193-194
[11] Marx, Grundrisse, s. 683
[12] Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., Temmuz 1975, s.664
[13] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yay., Kasım 1979, s.61
[14] Marx, Kapital, c.3, s.390
[15] Marx, Kapital, c.3, s.225
[16] Marx, Kapital, c.3, s.436

2 Kasım 2003
Kapitalist Krizler
Share

2. Bölüm

Krizler kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanır

Ekonomik çöküş ve bunalımlar en çok borsada yaygınlaşan istikrarsızlık ve ani düşüşlerle kendini hissettirmektedir. Zaten iktisatçılar da patlak veren krizleri borsadaki spekülasyona bağlamaya pek meraklıdırlar. Oysa borsa son tahlilde yalnızca kapitalist ekonominin bir boy aynasıdır. Borsadaki spekülatif hareketler kapitalist canlanmanın asıl nedeni olmadığı gibi, borsadaki çöküşler de ekonomik krizin yaratıcısı değil, olsa olsa sonucudurlar. Bilindiği gibi para oyunları, kumar, yalnızca verili servetin kişiler arasındaki dağılımını değiştirebilir, toplam servet miktarını arttıramaz. Engels, 1893’te Bebel’e mektubunda şöyle diyordu: “Borsa, burjuvazinin, işçileri değil, birbirini sömürdüğü bir kurumdur. Borsada el değiştiren artı-değer, zaten varolmuş artı-değerdir; emeğin geçmişteki sömürülüşünün ürünüdür. Ancak bu süreç tamamlandıktan sonra, artı-değer, borsa dolandırıcılığının amaçlarına hizmet eder.”[1] Kapitalizmde toplam değer miktarının arttırılabilmesi sadece ve sadece işçi sınıfının yaratacağı artı-değere bağlıdır. Borsadaki spekülasyon bazen gerçekler dünyasına meydan okurcasına salt birtakım kâğıt parçalarıyla yeni servetler yaratırmış gibi görünse de, bu yalnızca bir halüsinasyondur. Para politikaları ya da borsadaki hareketlenmeler temelinde şişirilmiş ekonomik balonlar er geç patlamaya ve hayali rakamlar, açığa çıkan krizle birlikte gerçekler dünyasına doğru sönümlenmeye yazgılıdır. İktisatçıların krizlerin kapitalizmin doğasına içkin olduğu gerçeğini gizleyebilmek amacıyla ileri sürdükleri boş gerekçeler ve sözde tahliller yıllar boyunca birbirini tekrar edip duruyor. Onların işi, kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz sonuçları hükümetlerin yanlış mali uygulamalarına, hatalı para politikalarına bağlayarak bilinç bulandırmak ve böylece sistemi ayakta tutmaya çalışmaktır. Her seferinde krizin nedeni ya da krize çözüm olarak ele aldıkları unsurlar, faiz oranları gibi aslında ekonomik duruma bağımlı olan parametrelerdir. İktisatçıların faiz oranlarıyla oynanmasını bunalımın çözümü gibi göstermek istemelerine karşın, gerçeklik hiç de böyle değildir. Marx’ın dediği gibi, “hatalı banka yasaları bu para bunalımını daha da yoğunlaştırabilir. Ama hiçbir banka yasası bu bunalımı önleyemez”.[2] Çünkü kapitalist krizler dolaşım alanında ortaya çıkan arızi problemlerden değil, bizzat kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanmaktadır. Marksizmin kanıtladığı üzere iktisat bir bilim dalı olmayıp burjuvazinin ideolojisidir, politik ekonomidir. Marksist iktisat diye bir şey de yoktur. Marx’ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik ekonominin eleştirisidir. Bu politik ekonomide gerçeklik burjuva ideolojisinin hizmetinde ters yüz edilmiştir, ileri sürülen tahliller olanı değil, sermaye sınıfının olmasını istediklerini gösterir. Oysa dünya pazarının bunalımları, burjuva üretimin çelişkilerini ve karşıtlıklarını çok çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Fakat bu gerçekleri kabul etmekten kaçan politik ekonomi, bunalım gerçeğiyle yüzyüze gelindiğinde çeşitli bahaneler icat etmeye çalışır. “Minareye kılıf arayanlar” der Marx, “felâketlerle patlak veren karşıt etmenlerin doğasını araştıracak yerde, felâketin kendisini yadsımakla ve düzenli ve dönemsel yinelenmeler karşısında da eğer üretim ders kitabına uygun biçimde sürdürülseydi bunalımın patlamayacak olduğunda ısrar etmekle yetindiler”.[3] Burjuva yorumcuların kapitalist ekonominin spazmlarını raslantısal olaylar gibi göstermek istemelerine karşın, Marksizm kapitalizmin krizlere yazgılı doğasını kusursuzca teşhir etmiştir. Ekonomik krizleri kaçınılmaz kılan temel neden, son tahlilde, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel-kapitalist biçimi arasındaki çelişkidir. Bu çelişki kendisini üretim ile tüketim arasındaki uyumsuzlukta ve çeşitli alanlardaki oransızlıklarda ortaya koyar. Devresel olarak patlak veren aşırı-üretim krizleri kapitalist ekonominin derinlerinde yatan sorunların dışavurumudur. Her şeyden önce kapitalist üretim tarzı çeşitli alanlarda oransızlıklar içerir ve çeşitli faktörler arasında kurulan denge geçici ve raslantısaldır. Marx bu konuda şöyle der: “emekçi insanlar tüketimlerini çok dar sınırlar içinde genişletebildiklerine göre, emek talebi, her ne kadar mutlak olarak büyüyorsa da, kapitalizmin gelişimi ölçüsünde, göreli olarak azaldığına göre, tüketim daha başından engellenmiştir”. Ve devam eder: “Ayrıca, tüm dengelemeler raslansaldır ve ayrı ayrı alanlarda kullanılan sermaye oranları sürüp giden bir süreçle her ne kadar eşitlenirse de bu sürecin bir türlü sona ermeyen varlığı, aynı biçimde, sürekli bir oransızlığın varolduğunu gösterir, ki bu oransızlık sürekli olarak ve sık sık da şiddetle düzeltilir.”[4] Kapitalizmde sömürünün koşulları ve sömürünün realizasyonu özdeş olgular değildir. Birinci olgu, yani işçi sınıfından daha çok artı-değer sızdırılması toplumun üretken gücüyle sınırlıyken, ikincisi yani artı-değerin gerçekleşmesi toplumun bir bütün olarak tüketim gücüyle sınırlanmıştır. Bu nedenle üretilen artı-değerin gerçekleşmesindeki tıkanıklıklar kaçınılmaz olarak aşırı-üretim bunalımlarına yol açmaktadır. İşçi sınıfının sınırlı tüketim gücü burada önemli bir faktördür, fakat bu faktör de tek yanlı ve yanlış biçimde yorumlanmamalıdır. Zira kapitalist üretim tarzı, yaratılan artı-değerin bir bütün olarak onun yaratıcısı olan işçiler tarafından tüketilmesine dayanmaz. İşçinin ücreti zaten yarattığı toplam değerin, artı-değer dışında kalan kısmıdır ve son tahlilde işçi sınıfının satın alma gücü toplam ücretle sınırlıdır. Gerçekte artı-değerin bir kısmı kapitalistlerin lüks harcamalarına, kapitalist devletin idamesi için gerekli görülen idari, güvenlik ve silahlanma harcamalarına tahsis edilir. Fakat esas olarak da yaratılan artı-değerin önemli bir bölümü yeniden yatırımlara dönüşür, aksi halde kapitalizm genişletilmiş yeniden üretim süreci olmazdı. Ne var ki yeni yatırımlar üretkenliği, yani sömürüyü arttırma çabası içinde gerçekleştiğinden, kapitalist işleyiş işçilerin üretim kapasitesi ile tüketim gücü arasındaki uçurumu daha da derinleştirmektedir. Bu durum kapitalist üretim tarzının kaçıp kurtulamayacağı iç çelişkisidir. Kapitalist sistemin boynuna astığı madalyonun bir yüzünde aşırı-üretim sorunu yer alırken, diğer yüzüne kitlelerin yoksulluğunun ifadesi olan sınırlı tüketim gerçekliği kazınmıştır. Marx, “Bütün gerçek bunalımların son nedeni …kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir” der.[5] Bu olgunun önemi, kapitalist krizleri yaratan diğer faktörlerin -örneğin kâr oranlarındaki düşüş eğilimi, çeşitli oransızlıklar vb.- gözardı edilmesini ve bunalımın nedeninin yalnızca eksik tüketime bağlanmasını gerektirmez. Fakat sermaye birikim sürecindeki tıkanıklıkların temelinde, diğer faktörlerle birlikte ve onlarla diyalektik bir ilişki içinde eksik tüketim gerçeği de yer alır. Kaldı ki, Marx’ın eksik tüketim tartışmaları çerçevesinde karşı çıktığı husus yanlış anlaşılmamalıdır. Marx, aşırı-üretim olgusunu görmezden gelerek krizlere tek yanlı olarak işçi sınıfının eksik-tüketiminin neden olduğunu iddia eden görüşleri eleştirmiştir. Örneğin Marx’ın eleştirilerine hedef olan Rodbertus, ticari bunalımları işçi sınıfının düşük ücretler nedeniyle yeterince tüketememesine bağlar. Bu tür bir yaklaşım tamamen yanlıştır, zira işçi sınıfının ücretleri yükselir yükselmez sanki bunalıma bir çare bulunabileceği anlamına gelir. Oysa bunalımlar tam tersine ücretlerin genellikle yükseldiği dönemlerde oluşmaktadır. Kısacası, işçi sınıfının ücretleri artsa ve işçiler hiç tasarrufta bulunmayıp tüm ücretlerini tüketim mallarına harcasalar bile, yine de bir aşırı-üretim krizi ortaya çıkacaktır. Engels, sömürülen kitlelerin eksik tüketiminin tüm sömürülü toplumlarda yer aldığını, o yüzden bu olgunun tek başına kapitalist krizlerin nedenini açıklamayacağını, fakat eksik tüketimin kapitalist krizlerin ön koşulu olduğunu belirtmiştir. Kapitalist üretim tarzına özgü olan husus aşırı-üretim gerçeğidir. Hızla gelişen üretimin bir ayda ürettiğini piyasa bir yılda zor emebilmekte, üretim ve dolaşım süreci arasında büyük bir kopukluk oluşmakta ve kapitalist işleyişe özgü diğer problemlerle birlikte kriz olasılığı kesinleşmektedir. Bir başka deyişle, kapitalist krizin önkoşulları olgunlaştığında sermaye birikim sürecini kesintiye uğratan bir aşırı-üretim bunalımı gelişmektedir. Geniş kitlelerin en zorunlu ihtiyaç maddelerini satın almaya gücü yetmezken, üretimin kâr beklentisiyle bir aşırı-üretime dönüştüğü kaotik bir sistemdir kapitalizm. Marx, kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı çelişkisine değinirken, “kapitalist üretimin bütün gücünü harcadığı dönemler her zaman aşırı üretim dönemleri olmaktadır” der ve devam eder: “ama, metaların satışı, meta-sermayenin ve dolayısıyla artı-değerin gerçekleşmesi, yalnız, genellikle toplumun tüketim gereksinmeleri ile değil, aynı zamanda, büyük çoğunluğu daima yoksul olan ve daima da yoksul kalması gereken bir toplumun tüketim gereksinmeleri ile de sınırlıdır”.[6] Demek ki kapitalist aşırı-üretim, toplumun tüm ihtiyaçlarının dengeli bir biçimde karşılanmasına rağmen ortaya çıkan bir aşırılık değildir. Aksine, bu anlamda aslında ortada çok büyük bir açık vardır. “Mevcut nüfusa oranla, çok fazla yaşam gereksinmesi üretilmemiştir. Tam tersine. Büyük kitlelerin gereksinmelerinin doğru dürüst ve insanca karşılanması için pek az üretim yapılmıştır.”[7] Teknik ne denli gelişirse gelişsin, yeni teknoloji siparişlerin takibine, stok kontrolüne ve kesimsel üretim planlarına ne kadar olanak sağlarsa sağlasın, kapitalizm kitlelerin ihtiyacı için üretim yapan planlı bir ekonomi değildir ve olamaz. Çünkü bu sistem, tekellerin, büyük holdinglerin, çokuluslu kartellerin daha çok kâr elde etmek için birbiriyle rekabet ettiği ve dolayısıyla birbirlerinin planlarını baltalamaya çalıştığı anarşik bir yapıya sahiptir. Kimi iktisatçıların, yeni teknolojiler sayesinde aşırı-üretim sorununun pekâlâ çözülebileceği yolundaki iddiaları tamamen dayanaksızdır. Kapitalist üretim tarzı sermayenin kendini sürekli genişletmesi gereği üzerinde yükselir. Kapitalizmin, üretimi talebe ya da ihtiyaçlara göre planlayıp kısması onun kendi doğasını inkâr etmesi anlamına gelir. Marx şöyle der: “Kapitalist üretimin kitle halinde yarattığı metalar miktarı, üretimin boyutlarına ve bu üretimi devamlı genişletme gereksinmesine bağlıdır, yoksa önceden belirlenen arz talep alanına, karşılanması zorunlu gereksinmelere değil.”[8] Engels’in kapitalist krizlerin anlamını çok güzel bir şekilde özetleyen ifadesiyle, kapitalizmin anarşik doğasının sonucu kronik bir aşırı-üretim, düşük fiyatlar, düşen ve hatta büsbütün yok olan kârlardır. “Kısacası, göklere çıkartılan rekabet özgürlüğü, artık sabrının son noktasına ulaşmıştır ve kendi apaçık, rezilce iflâsını kendi ağzıyla ilân etmek zorundadır.”[9] Kapitalizmin bunalımları büyük sanayicilerin üretimin düzenlenmesi için kartel halinde birleşmesini zorlamış, yani bizzat rekabet tekeli doğurmuştur. Tekelci birliklerin gelişmesi ve yaygınlaşması bunalımları nispeten kontrol etme fırsatı doğuracakmış gibi görünse de, bu kez tekeller arasında bir üst düzeyde kızışan rekabet daha da yıkıcı bunalımların yolunu döşemiştir. Fakat en şiddetlisi bile olsa, bunalım, kapitalist üretim tarzının mutlak anlamda tıkandığı, kendini yeniden üretme olanaklarını hepten yitirdiği anlamına gelmez. Kapitalist bunalım bu üretim tarzının tüm yapısal zaaflarını, çelişkilerini gözler önüne serer; ama kapitalizm bunalımlarına bağlı olarak otomatikman çökmez. İşçi sınıfının devrimci mücadelesiyle köşeye sıkıştırılmadığı sürece, kriz dönemleri kapitalist ekonominin yeniden görece bir dengeye kavuşabilmesinin yolunu açar ve kapitalist devran böylece döner. Unutmayalım, Marx, bunalımların mevcut çelişkilerin geçici ve zora dayanan çözümleri olduğunu belirtir ve “bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır” der.[10]

“Uzun Dalgalar” tartışması

Sınai çevrimler temelinde patlak veren periyodik krizler gerçeğinin ötesinde, kapitalist sistemin gelişme hızında uzun dönemlerde ortaya çıkan değişimler de Marksistlerin zihnini sürekli meşgul etmiştir. Bu noktadan hareketle, kapitalist gelişme eğrisinde uzun yıllar içinde teşhis edilen dalgalanmalar üzerine çeşitli tartışmalar yürütülmüştür. Bunlar arasında Marksist köklere sadık kalan ve kapitalist işleyişi daha derinden kavramaya çalışan yaklaşımlar olduğu gibi, Marksist temellerle uyuşmayan ve pek çok yanlışa kapı açan değerlendirmeler de vardır. Burada kısaca değineceğimiz “uzun dalgalar” analizi işte bu ikinci niteliktedir. Eleştiri konusunun yanlış anlaşılmaması için bir hususu burada vurgulayalım. Kapitalist gelişme eğrisinde ortaya çıkan somut dalgalanmaları kavrayabilmek bakımından, farklı özellikler taşıyan uzun dönemlerin incelenmesi önemlidir ve bu bir eleştiri konusu oluşturmaz. Eleştirilmesi gereken konu, Kondratiyev[11] örneğinde olduğu gibi, gerçekte periyodik uzun çevrimler anlamına gelen cinsten “uzun dalgalar” teorisidir. Marx, sınai çevrim öyle bir niteliktedir ki bir kez ilk hareket verildi mi, aynı devrenin devresel olarak kendi kendini yeniden üretmesi gerekir diyordu. Engels buna önemli bir dipnot düşmüştü. 1867 bunalımından itibaren daha önceki on yıllık döngülerin yerini, ekonomik işlerde nispeten kısa ve hafif bir iyileşme ve nispeten uzun ve kararsız depresyonla somutlanan daha kronik ve daha uzun süreli biçimlere bırakmış göründüğünü söylüyordu. Bunun anlamı yeni tip bir bunalım ya da sınai çevrim çözümlemesi değildi. Nitekim Engels de “bu, belki de, yalnızca, döngülerin sürelerinin uzaması sorunudur” diyor ve devam ediyordu: “Dünya ticaretinin ilk yıllarında, 1815-47 arasında, bu döngülerin yaklaşık beş yıl sürdüğü gösterilebilir; 1847 ile 1867 arasında, döngü açıkça on yıldır; şimdi, acaba, bugüne değin eşi görülmemiş yeni bir dünya bunalımının hazırlık aşamasında mı bulunuyoruz?”[12] Engels’in bu soruya verdiği yanıt, pek çok şeyin bu yöne işaret ettiği biçimindeydi ve bununla, tıpkı Marx’ın belirttiği gibi bunalımların gittikçe şiddetlenme eğilimi gösterdiğini anlatmak istiyordu. Engels haklıydı, kapitalist üretim tarzı her an önüne dikilen özel mülkiyet ve ulusal sınırlar engelini aşma çabası içinde yol aldıkça, bu tarihsel eğilim kendisini çok daha çarpıcı biçimde gözler önüne sermeye başladı. Engels’in 1867 bunalımını takiben cereyan eden derin değişikliklere değinmiş olması daha sonraki yıllarda Parvus’un dikkatini çekecekti. Parvus, Marx’ın satırlarında geçen “sturm und drang” kavramlarını kullanarak, kapitalist ekonominin işleyişinde olağan sınai çevrimlerin dışında daha uzun dönemli “fırtına ve gerginlik” dönemlerinin olabileceğini belirtti. I. Dünya Savaşı sonrasında ise Sovyetler Birliği’nde uzun dalgalar tartışması gündeme geldi. Komintern’in 1921 yılında toplanan Üçüncü Kongresi dünya ekonomik krizi sorununu ele almıştı. Troçki raporunda kapitalizmin gelişimi sorununu inceliyor ve ekonomik gelişme eğrisinin iki hareketin birleşmesinden oluştuğunu söylüyordu: “Kapitalizmin yukarıya doğru genel yükselişini ifade eden birincil hareket ve çeşitli sınai çevrimlere karşılık gelen sürekli periyodik dalgalanmalardan oluşan ikincil bir hareket.”[13] Çevrimsel dalgalanmaların kapitalist gelişim eğrisinin birincil hareketiyle karışması sonucunda, hızlı kapitalist gelişme dönemlerinde krizlerin kısa ve yüzeysel karakterli, boom’larınsa uzun süreli ve uzun erimli olduğunu belirtiyordu Troçki. Kapitalist düşüş dönemlerinde ise krizler uzatmalı bir karakter arz ederken, boom’lar çabuk geçen, yüzeysel ve spekülatif bir nitelik taşımaktaydı. Parvus’un dikkat çekmiş olduğu hususu, Troçki’nin de raporunda bir kalkış noktası olarak ele aldığı açıktı. Şöyle diyordu: “Engels’e gönderme yaparken bu temel olguları gözden kaçırmak çok tehlikelidir. Çünkü kesin olarak, Marx ve Engels’in gözlemlerini yaptıkları 1850’den sonradır ki, normal ya da düzenli bir durum değil, 1848 Devrimi tarafından önü açılmış olan bir kapitalist Sturm und Drang (fırtına ve gerginlik) dönemi başladı. … Burada söz konusu olan konjonktürdeki bir gelişmenin olanaklı olup olmaması değil, konjonktür dalgalanmalarının düşen bir eğri boyunca mı, yoksa yükselen bir eğri boyunca mı ilerlediğidir. Bu bütün sorunun en önemli yanıdır.”[14] Yeni ülkelerde ve kıtalarda kapitalizmin yerleşmesi, yeni tabii kaynakların keşfi, savaşlar ve devrimler gibi üst yapı düzenine bağlı büyük çapta olaylar kapitalist gelişmenin uzun dilimlerini belirlemekteydi. Troçki, “Bütün bunlar kapitalist gelişmenin yükseliş, duraklama ve çöküş dönemlerini ve bunların birbirleriyle yer değiştirmesini nitelemektedir” diyordu.[15] Kondratiyev Komintern’in Üçüncü Kongresini takiben sorunun bu benimseniş biçiminden uzaklaştı. “Uzun dalgalar” teorisinin yaratıcısı olarak kabul edilen Kondratiyev, istatistiklere ve matematiksel modellere dayanarak olağan boom-çöküş çevrimlerinin dışında ekonominin daha uzun dönemli periyodik çevrimlerinin de var olduğunu kanıtlamaya girişti. Ona göre, on yıllık dönemleri kapsayan “küçük çevrim”lerin yanı sıra, yaklaşık elli yıllı kapsayan ve yarı süresi alçalış diğer yarısı ise yükseliş arzeden “büyük çevrim”ler de vardı. Bu yaklaşım yanlıştı ve nitekim Troçki de, Kondratiyev’in teorisinin biçimsel bir analojiye dayanan yanlış bir genelleme olduğunu vurgulayacaktı: “Prof. Kondratiev’in belirttiği dönemleri, küçük çevrimde rastlanan «kesin ritmi» haiz büyük çevrimler olarak görme anlayışını daha baştan reddetmek mümkündür.”[16] Başlangıçta uzun çevrimler kavramını kullanan Kondratiyev, Troçki’nin bu kavrama yöneltmiş olduğu eleştiriden de etkilenerek 1926 yılından itibaren uzun dalgalar kavramını tercih edecekti. Ancak Troçki’nin “uzun çevrimler” değerlendirmesine yönelttiği eleştiri salt kullanılan kavramla sınırlı değildi, asıl olarak içeriğe yönelikti. Troçki esas olarak, uzun dönemli hareketin ani dönüm noktalarının sınai çevrimlerde olduğu gibi içsel ekonomik yasalarla açıklanamayacağını söylüyordu. Ona göre, sınai çevrimlerde olduğu gibi sabit sermayenin yenilenme ritmi üzerine oturtulmuş bir “uzun dalgalar” teorisi yanlıştı. Kondratiyev kullandığı kavramı değiştirmiş olsa da, sorunu ele alış tarzını değiştirmedi. Kapitalist ekonomideki uzun dönemli hareketi açıklayan Marksist görüşü eleştirmeyi sürdürdü. Marksist çözümleme, kapitalist gelişme eğrisinin devrimler ve savaşlar, teknikteki önemli değişmeler ya da dünya ekonomisine yeni ülkelerin eklemlenmesi gibi düzenli olmayan ve ekonomi dışı faktörlerin etkisiyle biçimlendiğini ortaya koymuştu. Kondratiyev’e göreyse, söz konusu faktörler neden değil, sonuçtu. Örneğin yeni ülkelerin sisteme entegrasyonu uzun dönemli bir yükselişe yol açmamakta, tersine sistemde ekonomik işleyişe bağlı olarak bir yükseliş gerçekleştiği için yeni bölgeler masedilebilmekteydi. Ekonomik işleyişin farklı özellikler taşıyan dönemlerini ayırdetmek doğru olsa da, Kondratiyev ve “uzun dalgalar” teorisini benimseyenler, kapitalizmin uzun dönemli iniş ve çıkışlarını belirlemede siyasal faktörlerin rolünü gözardı ettiler. Ekonomik faktörlere tek yönlü ve gereğinden fazla önem atfettiler. Örneğin Kondratiyev “uzun dalgalar” teorisini, sabit sermayenin yenilenmesiyle yatırım fonu arasında kurduğu ilişkiye dayanarak inşa etti. Oysa kapitalist ekonominin işleyişinde uzun dönemli hareketlere yol açan olayların düzensiz bir karakteri vardır. Dolayısıyla bu tip yükseliş ve alçalışları “uzun dönemli sınai çevrimler” tarzındaki bir teori ile açıklamak mümkün değildir. Sabit sermayenin yenilenmesi ve arttırılması ihtiyacının muazzam yatırımları gerektirdiği açıktır. İşte Kondratiyev, bunu gerçekleştirecek fonun birikiminin uzun zaman aldığı varsayımından hareket etmiştir. Ona göre sermaye malları fonunun genişlemesi sürekli ve düzenli bir süreç olmayıp, ekonomik faaliyetlerin uzun dönemlerinde yansımasını bulan çevrimsel sıçramalar şeklinde gerçekleşmektedir. Bu nedenle kapitalist sistem içinde büyük buluşlar geniş çapta uygulamaya konulmadan önce, bu sermayenin birikebileceği bir süre boyunca -diyelim 20 yıl kadar- beklemek durumundadır. Kondratiyev’in bu değerlendirmesine göre, büyük ölçekli yeni yatırımların gerçekleşmesi tarafından güdülenen ve düzenli tarzda işleyen uzun çevrimler vardır. Sermaye mallarının üretiminin arttığı dönem çevrimin yükseliş evresine denk düşmektedir. Kondratiyev, yeni icatların gerçekleşme eğilimini de bir yasaya bağlamak istedi ve bunların genellikle ekonominin alçalış dönemlerinde gerçekleştiğini ileri sürdü. Oysa kolaylıkla tahmin edileceği gibi, yeni buluşlar anında ve yaygın biçimde uygulamaya konmasa da her zaman yapılabilir. Ve ayrıca sabit sermaye yenilenmesinin dağılımı da sektörler ve ülkeler bakımından eşzamanlı ve aynı yaygınlıkta değildir. Kısaca toparlamak gerekirse, Kondratiyev’in teorisi bilimsel gibi görünen matematiksel cazibesine karşın, kapitalist ekonominin gerçekten “uzun çevrimler” temelinde işleyen bir iç yasaya sahip olduğunu kanıtlamaktan uzaktır. Ekonomik büyümedeki duraklamaları sermaye birikimindeki yetersizlik ve dolayısıyla yatırım fonu eksikliğiyle açıklamak doğru değildir. Aslında Marx’ın önemle dikkat çektiği gibi, ekonomideki tıkanıklıkların nedeni sermaye yetersizliği değil, tersine sermayenin aşırı birikimidir. Kuşkusuz ki aşırı birikim mutlak değil göreli bir gerçeği anlatır, umulan kâr oranını elde edemediği için atıl kalan sermaye anlamına gelir. Marx, herkesin elinde ürün bulunduğu, bunları satamadığı ve kredi kıtlığının en üst düzeye ulaştığı kriz dönemlerinde, kendi yeniden üretim sürecinde engellenmiş bulunan sermaye kitlesinin bolluğuna dikkat çeker. Böylece bir bunalım oluşur, fabrikalar kapanır, hammaddeler yığılır, son şeklini almış ürünler, metalar olarak piyasayı kaplar. Marx, bu nedenle bunalımda suçu üretken sermaye kıtlığına yüklemenin son derece yanlış olduğunu belirtir ve üretken sermayedeki aşırı bolluk, asıl bu gibi zamanlarda söz konusudur der. “Muazzam miktarlarda meta-sermaye vardır ama, satılamaz durumdadır. Muazzam miktarda sabit sermaye vardır, ama yeniden-üretim sürecindeki tıkanıklık nedeniyle çoğu kullanılmaz durumdadır”.[17] Kapitalist krizlerin başlıca görünümü olan aşırı-üretim sorunu, aynı zamanda sermayenin de aşırı-üretimi anlamına gelir. Kapitalist ekonominin krizden çıkıp yeniden canlanışa geçebilmesi ve aşırı-üretimin yarattığı durgunluğun aşılabilmesi ise, bir kısım sermayenin değersizleşmesine, tahrip olmasına bağlıdır. Ayrıca, üretkenliği arttırarak canlanışı sağlayan yeni tekniklerin uygulamaya sokulması, bir bölüm sabit sermayenin henüz fiziksel ömrünü tamamlamadan manevi açıdan hurdaya çıkartılmasını gerektirir. O halde sorun sermaye birikimindeki yetersizlik değil, sermayenin kendini yeniden değerlendirme sürecindeki tıkanıklıklardır. Bu durum kapitalist ekonominin plansız karakterinden kaynaklanır. Yatırımcılar önce kârlı gördükleri alana yığışır, zamanla kârlılık düşer, artı-değer piyasada realize olamaz ve bu temelde sınai çevrim bir krize sürüklenir. Kapitalizm uzun dönemde de bu işleyiş yasaları temelinde yol alır. Marx’ın işaret ettiği üzere, örneğin kâr oranlarındaki düşüş yasası gibi eğilimler kapitalist gelişme eğrisini dalgalandırırlar. Ekonomik işleyiş bir bütün olarak ele alındığında, sabit sermayenin periyodik yeniden yatırımı, aşırı-üretim sorunu, tüketim yetersizliği, kâr oranlarındaki düşüş eğilimi gibi Marx tarafından ele alınmış faktörlerin her birinin diyalektik bir ilişki temelinde birbirleri üzerinde etkili olduğu görülür. Dolayısıyla Marksist geçinen bazı yazarların yaptığı gibi, gerçekliğin bütünselliğini parçalayarak onun içinden bir unsuru öne çıkartıp “eksik tüketimciler”, “azalan kârcılar” gibi ekoller oluşturmak ve sonuçta teorik mücadeleyi ekoller arası ekonomi tartışmalarına indirgemek Marksist bir tutum değildir. Kondratiyev gibi araştırmacılar Marx’ın şu ya da bu değerlendirmesinden esinlenen, fakat gerçekte burjuva iktisatçılarından fazlasıyla etkilenen ve onlarla yarışan bir düşünsel yapıya sahiptir. Aslında kapitalist kriz Marx tarafından yeterli biçimde aydınlatılmıştır. Kondratiyev ve benzerlerinin bu konuya getirmek istedikleri “katkılar” son tahlilde meseleyi daha fazla aydınlatmamakta, tersine bulanıklaştırmaktadır. Ayrıca “uzun dalgalar” tarzındaki bir analizin, kapitalist sistemi yıkacak sınıf mücadelesine önem vermek yerine, salt ekonominin iniş ve çıkışlarını didiklemeye takıntılı niteliği son tahlilde iktisatçıların tarzıdır. Zaten bu ve benzeri teorilerin burjuva iktisatçıları tarafından kabul görmesinin ve dönem dönem ısıtılıp yeniden gündeme getirilmesinin temel nedeni de budur. Sonuç olarak, sınai çevrimlerin Marksist çözümlemesine benzeştirme yaparak kapitalist ekonominin örneğin 30 ya da 50 yılı kapsayan uzun dönemli periyodik dalgalar temelinde ilerlemekte olduğunu iddia etmek gerçeklikle bağdaşmaz. Kapitalist sistem, uzun yılları kapsayan yükseliş ve düşüş dönemlerinin birbirini düzenli biçimde izlediği ve “uzun çevrimler” diye nitelenebilecek bir iç işleyiş yasasına sahip değildir. Tarihin biçimlenmesinde doğrudan doğruya etkili olan ekonomi dışı faktörleri devre dışı bırakarak, tarihsel gidişatın neredeyse önceden belirlenmiş bir ekonomik kader doğrultusunda sürüklendiği anlamına gelecek bir “uzun dalgalar” teorisi Marksist bir karakter taşımamaktadır. Ekonomideki dalgalanmaların seyriyle sınıf mücadelesinin iniş çıkışları arasında mekanik bir bağıntı kurmaya çalışan Kondratiyev, savaşların ve devrimlerin kendi analizindeki “uzun dalgalar”ın yükseliş evresi sırasında gerçekleştiği görüşünü de ileri sürmüştü. Fakat toplumsal yaşam, Kondratiyev gibilerin çıkarsamaya çalıştığının tersine düzenli bir ritme ve matematik kesinliğe sahip değildir. Troçki kapitalist sistemde ortaya çıkan çözülmenin mekanik bir tarzda anlaşılmasına karşı mücadele edilmesi gerektiğini önemle vurgular. Bir dönemden farklı bir döneme geçiş, sınıflar ve devletler arasındaki ilişkilerde çok şiddetli gerilimlere yol açmaktadır. “Birbirini izleyen dalgalanmalar” der Troçki, “sosyal hayatın her köşesinde iz bıraktıkça, patlama döneminden çöküntü dönemine geçiş veya bunun aksi, en büyük tarihi bunalım ve devrimleri doğuracaktır”.[18] Kapitalizmin tarihi, ekonomik krizle devrimci durum arasındaki karmaşık ilişkiyi sergileyen çeşitli ve farklı nitelikte örneklerle doludur. Dünyanın çeşitli bölgelerinde gerek ekonomik canlanma ve gerekse durgunluk dönemlerinde çeşitli devrimci kabarmalar yaşanmıştır. Şayet neticede karşı-devrim galip gelmiş ve bu durumda kapitalist sisteme yeniden uzun soluklu bir nefes alma fırsatı vermişse, bunu ekonominin kendiliğinden dalgalanmasına bağlamak son derece yanlış olur. Gerçekte bu gibi örneklerin tümü, devrimin gerçekleşip gerçekleşmemesinde ekonomik krizin ya da tersine canlanmanın rolünü değil, öznel ögenin önemini kanıtlamaktadır. “Uzun dalgalar” tartışmasıyla ilgili olarak daha yakın zamanlardan bir başka kesit de hatırlanabilir. Troçkist hareket içinde önemli bir yer tutmuş olan Mandel’in uzun dalgalar konusunda ortaya koyduğu görüşler akademik çevrelerde ilgiyle karşılanmıştır. Troçki’nin “uzun çevrimler” konusunda Kondratiyev’e yönelttiği eleştirileri Mandel açıkça gözardı etmemiş, fakat Kondratiyev’in teorilerinden de etkilenmiştir. Bu konuda aldığı eleştiriler nedeniyle, kapitalizmin uzun gelişme dönemlerinin ekonomik faktörler tarafından otomatik olarak belirlenmediğini ve üst yapı unsurlarının etkisinin gözardı edilemeyeceğini sık sık tekrarlama gereğini hissetmiştir. “Uzun dalgalar”ın işleyiş mekanizmasını açıklarken şöyle der Mandel: “Üretim tekniğinin bütününde meydana gelen devrim, sermayenin organik bileşiminde hatırı sayılır bir artışa, bu artış da, somut koşullara göre ortalama kâr haddinde eninde sonunda bir düşüşe yol açar.” Dile getirilen bu gerçeklik, hatırlanacağı gibi kapitalist sınai çevrimlerin işleyiş yasasıdır. Ancak takip eden satırlarda olduğu gibi, Mandel kapitalist ekonominin uzun dönemli hareketini de düzenli bir yasaya bağlama çabası içindedir: “Ortalama kâr haddinin azalması ise, arkadan gelecek teknolojik devrimi gemler. Her yeni temel üretim tekniğinin ikinci evresinde büyüyen değerlenme güçlükleri, eksik yatırımın, atıl kalan sermayenin artmasına yol açar. Onyıllar boyunca yığılan bu atıl sermayeler, ancak özgül koşulların biraraya gelmesiyle ortalama kâr haddinde ani bir yükseliş meydana gelirse, yeni temel üretim tekniğinin açılıp gelişmesini mümkün kılan yeni üretim alanlarına kütle halinde çekilirler.”[19] Bu ve benzeri değerlendirmelerden anlaşılacağı üzere, Mandel kapitalizmin uzun dönemli dalgalanmalarını ortalama kâr haddindeki yükseliş ve düşüşlerle izah etmeye çalışır. Ne var ki kapitalist gelişme eğrisinin özelliğini salt ekonomik faktörlerle açıklama girişimini vaktiyle Troçki çok net bir biçimde eleştirmiştir. Bu nedenle Mandel’in “uzun dalgalar” analizi, sorunun işlenişinde bir orta yol bulabilme çabasını yansıtmaktadır. Mandel’e göre, kâr oranının düşme eğilimi nedeniyle genişleyici uzun dalgadan duraklayacı uzun dalgaya geçiş kaçınılmazdır. Yani ona göre burada olayları ekonomik faktörlerle izah etmeye çalışmanın yanlış bir tarafı yoktur. “Sermayenin çeyrek yüzyıl boyunca … ortalama kâr oranının düşme eğilimini bertaraf edecek sihirli bir yol bulduğunu kabul etmiyorsak tabii ki, genişleme eğilimli bir uzun dalgayı kaçınılmaz olarak duraklama eğilimli bir uzun dalga izleyecektir.”[20] Fakat duraklayıcı uzun dalgadan genişleyici uzun dalgaya geçiş söz konusu olduğunda mesele değişmektedir. Bu nitelikteki bir dönüşümün salt ekonomik faktörlerin otomatik hareketiyle açıklanamayacağını söyler Mandel. Burada ekonomi dışı faktörlerin, sınıf mücadelesinin seyrinin, işçi sınıfının aldığı yenilgilerin önemli bir rolü vardır der. Mandel’in “uzun dalgalar” teorisi, dalgaların oluşumunda fiyat hareketlerine birincil derecede önem atfeden Kondratiyev’in ya da dalgalanmaları salt teknolojik buluşlara dayandıran Schumpeter’in çözümlemelerinden kuşkusuz ki farklı vurgular taşır. Mandel en azından Marx’ın çözümlemelerine bağlı kalma kaygısıyla kâr oranlarındaki değişim faktörünü ön plana çıkartmıştır. Fakat son tahlilde yine de Kondratiyev, Schumpeter ve benzeri iktisatçıların etkisini kendi çözümlemelerine bulaştırmaktan kaçınamamıştır. Bu nedenle onun konuya ilişkin yazılarında, pek çok görüşün yan yana belirleyici roller üstlendiği genellemeler bulmak mümkündür. Mandel bir yandan Troçki’den uzun alıntılar yapıp Kondratiyev’i eleştirir. Fakat diğer yandan kapitalizmin uzun dönemli dalgalanmalarını, neredeyse yine “uzun çevrimler” anlamına gelebilecek bir yasaya bağlamak ister. Sabit sermayenin sınai çevrimler temelinde yenilenmesinin dışında, uzun tarihsel dönemlerde teknolojinin değişmesine bağlı bulunan bütünsel bir yenilenme biçiminin olduğunu söyler Mandel. Ona göre bu yenilenme biçimi bir “teknolojik devrim”e denk düşer ve uzun dalgaların nesnel zeminini oluşturur. 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yıllara uzanan kapitalist gelişme eğrisini dört uzun döneme ayırır ve bunlara denk düşen dört teknoloji tipi sayar: Sanayi devrimi ve zanaatkâr tarafından kullanılan (ve imal edilen) buhar gücüyle çalışan makineler; birinci teknolojik devrim ve makinistlerce kullanılan (ve sinai olarak imal edilen) buharlı motorla çalışan makineler; ikinci teknolojik devrim ve montaj hattına bağlanmış, yarı kalifiye tezgâh operatörlerince kullanılan, elektrik motoruyla çalışan makineler; üçüncü teknolojik devrim ve elektronik sayesinde, yarı otomatik sistemlerin parçası haline getirilmiş kesintisiz üretim yapan makineler. Mandel ve benzeri görüşte olanların savunduğu “uzun dalgalar” teorisi üzerinde daha uzun boylu durmak gerekmiyor. Bu teori kapsamındaki değerlendirmelerin, bazı doğruların yanı sıra pek çok yanlışı da içerdiği açıktır. Fakat bunun da ötesinde, bizce asıl problem bu tip sorunlara yaklaşım tarzındadır. Elbette ki kapitalist gelişme eğrisinin uzun dönemli dalgalanmalarını incelemek gerekir. Ancak bu tür incelemelerde, yalnızca ekonomi bilgisinin sergilenmesine odaklanmış bir yaklaşım asla tatmin edici olamaz. Kullanılan yöntem, tezlerin içinin nasıl doldurulduğu, eklektizmden uzak net bir Marksist tutum takınılıp takınılmadığı fevkalâde önemlidir. Ve her şeyden önemlisi de, burjuva ideolojisinden kopamayan akademik Marksizme asla prim vermeksizin, teorik mücadeleyi işçi sınıfının devrimci tarzda örgütlenme görevinin gereklerine tâbi kılabilmektir.

Kapitalizmin uzun dönemli gelişme eğrisi

Kapitalist ekonominin sınai çevrimler dediğimiz olağan işleyiş mekanizması dışında, çok daha karmaşık faktörleri içeren daha uzun dönemli ve çevrimsel karakterde olmayan yükseliş ve düşüş dalgalanmaları da mevcuttur. Bu dalgalanmalar kapitalist sistemin bizzat yaşamış olduğu çeşitli ekonomik ve siyasal olguların bileşkesinden başka bir şey değildir. Kapitalizmin farklı nitelikler taşıyan dönemlerinin içinde yine boom ve kriz evrelerini içeren sınai çevrimler yer alır. Bu nedenle uzun dönemlerde gerçekleşen dalgalanmaların varlığı Marksist sınai çevrimler analizini geçersizleştirmez. Sınai çevrimlerin gidişatı her zaman aynı seyri izlemez. Kapitalist gelişme eğrisinin problemli ve görece cansız dönemlerini incelediğimizde, sınai çevrimlerin kriz fazlarının giderek çok daha uzun süreli ve derin ölçekte gerçekleştiğini, boom fazlarının ise daha geçici ve sığ bir karakter taşıdığını görürüz. Kapitalizmin hararetli bir yükseliş kaydettiği dönemlerde ise ekonomik salınımlar tersi yönde cereyan etmiştir. Ancak tüm bu sonuçlar yaşanan somut gerçekliğin ifadesinden başka bir şey olamaz. Çünkü uzun dönemli dalgalanmaların süreleri düzensizdir, çevrimsel bir karaktere sahip değildir. Somut yaşamdaki çok yönlü değişkenlerin karşılıklı etkileşim temelinde yaratacağı sonuçları önceden tam olarak bilemeyiz. Hatta Engels’in Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne yazdığı girişte vurguladığı gibi, “belirli bir dönemin ekonomi tarihine berrak toplu bir bakış, aynı an için hiçbir zaman olanaklı değildir; bu, ancak her şey olup bittikten, materyali toplayıp ayıkladıktan sonra yapılabilir.”[21] Kapitalist organizmanın işleyişinde ekonomik faktörler büyük bir önem taşısa da, tarihin ilerleyişi daha pek çok unsurun karşılıklı etkileşimi ve en önemlisi de proletaryayla burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı tarafından belirlenmektedir. Marksizmin tarihsel materyalizm kavrayışı, tarihi hiçbir zaman ekonomiye indirgemez ve öznel faktörlerin genel gidişat üzerindeki etkileyici gücünü asla gözardı etmez. Üretici güçler son çözümlemede belirleyicidirler; fakat ekonomik temel sürekli olarak sınıf mücadelesi, savaşlar, ideoloji, politika gibi üstyapı ögelerinden etkilenir. Neticede somut gelişim bu iki düzey arasındaki diyalektik ilişki temelinde yol alır. Bu nedenle, kapitalizmin uzun dönemli gelişme eğrisini incelerken, salt ekonomik faktörlere değil, asıl olarak tarihi yapan sınıflar mücadelesinin seyrine, farklı kapitalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına ve sıcak savaşların yarattığı sonuçlara gereken önemi vermek durumundayız. Kapitalist gelişme eğrisinin sergilediği yükseliş ve alçalışlardan söz ettiğimizde aslında tarihin kapitalist sistem çerçevesindeki somut kesitlerini gündeme getirmiş oluyoruz. Gerçekte bir dizi ekonomik ve siyasal faktörün birarada ve birbirleriyle diyalektik bir etkileşim içinde yaratmış olduğu farklı dönemleri ayırdetmek mümkündür. Bu konuyu ele almış olan çeşitli Marksist yazarlar, kapitalist tarih içinde örneğin 1848-79; 1880-93; 1894-1914; 1915-39; 1940-74 ve sonrası gibi farklı dönemlere dikkat çektiler. Fakat bu türden kesitleri incelediğimizde çeşitli dönemleri ayırt eden unsurun, ekonominin kendiliğinden yükseliş-alçalış dalgaları olmayıp, ekonomik faktörlerle siyasal gelişmelerin bileşkesi olduğunu görürüz. Örneğin kapitalist sistemin 1920’lerde ve 30’larda yaşadığı duraklama ve büyük depresyon dönemine, faşizm, toplama kampları, II. Dünya Savaşı felâketi eşlik etmiştir. Dünya burjuvazisi önüne çıkan engelleri akıl almaz bir saldırganlık politikasıyla temizlemeye çalışmış, proletaryanın mücadelesinin Stalinizm ve sosyal demokrasinin uğursuz rolü nedeniyle paralize olması burjuvazinin önünü açmış ve neticede o dönem tüm bu faktörlerin etkisiyle biçimlenmiştir. Kapitalist sistemin II. Dünya Savaşından sonra gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşadığı uzun süreli yükseliş dönemini incelediğimizde ise, Keynescilik gibi istihdamı arttırıcı politikaların uygulandığını görürüz. Bu dönem boyunca kamu harcamalarındaki artış sermayenin gerçek büyümesiyle elele gittiğinden sorun teşkil etmemiştir. Savaş sonrası yeniden inşa faaliyetinin Amerika, Avrupa ve Japonya’da yarattığı büyük atılım kâr oranlarını yükseltmiş, sanayi yatırımlarını alabildiğine kamçılamış, bu ülkelerin ulusal hasılasının yıllar boyunca tatmin edici oranlarda büyümesini mümkün kılmıştır. Ayrıca da bu koşullar dünya ticaretine büyük bir hız vermiştir. Fakat önemle altını çizmeliyiz ki, tüm bu gelişmeler bile yalnızca ekonomik faktörlerle değil, dünyadaki genel siyasi durum, güçler dengesi gibi ekonomi dışı faktörlerin de etkisiyle biçimlendi. Hatırlayalım, o dönemde Avrupa ülkelerindeki devrimci yükselişler ve Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle Batı burjuvazisi işçi sınıfına ödün vermenin kendisi için daha hayırlı olacağı sonucuna çıktı. Yine aynı şekilde, ABD, kapitalist sistemi devrimci gelişmeler ve Sovyetler Birliği karşısında tahkim etmek amacıyla, kapitalist Avrupa’nın savaş sonrası kalkındırılmasına önemli miktarda borç ve yardım akıttı. Bu sayede bir yandan dünya ticareti kısa sürede alabildiğine genişledi, diğer yandan gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi hareketi, tıpkı 1894-1914 döneminde olduğu gibi, uygulanan reform politikalarıyla yatıştırılıp kontrol altına alındı. İşte tüm bu gelişmelerin sonucu olarak, kapitalist ekonomide uzun süreli bir yükselişin de önü açıldı. Yakın zamanlardan bir örnek vermek gerekirse, dünyadaki 1968 devrimci dalgası hatırlanabilir. Sınıf mücadelesindeki bu devrimci yükseliş, kapitalist sistemin II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı ekonomik canlılığın tepe noktasında yer alıyordu. Fakat diyalektik işleyişin doğası gereği, bu tepe noktası aynı zamanda kapitalist sistemin görece bir düşüşe sürüklendiği dönemin de başlangıcıydı. Bu durum, ekonomik koşullarda yükselişten düşüşe veya çöküntüden canlanmaya doğru gerçekleşen ani değişikliklerin önemli toplumsal altüstlüklere yol açtığına işaret eden Troçki’nin değerlendirmesini akla getirmektedir. Ve yine 1968 devrimci yükselişini takiben dünya başarılı proleter devrimlere sahne olmadıysa, bunun altında salt ekonomik gerekçeler aramak beyhude bir çaba olacaktır. Böylesi kritik dönemeç noktalarında, asıl olarak dünya devriminin ilerleyişini engelleyen faktörleri, proletaryanın devrimci önderlikten yoksun oluşunu ve Stalinizmin yarattığı trajedileri hatırlamak gerekir. Kapitalist sistemin II. Dünya Savaşı sonrasında ABD öncülüğünde yaşadığı yükselişin 70’lerde hızının kesildiği açık bir gerçektir. Bunun bir sonucu olarak, 1944’teki Bretton Woods anlaşmasından beri uluslararası eşdeğer rolü oynayan doların istikrarı bozulmuştur. ABD ve Avrupa ülkeleri arasında rekabet kızışmaya başlamış, Avrupa Amerika’ya karşı kendi para sistemini örgütlemeye girişmiştir. 1971 yılında Bretton Woods sistemi çökmüş ve dolar yerine bir başkası konmadan uluslararası eşdeğer rolünü yitirmiştir. Bu gelişme aslında kapitalist sistemin içine girdiği sıkıntılı dönemin dışavurumudur. Buna rağmen sistemi sarsacak derinlikte bir kriz ileriki yıllara ertelenebilmişse, bunun en önemli nedeni, dünya burjuvazisinin işçi hareketinin zayıflığı yüzünden kazandığı ekstra fırsatlardır. Fakat her ne olursa olsun, son tahlilde kazanılan fırsatların ve zamanın da bir sınırı vardır. Keynesci politikalarla, yüksek kamu harcamalarıyla krizleri ilanihaye erteleyebilmek mümkün değildir. Ekonomik yükselişin zorlama tedbirlerle uzatılmaya çalışılması, kapitalist hükümetlerin enflasyonist politikalar izleyerek dolaşımdaki kâğıt para miktarını ve borçlanmaları arttırması, yapay ve şişirilmiş bir ekonomik canlanma demektir. Sanayi üretimindeki görece düşüşe rağmen sermaye piyasalarında hızlanan spekülatif hareketler nedeniyle hayali bir sermaye şişkinliği gerçekleşir ve şişirilmiş bu balon eninde sonunda büyük bir gürültüyle patlamaya yazgılıdır. Belirli bir süre boyunca ekonomik canlanmayı sürdürmeye hizmet etmiş olan borçlar, biriken faizleriyle birlikte muazzam yekûnlara ulaştığında, gerek borçlarını ödeyecek olanlar ve gerekse alacaklarını tahsil edemeyenler açısından başlıbaşına bir problem haline gelir. Kapitalist ekonominin tekrar görece bir dengeye kavuşabilmesi için, birikimli krizin sonuçları itibarıyla yaşanması gerekir. İşte 1980’ler, dünya burjuvazisinin krizin sonuçlarının realize olacağı yeni bir döneme hazırlandığı dönemeç oldu. Ekonomik koşullardaki değişime bağlı olarak, egemen ekonomi politikalarında da değişiklik ihtiyacı kendini dayattı. Bu nedenle kapitalist sistemin II. Dünya Savaşı sonrası yükseliş dönemine eşlik eden Keynesçi politikalar, ilerde tekrar ihtiyaç duyulacağı günler gelinceye dek gözden düşürüldü. Yüksek kamu harcamalarını gerektiren kapitalist devletçilik politikası krizlerin yaratıcısı olarak ilân edilip suçlandı, artık yeni dönemin gereksinmeleriyle bağdaşmayan mali politikaların tasfiyesi yoluna gidildi. Bunun yerini ise, kapitalist devletin, iktisadi devlet teşebbüslerinden ve eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim gibi kamusal alandan elini çekerek ekonomiyi tamamen piyasanın serbest rüzgârlarına bırakmasını ve tüm bu kuruluşların özelleştirilmesini savunan neo-liberalizm aldı. Artık yeni dönemin gözdesi, Friedman misali iktisatçılar tarafından teorize edilen ve Reaganizm, Thatcherizm örneklerinde somutlanan neo-liberalizmdi. Bu değişim, işçi hareketinin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan cesaret bulan ve bu koşulları daha da kötüleştirmek amacıyla harekete geçen uzun dönemli bir gericilik dalgası anlamına geliyordu. Bu dalga yalnızca gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, IMF reçeteli Özalizm örneğinde olduğu gibi Türkiye’de ve diğer kapitalist ülkelerde de yansımasını buldu. Ve hemen her yerde yeniden yapılanma denilen bir süreç yaşanmaya başlandı. Çünkü sömürü oranını yükseltmeden, sosyal ödeneklerde ciddi kesintiler yapmadan, işçi sınıfına “acı reçeteler” dayatmadan kâr oranını yükseltmek mümkün değildi. Unutulmasın ki, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda ekonomik ve siyasal alanın yeniden yapılandırılmasına Türkiye’de kanlı 12 Eylül askeri diktatörlüğü eşlik etti. O günden bugüne dünyada kamu harcamalarını kısan, sosyal ödenekleri kesen ve işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldıran uygulamalar sürdürülmektedir. Buna ilâve olarak, 20. yüzyılın son döneminde Sovyetler Birliği ve benzeri totaliter-bürokratik diktatörlüklerin çöküşü, dünya burjuvazisi tarafından sosyalizme, Marksizme, kısacası işçi sınıfının devrimci mücadelesine kara çalmak için büyük bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.

Yeni dönem

Sovyetler Birliği’nin çöküşünün yarattığı kafa karışıklığı ve moral bozukluğu ortamında, işçi hareketinde büsbütün gerileyen bilinç ve örgütlülük düzeyi, krizin eşiğinde olan dünya burjuvazisinin rahat bir nefes almasını sağladı. Kapitalistler bu tarihi fırsatı iyi değerlendirdiler ve zaten uygulamaya başladıkları neo-liberal ekonomi politikalarına hız verdiler. Bu, emekçi sınıfların kazanılmış haklarına dizginlenmemiş bir saldırı ve sosyal fonların planlı bir yağmalanması anlamına geliyordu. Bu topyekün saldırı sayesinde, kapitalizm, geçici de olsa 1990’larda tekrar bir canlanma trendini yakalayabildi. Fakat bu canlanma çok uzun sürmeyecekti. Uzun bir süre boyunca ertelenmeye çalışılan kriz, sonunda çeşitli kapitalist ülkeleri birbiri ardısıra sarsan spazmlarla patlak vermeye başladı. İşçi hareketinin içinde bulunduğu olumsuz koşullar, bu kez de krizlerini “doyasıya” yaşayabilmesi için dünya burjuvazisini bir hayli cesaretlendirdi. Ancak aradan kısa bir süre geçtikten sonra ortaya çıkan gelişmelerin gösterdiği gibi, sermayenin evdeki hesabı çarşıya pek de uymadı. Derin ekonomik kriz koşullarında, örneğin Latin Amerika ülkelerinde peşpeşe patlak veren devrimci durumlar bir değişimin habercisidir. Kapitalizmin tarihinde daha önce de yaşandığı gibi, yükselişten düşüşe doğru gerçekleşen ani değişiklik eski dengelere son vermiştir. Çeşitli yönlerden esen ve daha da esecek olan toplumsal fırtınalarla karakterize olan yeni bir dönem başlamıştır. Böylesi kesitler, gerek işçi hareketinde ve gerekse burjuva saflarda yeni arayışların ve kamplaşmaların oluşmasına da neden olur. Nitekim bugün dünyada bir yandan işçi mücadelesinde yeni bir yükselişin işaretleri ortaya çıkarken, diğer yandan çeşitli işçi örgütlerindeki işbirlikçi, reformist ve düzen yanlısı güçler, hareketi eski duraganlık çizgisinde tutmaya çalışmaktadırlar. Aynı şekilde, tepede egemen sermaye güçleri içinde de bir çekişme yürümektedir. Bugün kapitalist sistemin hegemon gücü ABD zirvesinde veya ABD ile AB güçleri arasında cereyan eden ve Ortadoğu’da emperyalist savaşı genişletme ya da eski politikalara geri dönme biçiminde özetleyebileceğimiz çatışma bunun en somut göstergesidir. Keza kapitalist sistemin tepe kurumları olan IMF, Dünya Bankası gibi organizasyonların içinden farklı sesler yükselmektedir. Bir kısım ideologlar ve iktisatçılar Türkiye ya da Latin Amerika ülkeleri gibi ülkelerin krizlerini daha da derinleştiren IMF reçeteleri konusunda ısrarı sürdürürken, bazıları ise işçi ve emekçi kitlelerin olası patlamalarından duyulan korkuyu dile getirmektedirler. Bu nedenle bu ikinciler, tekrar Keynesci politikalara dönülmesi anlamına gelecek önerilerde bulunmaktadırlar. Kapitalist sistemin uzun süren spazmlı dönemleri genelde dünya ölçeğindeki patlamalı olaylarla, hegemon güçlerin yeni pazarlar ve nüfuz alanları arayışlarının sonucu kızışan rekabet mücadelesiyle ve sıcak savaşlarla örtüşür. Ancak yanlış anlaşılmasın, kapitalizmin tarihinin bu türden kesitlerinde üretici güçlerin gelişimindeki sarsıntılı duraklamanın nedeni patlak veren savaşlar değildir. Tam tersine geçmişte yaşanan her iki emperyalist paylaşım savaşı da, Avrupa’da üretici güçlerin gelişiminin kapitalist sistemin özel mülkiyet ve ulusal sınırlar engeline takılmasının sonucudur. Kapitalizmin büyük krizlerine eşlik eden çalkantılı dönemler, her bir egemen gücün ya da temel sınıfların krize yanıt olarak fiilen uygulamaya koydukları politikalarla somutlanır. Sistemin hegemon gücü ya da hegemonya için kapışan emperyalist güçler, yeni pazarlar ele geçirmek ve yeni pazarlar yaratmak üzere krize savaşla yanıt vermekten hiçbir zaman kaçınmamışlardır. Fakat böylesi büyük çatışmaların mantığı gereği, krizden aynı anda ve hep birlikte kurtuluşun bir yolu yoktur. Nitekim I. Dünya Savaşı örneğinde olduğu gibi, rakiplerini yok etmek üzere dünyayı bir savaş cehennemine dönüştüren Avrupalı emperyalist güçlerin kapışması, Amerikan emperyalizminin işine yaramıştır. Avrupa’yı ise daha da derin bir krize ve yıkıma sürüklemiştir. Yine kapitalist sistemin çelişkilerinin birikmesinin ve patlak vermesinin ürünü olan II. Dünya Savaşı da Avrupa’yı neredeyse harabeye çevirmiş, muazam ölçekte bir üretici güç tahrip olmuş, 55 milyon insan yaşamını yitirmiştir. Ne var ki, tam da kapitalist sistemin gerçek niteliğini sergileyen bir faktör olarak, savaş kapitalizm için yalnızca yıkım anlamına gelmez. O aynı zamanda savaştan galip çıkan emperyalist gücün hegemonyası altında, yıkılan alanların hummalı bir biçimde yeniden inşa edileceği bir yatırım fırsatı doğurur. Kapitalizm için, üretilen ve tüketilen metaların nitelikleri arasındaki farklar önemli değildir. Kapitalizmin “dini ve imanı” bakımından, artı-değer üretimini yükseltmeye ve kârı realize etmeye elverişli olan her şey, her yöntem mübahtır. Özellikle tıkanıklık dönemlerinde, eğer ekonomiye canlılık pompalayacaksa kapitalist devlet ve silah tekelleri açısından “tereyağ yerine top” üretimi birinci planda gelir. Daha çok silah üretimi ve militarizm aslında dünya ticaretinde ve sermaye birikiminde muazzam bir rol oynar. Askeri sınai komplekslerin artan üretimi, silah tüketimindeki artışta, yükselen askeri tatbikatlarda, kapitalist devletlerin şişen savunma harcamalarında, silah ticaretinin canlanması için nüfuz alanlarında yürütülen savaş kışkırtıcılığında ve nihayet bu silahların gerilim yaratılan bölgelerde fiilen ateş almasında somutlanır. Devasa silah tekelleri salt ulusal temelde değil, çokuluslu tekeller biçiminde de oluşur. Uluslararası düzeyde içiçe geçen sermaye, silahlanma ve savaşlardan muazzam kârlar elde eder. Fakat unutulmasın, kapitalist birlik doğası gereği rekabet içinde bir birliktir ve sermayenin entegrasyon eğilimi hiçbir şekilde silahlanmanın ya da savaşların azalması anlamına gelmez. Lenin, çeşitli ulusal sermayelerin uluslararası bir bütün olarak birleşmesi ve içiçe geçmesinden silahsızlanmaya dönük bir ekonomik eğilim çıkarmaya çalışmanın beyhude bir çaba olduğunu belirtmiştir. Böyle bir tutum, “gerçekten keskinleşen sınıf çelişkilerinin yerine, darkafalıların bu çelişkilerin körelmesine dönük budalaca isteğini koymak demektir.”[22] Üretici güçlerin yıkımına ve nice insanın ölümüne yol açan emperyalist savaşlar, kapitalist ekonomi açısından canlandırıcı bir işlev görür, kârlı yeni pazar alanları yaratır. Bu gerçeğin yanı sıra, kapitalizmin büyük krizleri ve emperyalist savaş ortamları dünya ölçeğinde devrimci durumları tetikleyen faktörlerdir. Netice olarak, önümüzdeki süreç hangi somut gelişmelere gebedir, olaylar yaşanmadan kesin bir yargıda bulunamayız. Ancak daha şimdiden biliyoruz ki, kapitalizmin gidişatı ve elde edilecek sonuç neticede dünya işçi sınıfının böylesi kritik dönemlerde vereceği cevaba bağlıdır.


[1]   Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2, Sol Yay., Ekim 1996, s.281 [2]   Marx, Kapital, c.3, s.434 [3]   Marx, Artı-Değer Teorileri, İkinci Kitap, s.481 [4]   Marx, Artı-Değer Teorileri, İkinci Kitap, s.473 [5]   Marx, Kapital, c.3, s.429 [6]   Marx, Kapital, c.2, s.357 [7]   Marx, Kapital, c.3, s.228 [8]   Marx, Kapital, c.2, s.90 [9]   Engels, Kapital, c.3 içinde, s.387 [10] Marx, Kapital, c.3, s.221 [11] Nikolay Dimitriyeviç Kondratiyev 1920’lerin başlarında Moskova İktisadi Araştırmalar Enstitüsünün yöneticisiydi. [12] Engels, Kapital, c.3 içinde, s.433-434 [13] Troçki, Yükseliş ve Kriz, www.marksist.com [14] Troçki, age [15] Troçki, “Kapitalist Gelişme Eğrisi”, Gündelik Hayatın Sorunları içinde, Yazın Yay., Mayıs 2000, s.310 [16] Troçki, “Kapitalist Gelişme Eğrisi”, age, s.309-310 [17] Marx, Kapital, c.3, s.428 [18] Troçki, “Kapitalist Gelişme Eğrisi”, age, s.309 [19] E. Mandel, Kapitalizmin Tarihinde “Uzun Dalgalar”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, Alan Yay., Şubat 1988, s.101 [20] E. Mandel, Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, Yazın Yay., Ocak 1986, s.34 [21] Engels, Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., Ocak 1988, s.8 [22] Lenin, Seçme Eserler, c.5, İnter Yay., Haziran 1995, s.201

2 Kasım 2003
Kapitalist Krizler
Share

3. Bölüm

Kapitalizm krizlerinin sonucunda kendiliğinden çökmez

Kapitalist ekonomi bir işleyiş yasası olarak her an kriz potansiyelini içinde taşır; ama krizlerin kapitalist sistemi kendiliğinden ölüm döşeğine sürükleyeceğini iddia etmek asla doğru olmaz. Kapitalizm işçi sınıfının devrimiyle yıkılmadığı sürece, yeni boom’lar ve krizler yaşamak üzere varlığını sürdürebilir. Yaşanmakta olan kriz döneminin kapitalizmin son dönemi olacağı yolundaki iddialar bugün olduğu gibi geçmişte de çeşitli kereler ileri sürülmüştür. Kapitalizmin içinde debelenmekte olduğu derin bunalım döneminden çıkışı ne denli zor görünürse görünsün ve üstelik ilerleyen zaman içinde kapitalizm bunalımlarını atlatabilme bakımından ne denli daha zayıf duruma düşüyor olursa olsun, kapitalizmin yıkılışını nihai kriz kehanetine bağlayan yaklaşımlar özünde yanlıştır. 1920’lerin başlarında Komünist Enternasyonal içinde yürütülen tartışmalarda olduğu gibi, kapitalizmin salt ekonomik işleyişten kaynaklanan iç çelişkilerinin birikimi sonucunda çökeceğini iddia eden görüşler temelsizdir. Lenin ve Troçki’nin dikkat çektiği üzere, kapitalizmi kendiliğinden çökertecek bir nihai kriz yoktur. Kapitalist sistem işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmadığı sürece, egemen güçler insan toplumunu en yıkıcı felâketlere sürükleme pahasına kendi sistemlerini yaşatmanın bir yolunu bulacaklardır. Kapitalist üretim tarzının kelimenin gerçek anlamında bir dünyasal sistem düzeyine yükseldiği emperyalizm çağından başlayarak, ilk atılım dönemlerine oranla artık bir çürüme çağı içine girdiği açıktır. Lenin de bunu ifade etmiştir. Ne var ki bu tarihsel kıyaslamayı içerdiği anlamın ötesinde mutlak bir durum olarak kavramak son derece yanlış olur. Örneğin Lenin’in emperyalizm dönemi için kullanmış olduğu “çürüyen kapitalizm”, “çöküş halindeki kapitalizm” gibi nitelemeler, kapitalizmin artık üretici güçleri geliştiremediği ve böylece sistemin kendiliğinden bir çöküşe sürüklendiği anlamına gelmez. Bu nitelemeler, emperyalizm çağında kapitalizmin içsel çelişkilerinin alabildiğine olgunlaşıp çürümeye yüz tuttuğunu, tekellerin dünyayı sömürüsünün büsbütün asalak ve çürümüş bir karakter kazandığını anlatır. Kapitalizmin en önce gelişip yaşlanmaya başladığı ülke olan İngiltere örneğinde olduğu gibi, mali oligarşi artan biçimde “kupon kırpmak”la yaşamakta ve bu durum kendini sarsıcı durgunluklar, savaşlar ve üretici güçlerdeki tahriplerle ortaya koymaktadır. Emperyalizm döneminin bu temel özelliklerini, ekonomik büyümenin durması şeklinde yorumlamak isteyenleri şöyle eleştirir Lenin: “Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. … Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”[1] Nitekim Troçki de, Komintern’in ilk yıllarında “kapitalizmin çöküş çağı” kavramı etrafında cereyan eden tartışmalarda, çöküş nitelemesinin yanlış anlaşılmaması gereğine dikkat çekmiştir. Ekim Devrimine rağmen, dünyadaki dengelerin ve siyasal koşulların kapitalizm lehine değişmesi halinde kapitalizmin yeniden yükselişe geçebileceğini, üretici güçleri geliştirebileceğini belirtmiştir. Kapitalizm tarihsel olarak kendinden önce gelen diğer üretim tarzlarına kıyasla son derece dinamik bir karaktere sahiptir. Fakat kapitalist üretim tarzının gelişme kapasitesi yalnızca geçmişe değil, daha da önemlisi geleceğe kıyasla değerlendirilebilir. Bakılması gereken yer, kapitalizm altında üretici güçlerin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkinin artık olgunlaşmış olmasıdır. Üretici güçlerin ulaşmış olduğu gelişme düzeyi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelinin ve kapitalizmin örgütlenme biçimi olan ulus-devlet gerçeğinin aşılıp geçilmesini, özetle sosyalizmi zorunlu kılmaktadır. Buna rağmen kapitalist sistemin varlığını sürdürmesi, toplumsal üretimin global anlamda son derece çelişkili, sosyalizm olanağına kıyasla muazzam ölçüde israfçı, doğayı ve insanlığı yıkım tehlikesiyle tehdit eder bir biçimde devam ettirilmesi anlamına gelmektedir. Çürüyen kapitalizm nitelemesi asıl olarak bu gerçekliğin ifadesi olabilir. Bu gerçekliği kapitalist sistemin tarihsel bunalımı olarak da değerlendirmek mümkündür. Bu değerlendirme bir zamanlar Lenin’in de dikkat çektiği üzere, Büyük Ekim Devriminden sonra kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının açıldığını, böylece kapitalist sistemin tarihsel olarak vadesinin dolduğunu anlatır. Fakat bu olguya bunun dışında bir anlam yüklemek ve Stalinist anlayışın yerleştirdiği biçimde, bir sürekli bunalım ya da kapitalizmin bu kez içinden çıkamayacağı nihai bir kriz olarak algılamak asla doğru değildir. Marx’ın da vurguladığı gibi, gerçekte sürekli bunalım diye bir şey mevcut değildir. 1917 Ekim Devriminden sonra kapitalist sistemin sürekli bir bunalım anlamına gelen bir genel bunalım içine girdiği görüşü, Lenin’in emperyalizm çağı konusundaki değerlendirmelerinin Stalinizm tarafından çarpıtılmasının sonucudur ve tamamen yanlıştır. Stalinist genel bunalım şablonuna karşın, özellikle II. Dünya Savaşından günümüze dek dünyada ne gibi gelişmelerin yaşandığı biliniyor. Ekim Devrimini tasfiye eden Stalinizmin kapitalizme büyük bir soluk alma fırsatı verdiği, kapitalizmin kendi ekonomik krizleri temelinde çökmediği, tersine uzun yıllar boyunca kapitalizmin genel krizinden dem vuran bürokratik diktatörlüklerin çöküp tarihe karıştığı açıktır. Aslında kapitalist sistemin durumuna ilişkin gerçeklik, onun tarihsel evrimiyle ilgilidir. Biliyoruz ki, tarih içinde gelip geçmiş çeşitli üretim tarzlarının yükseliş dönemleri olduğu gibi, artık üretici güçleri eskisi gibi geliştiremedikleri gerileme dönemleri de vardır. Kapitalist üretim tarzı da tarihin bu yasasından muaf değildir. Kapitalist üretim tarzının tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içersinde geliştirmektir. Ama sık sık tekrarlayan ve derinleşen krizlerde açığa çıktığı gibi, üretkenlikteki gelişim engellendiğinde kapitalizm aslında tarihsel görevine ihanet etmektedir. Marx’ın deyişiyle, böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miyadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş olmaktadır.[2] Kapitalizm kendi iç çelişkilerinin sonucunda kendiliğinden çökmez ama kapitalist üretim tarzı dünya ölçeğinde gelişip yaygınlaştıkça ve bir dünya sistemi olarak olgunlaşıp yaşlandıkça, krizlerini atlatabilmesini mümkün kılan manivelalar zamanla aşınır ve etkinliklerini yitirir. Üretici güçlerin geliştirilmesi bakımından tarihsel bir dönem boyunca önemli bir hizmet görmüş bulunan kapitalizmin ilerletici potansiyeli asla sonsuz ve mutlak değildir. Giderek daha şiddetli aşırı-üretim krizleriyle büyük spazmlar geçiren kapitalist üretim tarzı, üretici güçlerin bugün ulaştığı düzeyle artık bağdaşmamaktadır. Toplumun ihtiyaçlarının eşit, adil, insan doğasıyla uyumlu ve doğayı mahvetmeyen dengeli bir biçimde karşılanabilmesi bakımından bugün insanlığın en yakıcı ihtiyacı sosyalizmdir. Günümüzde kapitalizmin, savaşları, nice yıkımları, açlığı, kitlesel işsizliği içeren mantıksız gerçekliği karşısında, toplumsal ihtiyaçları insanı mutlu kılacak biçimde karşılayabilecek olan sınıfsız toplum olanağı yer almaktadır. Nitekim günümüzde yaşanan ve ya sosyalizm ya yokoluş özdeyişiyle dile getirmeye çalıştığımız gerçeklik tam da budur. Bugün sosyalizm hedefi kesinlikle bir ütopya değil, dünya üzerindeki milyonlarca işçi ve emekçinin mücadelesi sayesinde rahatlıkla yaşama geçirilebilecek gerçek bir olanaktır.

Krizle devrim ilişkisi

Kapitalizmin ekonomik krizleriyle işçi sınıfının mücadelesi arasındaki ilişkiyi mekanik bir tarzda değil, somut yaşamda olayların akışını belirleyen pek çok nesnel ve öznel faktörün diyalektik ilişkisi içinde kavramak gerekiyor. Ekonomik krizler işçi sınıfının devrimci mücadelesinde otomatik olarak yükselişlere yol açmıyor. Ekonomi ile siyaset arasında karşılıklı fakat karmaşık bir etkileşim vardır. İşçi hareketinin siyasal ve örgütsel düzeyi, genel moral durumu, mücadele azmi ya da tersine mücadele yorgunluğu gibi faktörler, işçilerin krize gösterecekleri tepkinin de niteliğini belirler. Olumsuz koşullar işçi sınıfını ekonomik kriz karşısında büsbütün geriletip, böylece burjuvaziye soluk alma fırsatı verebilir. Örneğin Troçki, emperyalizmin I. Dünya Savaşı sonrası dönemde sağladığı görece istikrarın nedenini buna bağlar. Emperyalizmin sözde istikrarının temel nedeni, bir yandan kapitalist Avrupa’nın ve sömürge Doğunun bütün sosyal ve ekonomik hayatının maruz kaldığı genel sarsıntı ile, “öte yandan komünist partilerin zayıflıkları, hazırlıksızlığı, kararsızlığı ve önderliklerinin müthiş hataları arasındaki çelişkide yatmaktadır”.[3] Tersine, işçi sınıfının doğru bir önderlik altında kendisine duyduğu güven koşulları ise dönüp ekonomiyi etkileyebilir, burjuvazinin ekonomik krizini daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir. Nitekim çeşitli örneklerde görüldüğü üzere, işçi sınıfının ekonomik krizin yükünü taşımayı reddetmesi ve tam tersine yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek üzere bastırması burjuva düzeni çığ gibi büyüyen sorunlarla yüz yüze bırakmıştır. Bu gibi ortamlar, kriz koşullarındaki kapitalist ekonominin rakip güçlerin rekabeti karşısında gerilemesine ve egemen güçlerin kontrol altında tuttukları pazarlarda konumlarını yitirmelerine neden olabilir. İşçi sınıfının kapitalist sisteme yönelik başarılı vuruşları egemen kapitalist güçlerin çözüm yollarını tıkarken, başarısız girişimleri ise burjuvazinin yeni çıkış yolları bulabilmesine olanak vermektedir. Geçmiş dönemlerde yaşanmış olan çeşitli deneyler, örneğin İspanya ve Fransa’da kapitalist işleyişi doğrudan hedef almayan sınıf uzlaşmacı Halk Cephesi deneyimleri, keza Türkiye’de 1980 öncesinde yaşanan benzeri işbirlikçi çizgiler bu yasayı kanıtlayan örneklerdir. Bu tür örnekler incelendiğinde, işçi sınıfının sözde devrimci örgütler tarafından izlenen politikalar nedeniyle tam bir yılgınlığa sürüklendiği görülür. Böylece burjuvazinin eli, faşizm gibi baskıcı yönetimler altında ekonomik sorunlarını çözecek yollar bulmak bakımından güçlenmiştir. Yine tarihsel örnekleri incelediğimizde görürüz ki, ekonomik kriz koşulları bazen devrimleri tetiklerken bazen de işçi sınıfı hareketini genel bir duraklama ya da gerileme içine sürükleyebilmektedir. Örneğin Marx ve Engels, 1851 yılında Avrupa’da ekonomik yükseliş zirveye ulaştığında 1848 devrim dalgasının sona erdiğine değinirler. Yaşanan olaylardan devrim ve kriz ilişkisi bağlamında sonuç çıkartan Engels, 1847 krizinin devrimin anasıyken, 1840-50 boom’unun ise muzaffer karşı-devrimin anası olduğunu belirtir. Fakat bu durum o dönemdeki somut koşulların bir ürünüdür ve genel bir kural değildir. Nitekim bu konuyu ele alan Troçki, krizin devrimci eylemi doğururken, boom’un tam tersine işçi sınıfını pasifize ettiği anlamına gelecek yorumların son derece tek yanlı ve yanlış olacağını söyler. Aslında 1848 devrimi de mekanik bir biçimde krizden doğmamış, kriz patlamaya hazır bir dizi çelişkiye son itilimi vermiştir. Farklı bir örnek de Rus devrim sürecinden verilebilir. 1905 devriminin geri çekilmesinden sonra yaşanan gericilik döneminde pek çok devrimci Marksist, kapitalizmin yeni bir canlanma konjonktürüyle birlikte Rus devrimci işçi hareketinin de yeniden yükselişe geçebileceğini düşünmüştür. Ve nitekim öyle de olmuştur. 1910-12 yılları boyunca yaşanan ekonomik iyileşme koşullarına, daha önceki yenilgi nedeniyle gerilemiş ve moralini yitirmiş işçi hareketindeki yeni bir yükseliş dalgası eşlik etmiştir. Kapitalist üretim sürecinde bir sınıf olarak kilit role sahip olduğunun ayrımına varan proletarya yeniden canlanmış, ekonomik mücadelede elde ettiği başarılar moralini yükseltmiş ve böylece siyasal alanda da saldırıya geçmiştir. Kısacası kapitalizmin görece refah dönemi militan işçi hareketini geriletmemiş, tersine devrimci yükselişi ateşlemiştir. Bu ve benzeri deneyimlerden sonuç çıkartan Troçki, ekonomik konjonktürde yaşanacak iyileşmenin ve yaşam standartlarındaki görece yükselişin, devrim üzerinde yıkıcı bir etki değil, tam tersine oldukça elverişli bir etki de yapabileceğini söyler. Ona göre bu gibi konularda yürütülecek tartışmalarda asıl önemli olan, salt konjonktürel değişimleri izlemekle yetinmemek ve dönemin uzun gelişme eğrisinin özelliğini kavrayabilmektir. Örneğin 1848 periyodunda yaşanan kriz yalnızca yüzeysel ve kısa ömürlüyken, canlanma ve iyileşme konjonktürü son derece güçlüdür ve bu nedenle devrimci dalga geri çekilmiştir. Fakat 1929’da ve günümüz benzeri derin ekonomik kriz dönemlerinde ise, ekonomideki geçici iyileşmeler cılız ve kısa ömürlüdür. Dolayısıyla, süreci etkileyen diğer faktörleri saklı tutmak koşuluyla, bu değişimin devrimci dalgalanma üzerinde yaratacağı olumsuz etkinin daha sınırlı olduğu söylenebilir. Görüldüğü gibi, somut gerçekliğin farklı ve karmaşık yönleri vardır. Bu önemli hususu gözardı etmemek koşuluyla yine de diyebiliriz ki, işçi ve emekçilerin yoksulluğunun alabildiğine derinleştiği ekonomik kriz ortamları işçi sınıfının devrimci güçleri açısından son derece önemli dönemlerdir. Zira sınıf hareketinde bir yükselişi besleyebilecek asgari koşulların var olması halinde, kriz koşulları sınıfın kitlesini yaygın ve giderek militanlaşan bir ekonomik mücadelenin içine çekebilir. Nitekim Lenin, proletarya arasında yoksulluğun ve ekonomik mücadelenin büyük ölçüde arttığı dönemlere özel bir önem atfetmiştir. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesinde bir hareketlilik tesbit ettiğinde, partinin dikkatini bu gelişmeye çekmiştir. Devrimci hareketin bütün ayaklanmalarının ekonomik kitle hareketi temelinde başladığına işaret eder Lenin. Şubat 1907’de, RSDİP beşinci kongresinin önüne şu görevi koyar: “Mümkün olan en fazla sayıda Parti üyesi, kitleler arasında ekonomik ajitasyon çalışmasında yoğunlaşmalıdır.”[4] Büyük ekonomik krizlerin, kitleleri kapitalist sistem konusunda yanılsamalara sürükleyen yaldızları parçaladığını kim inkâr edebilir? Böylesi dönemler, günümüzde Latin Amerika kıtasında birbiri ardısıra patlak veren devrimci durum örneklerinde olduğu gibi, son derece önemli tarihsel kesitlerdir. Genel olarak emekçi kitlelerde önemli bir ruhsal değişim yaratan kriz koşulları, devrimci öncüler bakımından bile bir canlandırıcıdır. Marx ve Engels’in yaklaşımlarını hatırlayalım. 1856 sonlarında yeni bir devrimci kabarış bekledikleri dönemde Engels’e şu satırları yazıyordu Marx: “Kendim de mali sıkıntı içinde olmama rağmen, 1849’dan beri hiç bu bunalımdaki kadar keyifli olmamıştım”. Engels’in yanıtı ise şöyleydi: “Geçen yedi yılın burjuva boku belli bir ölçüde bana da bulaşmıştı, şimdi o temizlendi, bambaşka biri oldum. Kriz bana bedenen en azından deniz havası kadar iyi geldi.”[5] Bu saptamalar ne derece doğruysa, kitle hareketinde en kendiliğinden gibi görünen yükseliş ve gerileyişlerin bile aslında devrimin öznel faktörleriyle sıkı sıkıya ilintili olduğu da o derece doğrudur. Devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin alabildiğine geri olması durumunda, işçi sınıfının en şiddetli krize bile devrimci bir yanıt veremeyeceği, tersine işini kaybetme korkusu, gelecek kaygısı ve derin endişelerle büsbütün gerileyebileceği bir gerçektir. Türkiye örneğinde olduğu üzere, işçi hareketinin önemli darbeler yediği ve alabildiğine gerilediği gericilik yıllarının ardından gelen son ekonomik krizler hiç de devrimci bir duruma yol açmamıştır. Tersine, işsizlik tehdidi işçi sınıfının en sıradan ekonomik mücadele potansiyelinin üzerinde bile bir Demokles kılıcı gibi sallanır olmuştur. Bu gibi durumlarda işçi sınıfının genel ruh halinin, bilinç ve militanlık düzeyinin ilerletilebilmesi için, ekonomik mücadele alanında henüz mütevazi de olsa bazı başarılar ve kazanımlar elde etmek son derece önemlidir. Bu hususu irdelediğimizde, bu kez karşımıza sendikal mücadeledeki sorunlar dikilmektedir. Sendika bürokrasisinin hain rolü, işçilerin ekonomik mücadele anlamında bile gerekli bilinçten ve örgütlülükten uzak oluşları, bugünün Türkiyesi’nin yakıcı gerçekleridir. Kısacası hangi düzeyde olursa olsun, ekonomik durumla devrimci mücadele arasında kurulacak ilişkide öznel ögeyi dışlayarak salt ekonomik analizlerle bir sonuca varmak mümkün değildir. Sınıf mücadelesinde sonucu belirleyecek olan ekonomik kriz mekanizması değil, dünyadaki genel siyasal koşullar, dünya işçi hareketinin durumu gibi faktörlerdir. Marksizm hiçbir şekilde, devrimin öznel faktörlerinin devrimin nesnel koşulları üzerinde etkili olmayacağını ileri sürmez. İşçi sınıfının kapitalist düzeni yıkabilmek bakımından yeterince örgütlü olmadığı koşullarda, derin bir ekonomik krize bağlı olarak ortaya çıkan devrimci durumun kısa sürede sönümlenmesi pekâlâ mümkündür. Bu takdirde burjuvazi kazandığı zamanı işçi sınıfının sömürüsünü yoğunlaştırmakta kullanabilecek, ekonomiyi yeni bir iyileşme dönemine taşıyabilecektir.

Reformizm kapitalizme can verir

İşçi hareketinde reformist eğilimle devrimci eğilimi birbirinden ayırt eden temel hususu şu şekilde özetleyebiliriz: burjuvaziye karşı örgütlü sınıf mücadelesini yükseltme iradesinin, bunu gerçekleştirme azminin ve hazırlığının olup olmadığı. Kapitalist krizi nasılsa yeni bir ekonomik yükseliş döneminin izleyeceği ve böylece işçi haklarında zaten iyileştirici önlemlerin önünün açılacağı düşüncesi tamamen pasifist, uzlaşmacı ve reformist bir anlayıştır. Kapitalizmin ciddi bir kriz içinde debelendiği koşullarda, bu anlayışın işçi hareketinde yaygınlaşması, hareketi felçleştirir ve burjuvazinin ekmeğine yağ sürer. İşçi hareketindeki tüm reformist akımlar, eskiden olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesini yatıştırmak üzere burjuvaziye çok önemli bir hizmet sunmaktadırlar. İşçilerin mücadelesinin reformizmin egemenliği nedeniyle düzen sınırları içinde tutulması halinde, burjuvazi elbette ki zaman ve manevra alanı kazanacaktır. Oysa ki işçi hareketinde devrimci bir çizginin güçlenmesi durumunda, gerek kriz ve gerekse ekonomik yükseliş koşullarında militanlık düzeyini yükseltmek mümkündür. I. Dünya Savaşını takip eden yıllarda, Hilferding de dahil olmak üzere pek çok reformist, kapitalizmin yeniden dengeye getirici güçlerini abartmakta ve sistemin yeni bir temel üzerinde otomatik olarak eski haline kavuşacağını söylemekteydiler. Oysa kapitalist sistem, her seferinde geri dönülecek doğal bir denge durumu yasası temelinde işlemez. Sistemin işleyişi, çeşitli krizler, altüstlükler, savaşlar ve sınıf mücadelesindeki sertleşmelerle kırılmalara uğrayan çelişkili ve düzensiz bir karaktere sahiptir. Troçki’nin o dönemde Hilferding ve benzeri düşüncede olanlara yönelttiği eleştiride vurguladığı gibi, otomatik evrime iman oportünizmin en önemli ve en karakteristik özelliğidir. İşçi sınıfı devrimci mücadeleyi yükseltmekte başarısız kalıp, burjuvaziye dünyanın yazgısına uzun yıllar hakim olma fırsatını verirse, burjuvazi elbette ki bir tür yeni denge durumunu inşa edebilecektir. Belirli bir süre devam eden durgunluk koşullarının ardından, yeni bir uluslararası işbölümünün sancılı bir şekilde kurulmasıyla yeni bir kapitalist yükseliş döneminin gelmesi pekâlâ mümkündür. Fakat Troçki haklı olarak, reformist muhakeme tarzının son derece tehlikeli bir eğilime işaret ettiğini belirtir. Bu siyasal eğilim tüm sorunları, proletaryanın mücadele etmeyi bıraktığı ya da bırakacağı varsayımı temelinde ele almaktadır. Çeşitli faktörlerin birlikte işleyişi gözönünde bulundurulduğunda, aslında kapitalist ekonominin her krizden sonra otomatik olarak dengeye ulaşabileceğini varsaymanın ne denli hatalı bir yaklaşım olduğu kolaylıkla kavranabilir. Çünkü kapitalist işleyişin yeniden canlanmasını sağlayacak olan mekanizmalar, diğer taraftan sınıf mücadelesinin kızışma potansiyelini de yükseltecek unsurlardır. Örneğin yeni bir canlanma dönemi, yeni yatırımlar ve kârlılığı arttıracak önlemler anlamına gelir. Bu da kapitalistlerin emeğin üretkenliğini arttırma çabasına girmeleri demektir. Kriz ve durgunluk dönemi boyunca düşmüş olan üretimin arttırılması için, çalışma saatlerinin fiilen uzatılması veya aynı süre içinde işçinin çok daha verimli çalışmaya zorlanması gibi önlemler uygulamaya sokulur. Bu yeni koşullar işçi sınıfının sömürüsünü çok daha yoğun hale getirirken, aynı zamanda somutta işçi haklarına saldırı anlamına gelir ve pekâlâ işçi sınıfının başkaldırısını tetikleyebilir. Egemen burjuvazinin olası bir işçi isyanını, ciddi bir grev dalgasını yatıştırmadan, kapitalist ekonomiyi burjuva iktisatçılarının önceden kâğıt üzerinde tasarladıkları şekilde dengeye kavuşturması mümkün değildir. Ve işte böylece yaşam bizi kaçınılmazlıkla, ancak soyutlamada geçerli olabilecek olan bir ekonomik analiz aleminden, gerçeklerin somutluğuna, siyaset ve sınıf mücadelesi alanına taşımış olur. Kapitalist sistemde ekonomik gelişme hiçbir zaman rakamların ve burjuva istatistiklerinin doğurduğu otomatik bir süreç olmamıştır ve olmayacaktır. Sınıf mücadelesinin rolünü gözardı edip, sanki her türlü sonuç salt ekonomik koşullara bağlı olarak önceden veriliymişcesine pasifist bir yaklaşım sergilemenin devrimci Marksist tutumla bağdaşır hiçbir yanı olamaz. Proletaryanın devrimci öncü güçlerine düşen görev, içinden geçilmekte olunan dönemin özelliklerini belirlemek ve somut koşulların gerektirdiği mücadele taktiklerini yaşama geçirme becerisini göstermektir. Herhangi bir çatışmada olduğu gibi sınıf mücadelesinde de kazanma azmiyle kavgaya tutuşmadan, kesin sonucu önceden bilebilmenin olanağı yoktur. Örneğin ekonomik kriz koşullarında patlak veren sıcak ve uzun süreli militan grevlerin ne gibi gelişmelere yol açacağını önceden tam olarak bilebilir miyiz? Veya kapitalist ekonominin yeniden bir canlanma içine girmesiyle birlikte işçi sınıfının militan mücadelesinde otomatik olarak bir yükselişin ya da gerilemenin yaşanacağını iddia etmek doğru mudur?

Devrimin nesnel ve öznel koşulları

Proleter devrimin başarıya ulaşabilmesi için gereken koşulları bir bütün olarak ele alacak olursak, başlıca üç öncülden söz etmemiz gerekir. Birincisi, genelde dünyadaki üretim koşullarıyla ilgilidir. Üretici güçler, kapitalizmin yerine sosyalizmin geçmesini mümkün kılacak gelişme düzeyine ulaşmalıdır. İkinci olarak, bu tarihsel dönüşümü gerçekleştirmeye niyeti ve yeterli gücü olan bir sınıf fiilen ortaya çıkmalıdır. Yani işçi sınıfı bu köklü değişimi başlatmak için ekonomide yeteri kadar önemli bir rol oynayacak konuma yükselmelidir. Üçüncü olarak da, işçi sınıfı devrimi gerçekleştirmek için hazırlanmış olmalıdır. İlk iki koşul dünya ölçeğinde kapitalizmin yıkılmasını ve sosyalizmin inşasını mümkün kılacak nesnel temele işaret ederken, son koşul aslında devrimin öznel koşulu anlamına gelmektedir. Devrim sorununda iradeci ya da kendiliğindenci bir konuma sürüklenmemek için proleter devrimin nesnel koşullarıyla öznel koşullarını ayrı ayrı doğru biçimde kavramak gerekir. Dünyanın bir bütün olarak sosyalizme hazır hale gelişi, yani sosyalizmin nesnel koşullarının olgunlaşması, proleter devrimin istenildiği anda gerçekleştirilebileceği anlamına gelmez. Nitekim Troçki de, çağımızın devrimci özelliğinin her an devrimi gerçekleştirmeye, yani iktidarı almaya olanak tanımayacağını belirtmiştir. Çağın “devrimci karakteri, derin ve keskin dalgalanmalardan, doğrudan devrimci bir durumdan, başka bir deyişle komünist partinin iktadar için çalışmasını kolaylaştıran bir durumdan, faşist veya yarı-faşist karşı-devrimin zaferine … yol açan ani ve sık geçişlerden oluşmaktadır”.[6] Gerçekten de devrim kişilerin iradi kararlarına bağlı olarak gündeme girmez. Bunun için devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmış olması şarttır. Bu nedenle, toplumun sosyalist dönüşümünü mümkün kılan nesnel koşullarla, proleter devrimin nesnel koşullarını birbirine karıştırmamak gerekir. Devrimin nesnel koşulu olan devrimci durum, kişilerin ya da örgütlerin iradesiyle yaratılamaz ve son tahlilde kapitalist sistemin içine sürüklendiği krizlerle ilintilidir. Lenin genel olarak devrimci durumun belirtilerini üç başlık altında toparlar. Birincisi, “Egemen sınıflar için değişikliğe gitmeden egemenliği sürdürmek mümkün olmazsa; «üst sınıflar» arasında şu ya da bu biçimde bir buhran, egemen sınıfın politikasında, baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluğuna ve parlamasına sebep olacak bir çatlamaya götüren buhran ortaya çıkarsa.” Bir ihtilalin olması için, genellikle “alt sınıfların eski biçimde yaşamak istememesi” yeterli değildir. “Üst sınıfların da eski biçimde yaşayamayacak durumda” olması gereklidir. İkincisi, “Baskı altındaki sınıfların sıkıntısı ve ihtiyacı, normalden daha öteye kadar ilerlemişse”. Lenin’in devrimci bir durumun üçüncü belirtisi olarak dikkat çektiği unsur ise, devrimci örgütlerin müdahalesinden bağımsız olarak işçi sınıfının bizzat nesnel koşullar tarafından eyleme itilmiş olmasıdır. Bu unsuru şu sözlerle açıklar Lenin: “Yukarıdaki nedenlerin bir sonucu olarak, «barış zamanında» kendilerinin soyulmasına hiç ses çıkarmadan razı olan, ama sıkıntılı zamanlarda hem buhranın her türlü şartları, hem de bizzat «üst sınıflar» tarafından bağımsız tarihi eyleme itilen yığınların etkinliğinde önemli bir artış varsa.”[7] Lenin bu koşulların tümünü nesnel değişiklikler, bir devrim durumu olarak adlandırır. İradenin dışındaki bu nesnel değişiklikler olmaksızın, yalnız tek tek gruplar ve partilerin değil, sınıfın da devrim yapamayacağını belirtir. Fakat bir devrimci durumun oluşması bile devrimin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Nitekim Rusya’da 1905 devriminden önce birkaç kez devrimci durum oluşmasına rağmen bir devrim gerçekleşmemiştir. Çünkü bir devrim ancak yukarda belirtilen nesnel değişikliklerin yanı sıra öznel bir değişiklik olduğu zaman ortaya çıkabilir. İşçi sınıfı, aslında kriz dönemlerinde bile kendiliğinden düşmeyecek olan iktidarı devrimci kitle eylemleriyle yıkabilmek bakımından yeterince güçlü olabilmelidir. Kısacası, devrimci durumun eski iktidarı yıkacak bir devrime dönüşebilmesi için öznel faktörün yeterince olgunlaşmış olması, yani doğru bir önderliğin varlığı ve işçi sınıfının siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyinin yeterliliği gerekir. Evet, genel bir devrimci durum olmaksızın en sağlam bir örgütün bile salt kendi faaliyetiyle bir devrimi gündeme sokması mümkün değildir. Ama diğer yandan unutulmamalıdır ki, emperyalizm çağında kapitalizm devrimci durumlara yol açacak mayalanmayı sık sık yaratmaktadır. Zaten bu nedenledir ki, öznel faktör tarihsel bakımdan belirleyici hale gelmiştir. Bu nedenle insanlığın tarihsel bunalımı gerçekten de devrimci önderliğin bunalımına indirgenebilir. Günümüz koşullarında, partinin ve devrimci önderliğin rolünü küçümseyen oportünist zihniyet Troçki’nin de belirttiği gibi çok ciddi bir tehlikedir. Bütün tarihsel sürecin anahtarının, öznel etkenin yani partinin eline geçtiğini önemle vurgular Troçki. Oportünizm ise, her zaman için öznel etkenin, yani partinin ve devrimci önderliğin rolünü ve bunun önemini azımsamaya heveslidir. İşte, “genel olarak yanlış olan böyle bir tutum, emperyalist çağda kesinlikle ölümcül etkiye sahiptir”.[8] Proletaryanın devrimci mücadelesine önderlik etmeye soyunmuş güçler açısından somut durumun doğru biçimde analizi çok önemlidir. Taktikler ona göre belirlenecektir. Örneğin bir devrimci durumun varlığı halinde, kitle mücadelesine kapitalist düzenin yıkılması fikrini aşılayabilecek ve mücadeleyi devrime doğru ilerletecek taktiklerin tesbiti ve uygulanması fevkalâde yaşamsaldır. Mücadelenin artık iktidarın alınmasını ivedi kıldığı düzeyde olgunlaşması, yani doğrudan devrim aşamasına yükselmesi durumunda ise ayaklanma taktiklerini cesur ve basiretli biçimde ileri sürebilmek ve bu doğrultuda gereken fiili hazırlığı yürütmek gerekir. Fakat yanlış anlaşılmasın, bir devrimci durumla devrimi birbirinden ayıran katı bir duvar yoktur; bu nedenle devrimci mücadelenin gelişiminin bu iki farklı olgunluk düzeyi arasındaki ilişkiyi asla skolastik mantıkla ele almamak gerekir. Devrimci durumda işçi sınıfının öncü güçlerine düşen görev, “devrimci durum mu, devrim mi” gibisinden ölü tartışmalarla zaman yitirmeyip, devrim hazırlığını elden gelen tüm güçle ilerletmektir. Unutulmamalı ki, devrimci durum gerekli önderliğin olmadığı koşullarda kolaylıkla geri devşirileceği gibi, devrimci öncünün çabasıyla başarılı bir devrime doğru da ilerletilebilir. İşte böylesi kritik durumlarda üzerinde odaklaşılması gereken temel gerçek budur.

Örgütlü mücadelenin yakıcılaşan önemi

Devrimin nesnel ve öznel koşulunun anlam ve önemini ve birbirleri üzerindeki diyalektik etkisini doğru biçimde kavramaksızın, işçi sınıfını başarıya götürecek bir devrimci strateji geliştirilemez. Bu sorun ekseninde ortaya çıkmış ve çıkacak olan çarpılmaları iki uçta özetleyebiliriz. Bir uçta, devrimin nesnel koşulunun tek boyutlu yorumlanması ve dolayısıyla sınıfın kendiliğinden isyan potansiyelinin abartılması vardır. Diğer uçta ise, salt öznel koşula aşırı bir önem atfedilmesi ve iradeci yaklaşımların yüceltilmesi yer alır. Aslında proletaryayı zafere ulaştırabilecek olan bir devrimci önderlik anlayışı, kendisini bu iki temel faktörün diyalektik ilişkisinin doğru kavranışı üzerinde temellendirmek zorundadır. Dikkatlice düşünücek olursak, bu diyalektik ilişkiyi doğru biçimde kavramayan siyasal akımların sağ ya da sol çeşitlemelerinin son tahlilde devrimci lafazanlık noktasında buluştuklarını rahatlıkla görürüz. Açıkça reformizmi savunanları bir yana bırakalım. Devrimci çözümü sözde reddetmeyen fakat onun yaşama geçirilmesi bakımından işçi sınıfı içinde gerekli hazırlık çalışmasını yürütmeyen çevreler, genelde işçi sınıfının her kendiliğinden yükselişini gereksiz biçimde abartırlar. Örgütlenme konusunda sahip olunması gereken devrimci kavrayış, irade ve kararlılık noksanlığının üzeri, neredeyse kendiliğindenliğe tapınma noktasına varabilecek bir devrimci edebiyatla örtülenmeye çalışılır. Keza, sınıf mücadelesinin nesnel koşullarını kavrama kapasitesine sahip bulunmayan ve sınıf içinde sistemli bir çalışma sabrı gösteremeyen çevreler de, kendi eksikliklerini, iradeciliği tek yönlü biçimde abartan keskin devrimci sözlerin ardına saklarlar. Oysa işçi sınıfının Lenin önderliğinde yaratılan Bolşevik çizgisinin ortaya koyduğu gibi, gerçek devrimci hazırlık hiçbir zaman süslü laflarla ve devrimci lafazanlıkla yürütülmemiştir ve yürütülemez. Proletaryanın devrimci örgütlülüğünü sağlama çabası, kararlılık, planlı çalışma ve sabır gerektirir. Gerçek Bolşevikler, devrimci lafazanlara son derece bıktırıcı gelen meşakkatli görevleri devrimci azimle yürütebilenlerdir. Örneğin Lenin, devrimcilerin gerici sendikalarda çalışmamaları gerektiğini savunan Alman sollarının çocukluk hastalığını eleştirmiştir. Gerçek devrimcilerin sınıfın örgütlenmesine hizmet edebilmek için sendikalarda karşılarına çıkarılacak her türlü olumsuz ve zor koşula rağmen mücadelenin bir yolunu bulmaları gereğine dikkat çekmiştir. “Sendikalara girebilmek, sendikalar içinde kalabilmek ve her ne pahasına olursa olsun komünist çalışmayı bu örgütler içinde yürütebilmek için bütün bunlara göğüs germek gerekir, her türlü özveriye katlanmak, (eğer gerekirse) savaş hilelerine başvurmak, gizli eylem yöntemlerini uygulamak gerekir.”[9] Gerici sendikalar bir yana, zaten genel olarak sendikaların işçi sınıfının devrimci politik örgütüne kıyasla pek çok geri ve uzlaşmacı yön içerdiği açıktır. Nitekim Lenin de sendikalarda çalışmanın önemine vurgu yaparken bu malûm hususları sıralamış, fakat tüm bunlara rağmen, sendikalarla işçi sınıfı partisi arasındaki karşılıklı eylem olmadan hiçbir yerde proletaryanın gelişiminin sağlanamadığına işaret etmiştir. İşçi sınıfının kurtuluşunun bizzat sınıfın kendi eseri olması gerektiğini söyleyen Marksist kuralın nasıl yaşama geçirilebileceğini derinden kavramış bir devrimci liderdi Lenin. Sözde daha keskin bir devrimcilik adına, öncü devrimci güçlerin sınıfın mevcut kitle örgütlerinde çalışmamaları, sendikalara burun kıvırmaları durumunda ortaya çıkabilecek yegâne sonuç, sınıfın kitlesinin gerici, kaypak, uzlaşmacı sendika bürokratlarının ellerine teslim edilmesi olur. Önümüzdeki dönem, artık sorumsuzluk derecesine varan bir devrimci lafazanlıkla hiç mi hiç bağdaşmayacak denli önemli görevlerle yüklü bir dönem olacak. II. Dünya Savaşı sonrasındaki uzun yükseliş dönemi boyunca işçi sınıfına tavizler verebilen kapitalist sistem şimdi şiddetli bir kriz içinde kıvrandığından, sosyal bütçelerdeki kesintiler ve işçi haklarına yönelik saldırılar sürecin egemen karakteri haline gelmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde uzun bir dönem reformizme hayat vermiş olan toprak kaymaktadır artık. Bu durumun işçi sınıfının bilincine yansıması, dünyada kitle hareketlerindeki görece yükselişte kendini açığa vurmaktadır. Ne var ki nesnel koşulların değişikliğe uğramasıyla birlikte, öznel koşulların da bu yeni dönemin gerektirdiği doğrultuda kısa vadede ve kolay biçimde değişeceğini ummak saflık olur. Reformist ve sınıf uzlaşmacı anlayış özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı örgütlerine o denli derinden nüfuz etmiştir ki, bu örgütler açıkça dönemin görevlerinin gerisinde kalmaktadırlar. Bu durum işçi sınıfının öncü kesimlerinde bir hoşnutsuzluk yaratıyor olsa da, örgütlenmemiş bir hoşnutsuzluğun bir çırpıda her şeyi değiştirebilmesi asla mümkün değildir. Sınıfın ileri usurlarının atılımı temelinde yeni bir örgütsel canlanışın başlatılabilmesi bile, bu uğurda planlı, kararlı ve sistemli bir mücadele yürütecek örgütlü unsurlara ve özellikle onların devrimci nitelik ve azmine bağlı olacaktır. Bu türden bir örgütlülük temelinde işçi hareketinde sağlıklı bir yükseliş sağlanamadığı sürece, savaş karşıtlığı gibi nedenlerle ileriye atılabilen kitle hareketlerinin yine aynı kolaylıkla geriye çekilmesi kaçınılmazdır. Bu yakıcı gerçekleri gözönünde bulundurduğumuzda, dünya işçi hareketinin gerçek bir yol ayrımıyla yüzyüze bulunduğunu söylemeliyiz. İşçi sınıfının kitle örgütlerinde geçmiş dönemin yerleştirdiği uzlaşmacı, reformist ve uyuşuk önderlikler ve zihniyetlerle artık bir arpa boyu yol alınamayacağı açıktır. Marx, proletaryanın görevinin sadece sermayeye direnmek değil, onu yıkmak olduğunu vurgular. İşçi sınıfını genelde tehdit eden kapitalist ekonomik saldırı hemen her ülkede tırmanmaktadır ve bu tür gelişmelerin sınıf savaşını kızıştırmadan ilerleyebileceği düşünülemez bile. Gelişmiş kapitalist ülkelere oranla ekonomik krizlerin yükünü, politik sonuçları itibarıyla çok daha derinden ve kısa vadede yaşayan orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerde patlak veren ve daha da verecek olan karışıklıklar, yarın nelerin yaşanabileceğinin işaretleridir. Bugün örneğin Latin Amerika kıtasını devrimci krizlerle sarsan gelişmeler, bir yandan kendiliğinden devrimci bir zaferin elde edilemeyeceğini çok açık biçimde gözler önüne sererken, diğer yandan devrimle oyun oynanamayacağı gerçeğini de bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Kızışan sınıflar savaşında, burjuvazi ve proletarya arasında ortaya çıkan iktidar çatışmasının uzun bir süre boyunca aynen devam edebilmesi olanaksızdır. Tarihsel gelişim bu gerçeği defalarca doğrulamıştır. Bu savaşta yenemeyen sınıf sonunda yenilmeye mahkûmdur. Ekonomik krizin ve devasa boyutlara varan işsizliğin yoksul kitleleri içine sürüklediği başkaldırı koşulları, doğru bir önderlik ve örgütlülük temelinde pekâlâ devrimci bir iktidara yol açabilir. Fakat, işçi sınıfının yeterli örgütlülük ve yol göstericilikten yoksun olması durumunda, aynı koşulların kapitalist gericiliğin ve faşizmin yükselişinin yolunu döşediğini de pekâlâ biliyoruz. Bugün dünya kapitalist sisteminin yaşamakta olduğu kriz ciddi boyutlardadır; sistemin hegemon gücü ABD’nin sergilediği emperyalist savaş çılgınlığı rakamların desteğine ihtiyaç duymaksızın durumu izah ediyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde birbiri ardısıra patlak veren siyasal skandallar ve mayalanan siyasal kriz ortamı, artık bu ülkelerin de ekonomik koşullardaki kötüleşmenin yarattığı siyasal gerilimlerden kaçıp kurtulamayacağını kanıtlıyor. Geçmiş dönemin koşullarına bakıp, Avrupa’da siyasal gericiliğin yaşanmayacağı doğrultusunda genellemelere girişmek bugünün gerçekleriyle bağdaşmıyor. Kapitalist sistemin kitleleri bazı tavizlerle ve tatlı yalanlarla kandırabilmesi olanaksızlaştıkça, sistem kitle hareketini zehirleyip ezecek, sindirecek politik biçimleri öne çıkarmanın yollarını arayıp bulacaktır. Burjuvazinin gerici saldırganlığının illâ da geçmiş dönemin örneğini birebir tekrar etmesi, örneğin Almanya’nın Nazizmin yükselişini aynen yeniden yaşaması şart değil. Fakat bilinen bir husus var ki, o da kapitalist sistemin açmazı derinleştikçe kudurganlığının artacağı ve her türden gerici siyasal önlemi gündeme getirmekte tereddüt etmeyeceğidir. Bugün kapitalizm, sistemin hegemon gücü ABD’nin somut durumunun açıkça sergilediği gibi uzun bir dönem boyunca yaşadığı parlak günlerini geride bırakmıştır. Fakat asla üzerinden atlamamız gereken gerçek şudur ki, içinden geçtiğimiz kriz ne kadar derin ve şiddetli olursa olsun kapitalizm krizleri içinde kendiliğinden çökmeyecektir. İnsanlığın kaderi geçmiş dönemlerde olduğundan çok daha fazlasıyla işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlıdır. Feurbach’ı eleştirirken kaleme aldığı ünlü 11.Tez’de “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” diyen Marx’ın satırlarını asla unutmayalım. Bugün üzerinde odaklaşmamız gereken ana halka işte budur. Kendini tamamıyla geçmiş dönemin koşullarına adapte etmiş olan ve yeni koşullara uyum potansiyeli taşımayan işçi örgütlerini, yüzyüze gelinecek siyasal sarsıntılar ortamında büyük krizler bekliyor. Böyle bir süreçte işçi hareketine, ancak ve ancak, kapitalizme karşı mücadele konusunda Marksist kavrayışa ve Bolşevik tarzda örgütlenme iradesine, çabasına sahip olan siyasal yapılanmalar yol gösterebilir. Önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacak gelişmeler, proleter enternasyonalizmi temelinde dünya ölçeğinde yükseltilmesi gereken mücadelenin gereğini ve önemini misliyle yakıcı kılacaktır. Tarihte gördüğümüz benzeri çalkantılı dönemler, yalnızca bu türden değişimlere ayak uydurabilecek kapasite ve hazırlık düzeyine sahip örgütlülüklerin öne atılabileceğini ve işçi sınıfının enternasyonalist devrimci mücadelesinin gereklerini yerine getirebileceğini kanıtlıyor. Büyük Ekim Devrimi aracılığıyla tarihin öğrettiği ve asla unutulmaması gereken bir başka ders ise, proletarya enternasyonalizminin soyut bir dilek olmadığıdır. Yaşanılan toprak parçası üzerinde mücadeleyi Bolşevik temellerde yükseltme çabası içine girilmeden ve böylece doğru fikirlere yaşam suyu akıtılmadan, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi güçlendirilemez. Enternasyonalist komünist eğilim, salt doğru fikirlere dayanıyor diye hiçbir yerde ve hiçbir zaman kendiliğinden bir güç kaynağı düzeyine yükselmedi. Komünist öncülerin görevi, doğru fikirleri işçi sınıfı hareketi içinde yeşertmek ve örgütlü bir çekim merkezi haline getirebilmektir. Lenin önderliğindeki Bolşevikler bu görevin başarılabilmesi uğrunda yol alırlarken, işçi hareketindeki kendiliğinden yükselişlere tapınan ya da tersine sınıf hareketinden kopuk sözde bir devrimci iradecilik sergileyen eğilimlerle kıyasıya mücadele etmişlerdi. Yaşam, aradan geçen uzun yıllara rağmen benzer mücadele hedeflerini bugünkü devrimci kuşakların da önüne koymuş bulunuyor. Bugün de işçi sınıfı içinde proletaryanın enternasyonalist kavgasını güçlendirmenin yolu, Ekim Devrimine önderlik eden Bolşeviklerin yükselttiği mücadele bayrağını sahiplenmekten geçiyor.

[1]   Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., Haziran 1979, s.150 [2]   Marx, Kapital, c.3, s.232 [3]   Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.74 [4]   Lenin. Kitle İçinde Parti Çalışması, Ser Yay., Kasım 1974, s.60 [5]   Marx ve Engels, Grundrisse’ye Sunuş içinde, Birikim Yay., s.12 [6]   Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.73 [7]   Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., Şubat 1969, s.16 [8]   Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.75 [9]   Lenin, Çocukluk Hastalığı, Sol Yay., Haziran 1991, s.48

2 Kasım 2003
Kapitalist Krizler
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/elif-cagli/kapitalizmin-krizleri-ve-devrimci-durum?qt-diger_makaleler=1