Tüm dünyada hüküm süren kriz nedeniyle emekçiler daha da
yoksullaşırken, Türkiye işçi sınıfı bu süreci görülmedik derinlik ve hızda
yaşıyor. Dahası tüm dünyada demokratik hak ve özgürlükler saldırı altında ve
Türkiye’de bu konuda da çok daha ileri giden bir faşist rejim hüküm sürüyor.
Alabildiğine derinleşen yoksullaşmayla birlikte demokratik işleyişin ilgasının
üst üste bindiği koşullarda, Türkiyeli emekçilerin tepkisi benzer ülkelere
kıyasla hayli düşük düzeyde kalıyor. Bunun neden böyle olduğuna dair birçok
yanlış fikir düzen içi muhalif entelijansiya sayesinde geniş bir kitlede de
yankı buluyor.
“Orta Sınıf” ve Demokrasi
Akademik camiada hayli yaygın olan bir görüş, işçi-emekçi
kitlelerin zaten demokrasi mücadelesiyle pek ilgilenmediklerini ve aslında daha
ziyade otoriter liderlikleri desteklediklerini savunur. Sıradan, ortalama
bilinçli işçilerin “ekmek kavgası” verdikleri ama siyasal hak ve özgürlüklerle
pek ilgilenmedikleri sık vurgulanır ama bunun nedenleri üzerinde pek durulmaz.
Sanki bu durum yapısal ve değişmezdir. Bu açıklamalarda, işçilerin siyasetle
ilgilenmemesi ve sadece “ekmeklerine bakması” için işbirlikçi sendikacıların
nasıl çaba harcadıklarına, burjuva partilerin bu doğrultudaki kesintisiz
propagandalarına, devletin, patronların ve Diyanet’in bu içerikteki ideolojik
bombardımanına hiç değinilmez.
Bu liberal görüşe göre demokrasiyi “orta sınıflar” temsil
eder, onlar var edip güçlendirir. Bu nedenle de demokrasiyi geliştirmek için
orta sınıfları güçlendirecek politikalar izlenmelidir onlara göre. TÜSİAD’ın
son genel kurulunda da dillendirilen bu düşünce, “orta sınıfın” erimesinin
demokrasi açısından da ciddi bir risk doğuracağından dem vuruyor. TÜSİAD’ın
derdinin demokrasi olmadığını biliyoruz, orta-sınıfı koruyalım diyorlar çünkü
kentli “orta sınıflar” toplumsal sömürü düzeninin önemli bir dayanağıdırlar,
burjuva ideolojisinin aktarma kayışı ve amplifikatörü durumundadırlar. Yine de
“demokrasinin kalesi olarak orta sınıflar” tezi üzerinde durmakta fayda var.
Çünkü bu düşünce yalnızca burjuva entelijansiya arasında değil, kendini solcu
addeden küçük-burjuva okumuşlar içinde de rağbet görmektedir.
Öncelikle şunu belirtelim ki, sanayi işçileri dışında kalan
kesimleri “kentli orta sınıf” olarak bir çuvala doldurup, sonra da bunların
demokrasi konusunda oynadıkları rolü işçilerin oynadığı rolden daha üstün
göstermek ciddi bir çarpıtmadır. Birincisi, “kentli orta sınıf” denilip işçi
sınıfının dışında sayılanların çoğu gerçekte işçi sınıfının bir parçasıdırlar.
Modern toplumlarda, işçi sınıfı toplumun bariz çoğunluğunu oluşturur. Bu
nedenle modern toplumlarda ortaya çıkan kentli toplumsal hareketlerin
gövdesinin önemli bir çoğunluğu zaten işçilerden oluşmaktadır. Bir işçi
hareketi olarak (yani işçi sınıfının sendikal ya da siyasal örgütlerinin yönlendiriciliğinde)
ortaya çıkmadıklarında bile bu tür hareketler belli bir başarı
sağlayabiliyorlar ya da baskılara karşı anlamlı bir direnç sergileyebiliyorsa,
bunda, barındırdıkları işçi sınıfı unsurlarının belirleyici bir payı vardır.
İkincisi, bu iddia teorik bakımdan yanlış olduğu gibi, somut
tarihsel verilerle de uyuşmamaktadır. Bu bizim iddiamız değil, burjuva
akademide de dürüst araştırmacı sosyologlar bu sonuca varmışlardır. 24 Ekim
2019’da
The Washington Post’ta, “Kitlesel protestoların başarısı onları
kimin düzenlediğine bağlı” alt başlığıyla yayınlanan bir araştırma
[1],
20. yüzyıl boyunca yaşanan toplumsal hareketliliklerin demokratikleşme üzerinde
nasıl bir etkide bulunduğunu ve hareketin sınıfsal bileşimi ile demokratik
kazanımlar arasında bir bağ olup olmadığını incelemiş.
[2] Ulaşılan sonuçlara göre, kentli “orta sınıfa”, çiftçilere, tarım işçilerine ya
da etnik/dini gruplara kıyasla, sanayi işçilerinin başını çektiği protesto
hareketleri “demokrasiyi sağlama” ya da demokratik kazanımlar konusunda çok daha
başarılı olmuşlar. Araştırmaya göre, kentli orta sınıfların demokratikleşme
hususunda belli bir rolleri olsa da, bu rol, sanayi işçilerinin oynadığı rol
kadar güçlü değildir. Sanayi işçileri yalnızca işçi sınıfı dışındaki muhalif
kesimlerden değil, “beyaz yakalı” işçi kesimlerinden de daha etkili sonuçlar
elde etmiş. Bu sonuçlar aslında Marksizmin yıllardır altını çizdiği olgulardır.
Araştırmacılar bunun nedenini de doğru koyuyorlar; özetle, üretimden gelen güce
dayanan örgütlülük ve bilinç düzeyinin yüksekliği! İşçi sınıfının tek tutarlı
ve kararlı devrimci sınıf olduğu, sanayi işçilerinin de işçi sınıfının
bütününün lokomotifi olduğu saptaması Marksizmin temel iddialarından biridir.
Bu, sanayi işçilerinin toplumun can damarı olan üretimdeki belirleyici
konumundan kaynaklanan gücünden, sendikal örgütlülüklerinin diğer proleter
kesimlere nazaran daha güçlü oluşundan, mücadele deneyiminin ve kolektif
davranma becerisinin daha fazla olmasından ve aslında tüm bunların bir
bileşkesi olarak sınıf bilincinin daha gelişkin olmasından ötürü böyledir.
Araştırma, bugün “orta sınıf”ı demokrasinin kalesi ve
savunucusu olarak, sanayi işçilerini ise otoriter liderlerin destek bulduğu
taban olarak lanse eden burjuva ideologların bu değerlendirmesini somut veriler
üzerinden reddediyor: “Şu anda otoriter popülistlerin yükselişine ilişkin
güncel tartışmalarda işçi sınıfı suçlanabilir, fakat bizim araştırmamız sanayi
işçilerinin demokrasinin tarihsel ilerlemesinde hayati önem taşıdığını öne
sürüyor.” Rosa Luxemburg da bu gerçeği çok güzel dillendirir: “İşçi hareketinin
gelişmesi ve onun son amaçları karşısında burjuva liberalizmi korkudan son
nefesini verir. Bu gerçek (…) sosyalist işçi hareketinin bugün bile
demokrasinin
tek
dayanağı olduğunu ve olabileceğini gösterir.
Aynı zamanda da sosyalist hareketin kaderinin burjuva demokrasisine değil,
demokratik gelişimin kaderinin sosyalist harekete bağlı olduğunu kanıtlar. İşçi
sınıfının kurtuluş savaşından vazgeçtiği ölçüde demokrasi de yaşama gücü elde
edemez. Tam tersine, sosyalist hareket, dünya politikasının ve burjuva
kaçışının gerici sonuçlarına karşı savaşabilecek gücü elde ettiği ölçüde,
demokrasi de yaşama olanağına sahip olur. Demokrasinin güçlenmesini isteyenler,
sosyalist hareketin zayıflamasını değil, onun da güçlenmesini istemek
zorundadırlar. Sosyalist çabadan vazgeçilmesi, aynı zamanda işçi hareketinden
ve demokrasiden de vazgeçme anlamına gelir.”
[3]
Gerçekten de burjuvazinin yükseliş döneminde, örneğin Fransız
ve Amerikan burjuva devrimlerinde, burjuva ve küçük-burjuva aydınlar önderlik
düzeyinde önemli bir rol oynamışlardı. Yine de bu devrimler eğer burjuva
devrimler içinde demokratik bir zirveyi temsil ediyorlarsa, bunun nedeni, bu
devrimlerde önemli bir halk seferberliğinin ortaya çıkması, sorunların tabandan
gelen bu basınç sayesinde avamca çözülmesiydi. Burjuvazinin devrimci dönemi
kapandığında demokrasi bayrağı da proletaryanın ellerine geçmiştir. 20.
yüzyıldaki toplumsal mücadelelerde, küçük-burjuvazinin, belli koşullarda gerici
burjuva önderliklere ve hatta faşistlere kitle tabanı oldukları durumlar hiç de
istisna değildir. Troçki’nin vurguladığı üzere, komünist partiler proletaryanın
devrimci umudunun partisi iken, faşist partiler küçük-burjuvazinin
karşı-devrimci umutsuzluğunun örgütleyicisidirler.
Umudu büyütelim
Baştaki soruya geri dönelim: Bu teorik ve tarihsel gerçekliğe
rağmen neden bugün Türkiye’de işçiler bu denli hareketsiz ve tepkisiz
durumdadırlar? Aslında sorunun böyle konulması bile bir sıkıntıdır, çünkü
işçilerin bir şey yapamayacağı düşüncesiyle bu soruyu öne çıkaranlar başka
taraflara baktıklarından, işçileri olduklarından çok daha hareketsiz olarak
algılamaktadırlar. Gerçekte son dönemde işçi hareketinde anlamlı bir kıpırdanma
başlamıştır. Ama biz yine de sorulan soruya odaklanalım.
Bugünkü durumu kavrayabilmek için, her şeyden önce rejimin
niteliğinin doğru saptanması gerekir. Sanki ortada olağan bir işleyiş varmış,
sanki şöyle ya da böyle demokratik bir rejim söz konusuymuş gibi ileri sürülen
düşünceler baştan yanlıştır. Oysa düzen içi muhalefet, Kürt hareketi ve hatta
sosyalist hareketin önemli bir bölümü bile bu yanılsamaya kapılmış durumdadır.
CHP’nin başını çektiği düzen içi muhalefet, bu yanılsamayı toplum içerisinde
alabildiğine körüklüyor. CHP ve ortakları, TÜSİAD’ın kendilerinden beklediği
üzere, halkı yatıştırmak ve sabretmesini sağlamak üzere “aman provokasyona
gelmeyin, seçimi bekleyin” vaazlarına devam ediyor. Faşist bir rejim
işbaşındayken ve baskıları giderek tırmandırırken, kitlelerin yüzünü döndüğü
burjuva muhalefet bekleyin derken, devrimci güçler ise emekçiler nezdinde
alabildiğine etkisiz durumdayken, kitlelerden ne beklenebilir? Demokrasi
mücadelesine öncülük ettiği iddiasındakiler, emekçi halkı suçlamadan önce kendi
üzerlerine düşen görevleri neden yapmadıklarının hesabını vermelidirler.
Bugün Türkiye’de emekçi kitlelerin hareketsizliğini
korkaklıkla, bir kısım emekçinin halen Erdoğan’ı desteklemesini ise aptallık ya
da cahillikle açıklamak oldukça yaygın bir tutumdur, özellikle de kentli
okumuşlarda, kendisini aydınlanmış, diğerlerini zırcahil olarak değerlendiren
kesimlerde. Düzen muhalefetinin aydınları, gazetecileri, akademisyenleri vb.
de, muhalefet partilerinin aman sokağa çıkmayın yönündeki pasifleştirici
tutumunu görmezden gelerek, “tüm bu yoksullaşmaya rağmen halk neden tepki
vermiyor” sorusuyla, halkın aptallığından dem vurup onu suçlamaya
girişmektedirler. Bunlar başkalarını suçlarlar ama neden kendilerinin sahip
oldukları tüm imkânlara rağmen bu baskıcı rejime karşı hakikaten harekete
geçmediklerini, neden bu kadar korkak ve pısırık davrandıklarını, bu
korkaklığın tarihsel, kültürel ve kuşkusuz sınıfsal nedenlerini hiç sorgulamaz
hatta örtbas etmeye kalkarlar. Sahip olduklarını güvence altında tutmak için
iktidarın baskılarını sineye çekmeyi tercih edenler, başkalarını özgürlük için
canlarını ortaya koymamakla eleştiriyorlar! Bu tür elitist yaklaşımlar, sorunu
yapısal nedenlere dayandırdıklarından, umut değil umutsuzluk aşılamaktan başka
bir işe yaramıyorlar. Öyle ya kocaman bir aptallar sürüsünü dönüştürmek mümkün
olmadığına, eğitim seviyesini yükseltmek ise yıllar alacağına göre, uğraşmaya
bile değmeyecektir! Aslında burjuva mahfillerden yayılan bu düşüncenin, kendini
solcu olarak değerlendiren emekçi kesimler, özellikle de beyaz yakalı kesimler
tarafından onyıllardır biteviye tekrarlandığını da biliyoruz.
Eğitimsizlik, cahillik, hurafelere inanmak vb. kitlelerin sağ
siyasetçiler tarafından aldatılmasında elbette ki önemli bir rol oynamaktadır.
Tüm yaşananlara rağmen halen Erdoğan’a destek olanların önemli bir bölümünün
toplumun en düşük eğitimli kesimlerinden oluştuğu da anketlerle sabittir. Ama
bu olguyu abartıp onu tek neden sayarak, işçi sınıfı kitlelerinin örgütsüz
olduğu görülmezse, Erdoğan’ın elindeki devlet ve medya aygıtının ve dahi
milliyetçi ve dinci ideolojinin gücü hiçe sayılırsa, milyonlarca insanın devlet
yardımına mahkûm edildiği unutulursa, geniş bir tarikatlar ağı sayesinde
insanların zihinlerinin esaret altında tutulduğu atlanırsa, ve hepsinden
önemlisi düzene ve rejime hakikaten karşı olanlar üzerindeki muazzam baskılar
ve yaratılan korku atmosferi görmezden gelinirse, kitlelerin içinde bulunduğu
durumun gerçek nedenlerini kavramak mümkün olmaz.
Emekçilerin davranışlarını belirleyen şey, aldıkları
diplomalar, edindikleri bilgi birikimi ya da sahip oldukları zekâ değil,
örgütlülük ve bilinç düzeyidir. Sınıf bilincinden yoksunsa, daha da kötüsü
sendikal düzeyde bile bir örgütlülüğe sahip değilse, tek başına işçi olmak
kendiliğinden bir olumluluk ifade etmez. “Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek
hiçbir şey” sloganı boşuna atılmıyor! Marksizm işçi dalkavukluğuyla (işçicilik,
uvriyerizm) bağdaşmaz. Marx, Kapital adlı dev eserinde bu durumu veciz bir
şekilde ifade eder:
İşçi olmak bir talih değil, talihsizliktir!
İşçi
kitleler, yarattıkları tüm maddi zenginliğe ve böylelikle yükselmesine olanak
sağladıkları kültürel birikime rağmen, kendileri için yalnızca mevcut ücretli
kölelik durumunu sürdürebilme imkânını yaratmış olurlar. Ama işçi sınıfı bir
kez örgütlenip mücadeleye atıldığında, işte o zaman başka hiçbir toplumsal
sınıf ya da grupta olmayan devasa bir gücü ortaya çıkarır. Üstelik bu güç eğer
ki devrimci sınıf bilinciyle donanmışsa yepyeni bir toplumun inşası da mümkün
hale gelir. İşçi sınıfı tarihte böylesi büyük mücadelelere girişebileceğinin
örneklerini vermiştir. Üstelik yalnızca iktisadi sömürüye karşı değil,
demokratik hak ve özgürlükler için de mücadeleye atılabileceğini, gözünü
budaktan sakınmayacağını kanıtlamıştır.
Devrimci
işçi sınıfı, yalnızca ilkesel, programatik ve
teorik olarak en ileri, en tutarlı demokratik çizgiyi savunmakla kalmamış,
böylesi bir demokrasi için gerekiyorsa canı da dâhil hiçbir fedakârlıktan
kaçınmamıştır.
[4] Hiçbir toplumsal grup ya da sınıf, demokrasi ve özgürlükler konusunda devrimci
işçi sınıfının eline su dökememiştir. Burjuvazi her zaman ve her yerde
demokrasinin ve özgürlüklerin lafını etmiştir, onun için her şeyi göze alarak
siperlerde gerçek bir kavga verenlerse her zaman örgütlü işçi ve emekçiler
olmuştur. Bu gerçek 1789 Fransız Devriminde de böyleydi, Çarlık otokrasisine
karşı mücadele verilen Rusya’da da, faşizme karşı direnilen Almanya’da,
İspanya’da, İtalya’da da, günümüz dünyasında da! Bugün gocuklu celebin sopası
karşısında demokratik mırın kırınlardan bile vazgeçenler, pısıp köşesine
çekilenler, hiç de zorunlu hale gelmemesine rağmen sırf kendi ikballeri için
ülkeyi terk eden tuzukurular bir taraftadır, ekmek ve özgürlük için canını
dişine takıp mücadele edenler diğer tarafta!
Şurası çok açık ki, bir avuç adanmış devrimci bir kenara
bırakılırsa, hiç kimse güvendiği bir önderlik ve onun güçlü bir çağrısı yoksa
kavga meydanlarını kendiliğinden doldurmaz. Önderlik denilen şeyse yeterince
uzun bir süre boyunca yürütülen mücadeleyle kitleler nezdinde kazanılmış bir
niteliktir. Kitleler ancak yeterli ölçüde sınayarak güvenebilecekleri kanaatine
vardıkları, kendilerine sahip çıkıp yarı yolda bırakmayacağına, içgüdüleriyle
de olsa doğru bir yol gösterdiğine ikna oldukları ve yeterli bir güce sahip
olduğuna inandıkları bir örgütlülüğün peşinden giderler. Yoksulluk da, siyasi
baskılar da, savaşların yarattığı yıkım da, otomatik olarak kendiliğinden büyük
patlamalara yol açmaz. Güven verici bir önderlik yoksa, bu faktörler kitleleri
ileri iten bir mahmuz olarak iş görmez, tersine onların sinmesine yol açan ve
umutsuzluğu daha da körükleyen bir rol oynayabilirler. Hele de faşizm
koşullarında! Kitleler harekete geçmek için umut beslemek zorundadırlar, bu da
o umudu temsil eden bir örgütlülük olmadan olmaz. Tarih, artık katlanılmaz
noktaya gelindiğinde, emekçi kitlelerin her şeyi göze alarak siyaset sahnesine
fırladığına defalarca şahit olmuştur. Ama her birinde, bu kitleler, bir umudun
peşinden gitmişlerdir. Eğer başarılacağına dair güçlü bir inanç varsa ve bu
umut bir önderlikte somutlaşıyorsa o zaman kitleler ölümü de göze alırlar. Aksi
bir macera demektir ki, kitleler nezdinde maceracılık genelde bir karşılık
bulmaz.
30 yıldır tüm dünyada burjuvazinin “başka bir alternatif yok”
diyerek umudu boğmaya çalışmasının nedeni budur. SSCB ve benzeri bürokratik
diktatörlüklerin çöküşü ve burjuvazinin küresel saldırısı bu topraklarda çok
daha yıkıcı sonuçlar üretmiştir, çünkü 12 Eylül faşizminin vurduğu ağır
darbenin üstüne gelmiştir. Bugün tüm dünyada hava artık dönmüştür. Kitleler bir
kez daha harekete geçiyor ya da geçmeye hazırlanıyor. Ama bu topraklarda ışığın
nüveleri güçlense de halen karanlık hâkimdir. Durum buyken, kitlelere güven
verecek devrimci bir örgütlülüğü her düzeyde var etmek, onu her mücadele
alanında etkin kılmak en temel görevdir.
[2] Bu araştırmayla ilgili geniş bir değerlendirme için bak: İlkay Meriç,
“Prekarya”
Safsatası, İsyan Dalgası ve İşçi Sınıfı Gerçeği, 3/12/2019,
https://marksist.net/node/6794
[3] Rosa Luxemburg,
Sosyal Reform Ya Da Devrim, Ma-Ya Yay, s.91
[4] İşçi sınıfı hareketi ile demokrasinin gelişimi arasındaki bağ için bak:
Oktay Baran,
Burjuva Demokrasisi ve Proleter Sınıf Mücadelesi,
21/3/2018,
https://marksist.net/node/6275