Ek | Boyut |
---|---|
Lenini_Anlamak.pdf | 683.79 KB |
Bolşevik Parti’ye temel özelliklerini kazandıran ve işçi sınıfının iktidarı için çarpışmanın sorumluluğunu alarak tarihsel rolünü oynamasını sağlayan Lenin’dir. Tarihsel deneyim incelendiğinde görülecektir ki, Lenin olmasaydı Ekim Devrimi zafere ulaşamazdı. Diyalektik düşünmeyen darkafalılar, buradan yürüyerek parti ve önderlik sorununu lidere indirgediğimizi söyleyebilirler, ama gerçek böyle değildir. İşçi sınıfı ile onun komünist öncüleri, komünist öncüler ile bir bütün olarak parti, parti ile lider ya da liderlik arasında organik bir bağ, canlı ilişkiler ve etkileşim vardır. Elbette tüm bu yapı olmadan lider ya da liderliğin öznel olarak devrimci durumu ilerletemeyeceği açıktır. Lenin, işçi sınıfının devrimci deneyimine ve devrimci kitlelerin toplumsal değişimden yana olduğunun bilgisine ve sezgisine sahipti. Kitlelerin yüzünü Bolşevik Parti’ye döndüğü o günlerde, sovyet biçiminde iktidar organları ve ikili iktidar yaratan devrimin burjuvaziyle uzlaşamayacağını ve uzlaşmaması gerektiğini düşünüyordu. Düzen güçlerinin zayıflığının farkındaydı; emperyalist savaşın bitap düşürdüğü dünya emekçilerinin, savaşın ilk günlerinden farklı olarak savaşa karşı çıktığını ve barış istediğini, Rusya’da devrimin başarıya ulaşmasının Batı proletaryasını da harekete geçireceğini derinden kavrıyordu. İşte tüm bağıntıları birleştiren Lenin, siyasal iktidarı almak için Bolşevik Parti’ye ve işçi sınıfına hücuma geçmek gerektiğini söylemiştir.
Büyük olayların kesiştiği bir kavşakta ne yapması gerektiğini bilen ve yapan Lenin’dir. Lenin bağlamında liderin devrimdeki yerinin ne kadar hayati olduğunu Troçki şu değerlendirmeyle ortaya koymaktadır: “Aklıevvellerimiz Lenin 1917’nin başında yurtdışında ölmüş olsaydı da Ekim Devriminin «aynen» gerçekleşeceğini söyleyebilirler. Ama bu doğru değildir. Lenin tarihsel sürecin yaşayan unsurlarından birini temsil ediyordu. O, proletaryanın en faal bölümünün tecrübesini ve anlayışlılığını kişileştirmişti. Onun devrim arenasına vaktinde çıkması, öncüyü seferber etmek, ona işçi sınıfı ile köylü kitlelerini toparlama fırsatını vermek için gerekliydi. Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyiciyse tarihi dönüm noktalarının kritik anlarında siyasal önderlik de o denli belirleyici bir etken haline gelebilir. Tarih otomatik bir süreç değildir. Yoksa önderlere, partilere, programlara ve teorik mücadelelere ne gerek kalırdı.”[1]
Lenin zafere ulaşmış devrimi, devrimi başarıya ulaştıran partinin teorik-ideolojik temellerinin atılmasını ve örgütlenmesini temsil etmektedir. Bu nedenle, dünya burjuvazisi Lenin’e çok öfkelidir. Burjuvazinin Lenin’i karalaması, küfretmesi, Stalinizmin günahlarını da kullanarak onu bir diktatör ve cani ilan etmesi boşuna değildir. Lenin, mücadele geleneklerinin ve devrimci teorinin kaybolmaması için tarih bilincinin canlı tutulmasına çok önem veriyordu. 1905 devrimi yenilip de gericilik yılları başladığında, devrimci yükselişin yeniden geleceğini, bu ana kadar devrimin tecrübelerinin elden geçirilerek geleceğe aktarılması gerektiğini söylüyordu. Lenin’e göre görev, “devrimci mücadelenin geleneklerine bekçilik etmek, bu gelenekleri geliştirmek ve kuvvetlendirmek, geniş halk kitlelerinin belleğine yerleştirmekti.”[2] İşte bugün bizim yaptığımız da budur: Burjuvazinin bunca nefret beslediği ve ilendiği Lenin’e devrimci işçi sınıfı sahip çıkmalı, yaşamını öğrenmeli, önderinin öğretisinin peşinden gitmeli ve egemenlerin korkusunu gerçeğe çevirmelidir.
Dünya kapitalizmi büyük bir buhran geçiriyor. Krizin, sistemin merkezindeki emperyalist ülkelerde patlak vermesi, küresel ölçekte yaşanması ve daha önemlisi kapitalizmin artık yaşlı ve tıknefes olması gibi olgular, sömürü düzeninin ne denli büyük bir çıkışsızlıkla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Kriz ve emperyalist savaş gerçeği, çürüyen kapitalizmin insanlığa umut olamayacağını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Değişik cephelerde yoğunlaşmış bulunan emperyalist savaşın ve hegemonya kavgasının, kapitalist bunalımın şiddetlenen evrelerinde daha da kızışacağı ve bugünkünden farklı biçimlerle yaşanacağı açıktır. Tarihsel deneyim de gösteriyor ki, kapitalist bunalım ve savaş, sistemin ve toplumsal yaşamın bünyesinde biriken çelişkileri her alanda keskinleştirmektedir. Lenin’in isabetli tespitiyle, savaşlar devrimlerin anasıdır. Zira kriz ve savaş, süregiden toplumsal yaşam biçimlerini sarsar, insanların düşünme tarzlarını ve alışkanlıklarını değiştirir, çelişkileri su yüzeyine çıkartarak karşıtlıkları körükler, kitlelerin hoşnutsuzluğunu arttırır ve onları yeni arayışlara iter. Doğada ve toplumda her şeyin karşıtıyla ve çatışma halinde olduğunu, kapitalizmin bunalımını aşmaya dönük her hamlesinin, onun temellerine darbe indirecek güçleri de harekete geçirdiğini unutmayalım! Kapitalist krizin ve çıkışsızlığın toplumu nasıl köklerinden sarstığını ve kitleleri nasıl harekete geçirdiğini yaşayarak görüyoruz. Kapitalizmin çelişkileri uzun bir dönemdir daha da keskinleşmektedir. Yaşlanan ve işçi sınıfına sus payı verme olanaklarını tüketen kapitalizm, bu çelişkileri yumuşatarak sistemi havaya uçurabilecek basıncı azaltamıyor. Meselâ, 2000’li yılların başında Latin Amerika’da ani ve şiddetli bir şekilde patlak veren kitle hareketleri ve ortaya çıkan devrimci durumlar, hem sınıf mücadelesinin yeniden yükselişinin bir işaretiydi hem de içinden geçtiğimiz dönemin karakteristik özelliğinin bir dışa vurumuydu. Aslında bu durum, kapitalist işleyiş yasalarının toplumsal çelişkileri üst seviyelere çıkartarak keskinleştirdiği emperyalizm döneminin özelliğidir. Lenin, yaklaşık yüz yıl önce “emperyalizm çağı devrimler çağıdır” tespitiyle bu hususa dikkat çekmişti. Kuşkusuz Lenin, emperyalist çağın ana eğilimine ve gidiş yönüne dikkat çekiyordu. Bir eğilimin ilk evreleri ile kendini olgunlaştırdığı ve tamamladığı dönem arasında farklar vardır. Lenin’in işaret ettiği gerçeklik, küresel kapitalizm koşullarında tam anlamıyla açığa çıkmıştır. Çelişkilerin yoğunlaşması ve nesnel koşulların bu ölçüde olgunlaşması, proleter devrimi geleceğe ilişkin bir tasarım ve beklenti olmaktan çıkartarak güncel hale getirir. Elbette devrimin güncelliği demek hemen yarın devrim olacağı anlamına gelmez. Fakat nesnel koşulların devrim yönünde olgunlaştığını, kapitalist sistemin bünyesinde yoğunlaşan çelişkilerin ani toplumsal patlamalar biçiminde açığa çıkacağını ve komünist güçlerin bu ana göre hazırlık yürütmesi gerektiğini ortaya koyar. Nitekim dün Latin Amerika ülkelerinde, bugün Yunanistan, Tunus ve Mısır’da beklenmedik anda kitle kalkışmalarının ortaya çıkardığı devrimci durumlar bu gerçeğe işaret etmektedir. Yunanistan’da patlak veren kriz, kitlelerin yaşamında adeta deprem etkisi yaratmıştır. Burjuvazinin, krizin bedelini işçi sınıfına ödetmek üzere ağır kemer sıkma programlarını devreye sokmasıyla, bir anda sınıf mücadelesi keskinleşmiş ve devrimci durumlar baş göstermiştir. Tunus’ta bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan gösterilerin ani kitle patlamalarına ve halk isyanına yol açması, kısa zamanda Mısır’a sıçraması ve bu iki ülkede de devrimci durumların ortaya çıkması içinden geçtiğimiz dönemin karakteri hakkında çok şeyler anlatmaktadır: İşçi sınıfı çok kısa bir zamanda devrimle ve iktidar sorunuyla karşı karşıya gelebilmektedir! Ancak ne yazık ki, işçi sınıfına siyasal iktidar perspektifiyle önderlik edecek bir devrimci öncü parti olmadığı için, devrimci durumlar proleter devrime ilerletilememiş ve burjuva güçler tarafından şimdilik pörsütülebilmiştir. Modern sınıf mücadelesi tarihi, aslında hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde şu gerçeği göstermiştir: Örgütlü, disiplinli ve işçi sınıfının en militan kesimlerini bünyesinde toplamış bir devrimci partinin yol göstericiliği olmadan, bu parti burjuvazinin oyunlarını ve reformizmin bilinç bulandırıcı rolünü teşhir etmeden, kitlelere dönemeç noktalarını göstererek ileriye çekmeden işçi sınıfı kendiliğinden kapitalizmi alaşağı edemez. Bu, reformistlerin iddia ettiği gibi, kesinlikle işçi sınıfını ve onun devrimci gücünü küçümsemek anlamına gelmez; tam tersine, işçi sınıfının devrimci gücünün ancak örgütlendiğinde ve öncüleri tarafından yönlendirildiğinde kapitalizmi alaşağı edebileceği gerçeğine işaret eder. İşte tam da bu bağlamda Lenin ve Bolşevik Parti gündeme gelmektedir. İşçi sınıfının iktidar sorunu tartışmasında Lenin’in üzerinden atlanması mümkün değildir. Bolşevik Parti’ye temel özelliklerini kazandıran ve işçi sınıfının iktidarı için çarpışmanın sorumluluğunu alarak tarihsel rolünü oynamasını sağlayan Lenin’dir. Tarihsel deneyim incelendiğinde görülecektir ki, Lenin olmasaydı Ekim Devrimi zafere ulaşamazdı. Diyalektik düşünmeyen darkafalılar, buradan yürüyerek parti ve önderlik sorununu lidere indirgediğimizi söyleyebilirler, ama gerçek böyle değildir. İşçi sınıfı ile onun komünist öncüleri, komünist öncüler ile bir bütün olarak parti, parti ile lider ya da liderlik arasında organik bir bağ, canlı ilişkiler ve etkileşim vardır. Elbette tüm bu yapı olmadan lider ya da liderliğin öznel olarak devrimci durumu ilerletemeyeceği açıktır. Lenin, işçi sınıfının devrimci deneyimine ve devrimci kitlelerin toplumsal değişimden yana olduğunun bilgisine ve sezgisine sahipti. Kitlelerin yüzünü Bolşevik Parti’ye döndüğü o günlerde, sovyet biçiminde iktidar organları ve ikili iktidar yaratan devrimin burjuvaziyle uzlaşamayacağını ve uzlaşmaması gerektiğini düşünüyordu. Düzen güçlerinin zayıflığının farkındaydı; emperyalist savaşın bitap düşürdüğü dünya emekçilerinin, savaşın ilk günlerinden farklı olarak savaşa karşı çıktığını ve barış istediğini, Rusya’da devrimin başarıya ulaşmasının Batı proletaryasını da harekete geçireceğini derinden kavrıyordu. İşte tüm bağıntıları birleştiren Lenin, siyasal iktidarı almak için Bolşevik Parti’ye ve işçi sınıfına hücuma geçmek gerektiğini söylemiştir. Büyük olayların kesiştiği bir kavşakta ne yapması gerektiğini bilen ve yapan Lenin’dir. Lenin bağlamında liderin devrimdeki yerinin ne kadar hayati olduğunu Troçki şu değerlendirmeyle ortaya koymaktadır: “Aklıevvellerimiz Lenin 1917’nin başında yurtdışında ölmüş olsaydı da Ekim Devriminin «aynen» gerçekleşeceğini söyleyebilirler. Ama bu doğru değildir. Lenin tarihsel sürecin yaşayan unsurlarından birini temsil ediyordu. O, proletaryanın en faal bölümünün tecrübesini ve anlayışlılığını kişileştirmişti. Onun devrim arenasına vaktinde çıkması, öncüyü seferber etmek, ona işçi sınıfı ile köylü kitlelerini toparlama fırsatını vermek için gerekliydi. Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyiciyse tarihi dönüm noktalarının kritik anlarında siyasal önderlik de o denli belirleyici bir etken haline gelebilir. Tarih otomatik bir süreç değildir. Yoksa önderlere, partilere, programlara ve teorik mücadelelere ne gerek kalırdı.”[1] Lenin zafere ulaşmış devrimi, devrimi başarıya ulaştıran partinin teorik-ideolojik temellerinin atılmasını ve örgütlenmesini temsil etmektedir. Bu nedenle, dünya burjuvazisi Lenin’e çok öfkelidir. Burjuvazinin Lenin’i karalaması, küfretmesi, Stalinizmin günahlarını da kullanarak onu bir diktatör ve cani ilan etmesi boşuna değildir. Lenin, mücadele geleneklerinin ve devrimci teorinin kaybolmaması için tarih bilincinin canlı tutulmasına çok önem veriyordu. 1905 devrimi yenilip de gericilik yılları başladığında, devrimci yükselişin yeniden geleceğini, bu ana kadar devrimin tecrübelerinin elden geçirilerek geleceğe aktarılması gerektiğini söylüyordu. Lenin’e göre görev, “devrimci mücadelenin geleneklerine bekçilik etmek, bu gelenekleri geliştirmek ve kuvvetlendirmek, geniş halk kitlelerinin belleğine yerleştirmekti.”[2] İşte bugün bizim yaptığımız da budur: Burjuvazinin bunca nefret beslediği ve ilendiği Lenin’e devrimci işçi sınıfı sahip çıkmalı, yaşamını öğrenmeli, önderinin öğretisinin peşinden gitmeli ve egemenlerin korkusunu gerçeğe çevirmelidir.
Günler ilerledikçe özellikle Petersburg ve Moskova merkezli işçi ve köylü yığınların tahammülleri tükeniyor, devrimci basınç giderek artıyordu. 18 Haziran ile 4 Temmuz arasında gerek işçi kitleleri gerekse Bolşevik taban zapt edilemez bir noktaya ulaşmıştı. Bir an önce harekete geçilmesini ve burjuva hükümetin tepelenerek iktidarın sovyetlere verilmesini talep ediyorlardı. Devrimin bu günleri, pek çok açıdan oldukça öğreticidir. Bilhassa iki başkentte emekçi yığınlar, sosyalist partilerden ve hatta Bolşeviklerden bile daha radikal görünen bir çizgiye gelmişlerdi. Bolşevik Parti’nin sol kanadı kitlelerin bu radikal çizgisiyle iç içe geçerken, Kamanev gibilerinin temsil ettiği sağ kanat çubuğu ters tarafa bükerek fazladan itidal çağrısı yapıyordu. Lenin, elbette sol çizgideydi ama son derece temkinliydi. Çünkü yeterince hazırlıklı olmadıklarını, iktidarı ele geçirmeleri halinde Petersburg ve Moskova’nın ötesine geçemeyeceklerini ve dolayısıyla iktidarı ellerinde tutamayacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle çubuğu, beklemek ve hazırlanmak gerektiği noktasına büküyordu. Kollontay, anılarında, sık sık parti merkezini ziyarete gelen ve harekete geçilmesi yönünde Lenin’i ikna etmeye çalışan işçi ve asker delegasyonlarının şu cevabı aldıklarını aktarır: “Daha erken, henüz zaman olgunlaşmadı, kadrolarımız nerede? Hazırlıklarımız nerede?” Ne var ki biriken kitle basıncı tüm ertelemelere rağmen 3 ve 4 Temmuzda kendiliğinden patladı. İşçiler ve silahlı askerler hükümeti devirmek ve iktidarı sovyetlere vermek üzere ayaklandılar. Bolşevikler, kontrolü sağlamak ve ayaklanmaya örgütlü bir karakter vermek amacıyla, mecburen kitlelerin başına geçmek zorunda kaldılar. Fakat ayaklanmanın egemen güçleri tepelemeye yetmeyeceği her açıdan belliydi; bu nedenle kitlelere geri çekilme çağrısı yapıldı. Devrimci güçlerin henüz yeterince güçlü olmadığını ortaya koyan bu ani ve zamansız kalkışma, karşı-devrimi dizginsiz bir şekilde harekete geçirdi. Menşevik ve Sosyal-Devrimcilerin de desteğiyle burjuva hükümet, Bolşeviklere karşı büyük bir taarruz başlattı; gazetelerini kapattı, Troçki dâhil onlarca önderini tutukladı, parti yarı yarıya yer altına çekildi ve Lenin Finlandiya’ya geçerek illegal koşullarda yaşamaya başladı. Lenin, olayların hemen sonrasında kaleme aldığı bir yazıda şöyle diyordu: “Rus devriminin barışçıl bir yolla gelişmesi üzerine kurulan umutlar geri dönmemek üzere sönmüştür. Nesnel durum şöyle görülmektedir: Ya askeri diktatörlüğün tam zaferi ya da işçilerin silahlı ayaklanmasının zaferi.”[1] Bu satırlar oldukça önemlidir. Çünkü ortaya konan perspektif, devrimci sürecin hızla yeni boyutlar almasıyla birkaç ay içinde işlevini yitirmişti. Lenin, şimdi ortaya çıkan durumla örtüşen bir çalışma ve politik hedef koymak gerekliliğine işaret eder. Bu dönemde kaleme aldığı pek çok makalede, Şubat ile Temmuz arasındaki koşulları inceler, toplumsal ve siyasal değişimi ortaya koyar. Özellikle Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin burjuvaziyle anlaşmanın eğik düzlemine adım attıktan sonra, giderek ona bağlandıklarını ve durdurulamaz bir şekilde karşı-devrimin bok çukuruna yuvarlandıklarını ifade eder. Bu sözümona sosyalist partilerin karşı-devrimci burjuvazinin payandası haline gelmesiyle dört beş aylık sınıfsal güç dengeleri değişmiş ve bu sürede ifadesini bulan şiarlar da anlamsızlaşmıştı. Ani dönüşler karşısında körleşmemek gerektiği konusunda uyarıda bulunur Lenin: “Tarihte ani dönüşümler olduğunda, ileri partilerin bile az çok uzunca bir süre yeni duruma alışamadıkları ve dün doğru olan, ama bugün her türlü anlamını yitirmiş, tarihin ani dönüşümü nasıl «birdenbire» ortaya çıkmışsa öyle «birdenbire» anlamını yitirmiş olan şiarları tekrarladıkları sıkça görülmüştür.”[2] Lenin, “bütün iktidar sovyetlere” sloganının da değiştirilmesi gerektiğini söyler. Çünkü der, şimdiki sovyetler karşı-devrim karşısında güçsüzleşmiştir, üstelik buradaki Menşevik ve Sosyal-Devrimci çoğunluk burjuvazinin payandası konumundadır ve sloganın somut hayatta bir karşılığı yoktur. Lenin, devrimin tekrar yükselişiyle yeni sovyetlerin ve partilerin ortaya çıkabileceğinin de altını çizer. Aslında Lenin, sovyetlere biçimsel olarak bakılamayacağını daha önce de dile getirmişti. Zira önemli olan onun hangi sınıfları temsil ettiği, devrimci kitlelerin mücadelesinin aracı haline gelip gelmediği ve iktidar organı özünü koruyup korumadığıdır. Daha Nisan Konferansında şöyle demişti: “Bizim için sovyetler biçim olarak önemli değildir, bizim için önemli olan, bu sovyetlerin hangi sınıfları temsil ettiğidir. Bu yüzden proletaryanın bilincini aydınlatmak için uzun süreli bir çalışma gereklidir.”[3] Lenin, devrimin alabildiğine sertleştirdiği çelişkilerden ötürü yeni aşamada silahlı ayaklanmadan başka yol kalmadığını tespit ettikten sonra, iktisadi yıkımın ve uzayan savaşın kitleleri geri dönüşsüz bir şekilde ayağa kaldıracağını belirtir. Bu tespit son derece doğrudur. Emperyalist dünya savaşı tüm şiddetiyle sürerken, Geçici Hükümet askerleri tekrardan aktif savaşa sürdü. Üstelik daha da ileri gidip, kaldırılan ölüm cezasını yeniden yürürlüğe koydu. Kitlelerin şimdilik suskunluk aşamasına geçtiği görülüyordu. Ama bu arada Menşevikler, Sosyal-Devrimciler ve doğal olarak Geçici Hükümet emekçi yığınlar nezdinde kesin olarak itibar kaybederken, diplerde büyük bir değişim mayalanmaktaydı. Hükümetin bir türlü devrimi kontrol altına alıp istikrar sağlayamaması, savaşın sürdürülmesini garanti edememesi ve süregiden çalkantı, egemen sınıfları ve emperyalist ortaklarını alabildiğine tedirgin ediyordu. Bolşeviklerin başının ezildiğini düşünen ve bundan yararlanmak isteyen egemen sınıf içinde arayışlar başladı. Monarşistler, toprak sahipleri, burjuvazi, bunların ordu kurmayı ve siyaset arenasındaki temsilcileri genelkurmay başkanı Kornilov eliyle gerici bir ordu darbesi tertip etmeye giriştiler. Ne var ki planları tutmadı: Çeşitli nedenlerle sözde sosyalist Başbakan Kerenski ve Geçici Hükümetin sosyalist partileri direnme kararı aldılar. İşçi ve asker yığınları Ağustosun son günlerinde başlayan Kornilov darbesi girişimine karşı kitlesel bir şekilde ayağa kalktılar. Kitleleri örgütleyip sevk eden, ordu içinde Kornilov’a karşı çalışma yürüten esas olarak Bolşeviklerdi. Darbenin püskürtülmesi, aynı zamanda devrimin yeniden yükselişinin de bir ifadesiydi. Dengeler yeniden değişmiş ve Bolşevikler, iki ay öncesinden çok daha güçlü bir biçimde siyaset arenasına geri dönmüşlerdi. Lenin, “Kornilov ayaklanması olayların seyrinde beklenmedik (bu anda ve bu biçimde beklenmedik), neredeyse inanılmaz derecede sert bir dönemeçtir” diye yazmaktaydı. Bu dönemecin etkisi her alanda kendisini göstermeye başlamıştı. Özellikle Temmuzdan sonra kırda başlayan köylü ayaklanmaları giderek yayılıyordu. Yoksul köylüler toprak ve barış istiyorlardı. Lenin, Nisan başında, köylü partileri üzerinden burjuva hükümete angaje olduğunu düşündüğü köylülüğün tutum değiştirdiğini görüyordu. Bu durum toplumdaki değişim açısından son derece çarpıcıydı ve gelecek günlerde bunu gündeme tutmaya devam edecekti. Yoksul köylülüğün ve devrimci proletaryanın ittifakını sağlamak maksadıyla, toprağın devletleştirilmesi şiarını terk edip, köylülerin topraklara el koyması çağrısında bulundu. Hiç kuşkusuz bu, köylülüğe verilmiş bir tavizdi; ancak Lenin, “biz doktriner değiliz” dedikten sonra ekliyordu: Olayın özü, iktidarın işçi sınıfının eline geçmesidir. İşçi sınıfındaki değişim ise, kendini kent Duma’sı seçimlerinde ve sovyetlerde Bolşevikleri çoğunluk haline getirerek dışa vurdu. Daha 20 Ağustosta Bolşevikler, Petersburg’da oyların %33’ünü almayı başardılar. 6 ve 9 Eylülde, önce Petersburg ve bilahare Moskova Sovyeti’nde Bolşevikler, tüm diğer partilerin toplamını aşarak çoğunluğu elde ettiler. Troçki, Petersburg Sovyeti başkanlığına seçildi. Kitlelerin işçi sınıfının devrimci iktidarı çizgisine kayması, Moskova kent Duma’sı seçimlerinde de çarpıcı bir düzeyde ifadesini buldu. 24-26 Eylülde yapılan seçimlerde Bolşevikler oyların %52’sini alarak ezici çoğunluk oluşturdular. Üstelik kentteki 17 bin askerden 14 bini Bolşevikleri destekliyordu. Devrim eğrisindeki bu ani ve keskin yükseliş, işçi-emekçi kitlelerin burjuvaziyle hesaplaşma isteğinin apaçık bir göstergesiydi. Havanın döndüğünü kavrayan ve gerekli zaman kaçırıldığında devrimin heba olacağını gören Lenin, derhal bitmez tükenmez bir enerji ve iradeyle ayaklanma çağrısı yapmaya başladı. Koşullar değişmişti ve durulamazdı. 14 Eylülde Bolşevikler İktidarı Ele Geçirmelidir başlığıyla parti merkez komitesine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bolşevikler şimdi, iki başkentte İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetlerinde çoğunluğu elde ettikten sonra, devlet iktidarını kendi ellerine alabilirler ve almalıdırlar.” Burjuva hükümetin Demokratik Konferans adıyla bir ön parlamento toplama girişimlerini olumlu karşılayan parti içindeki sağ kanadı da eleştiriyor, amacın oyalamaca olduğunu, oysa geniş yığınların ayaklanma çizgisine geçtiğinin altını çiziyordu. “Aygıtımız yok mu” diye soruyor ve şöyle cevap veriyordu: İşte aygıtımız: sovyetler ve demokratik örgütler. Lenin, iktidarı şimdi ele geçirmedikleri takdirde tarihin kendilerini asla affetmeyeceğinin altını çiziyordu. Parti merkez komitesi mektubu okuduğunda kelimenin tam anlamıyla şaşkınlığa düşmüştü. Buharin o anı şöyle betimliyor: “Hepimizin nefesi kesilmişti. Birimiz bile sorunu bu kadar keskin koymamıştık. Ne yapılacağını kimse bilmiyordu.”[4] Tüm merkez komite, çeşitli nedenlerle, derhal ayaklanmaya girişilmesine karşı çıkmıştı. İki eğilim vardı: Sol kanat ayaklanmadan yana olmasına rağmen, bunun nasıl olacağını kestiremiyor ve verileri doğru okuyamadığı için ülke ölçeğinde başarılı olunamayacağını düşünüyordu. Kamanev ve Zinovyev’in başını çektiği sağ kanat ise, ayaklanmaya karşıydı. Temmuz günlerinin yıkıcılığı tüm parti üzerinde etkisini hissettiriyordu, ama özellikle de sağ kanat üzerinde. Lenin’in sürekli oklarını fırlattığı bu sağ eğilim, özü itibariyle burjuva cumhuriyetinde güçlü bir muhalefet partisi olmaya odaklı bir siyaset anlayışına sahipti. Bu nedenle de bin dereden su getirerek ayaklanmaya karşı durdular ve hatta bozgunculuğa savruldular. Troçki’nin ifadesiyle Nisan günleri geri gelmiş gibiydi. Lenin ardı ardına yazdığı yazı ve mektuplarda parti merkezine, parti tabanına ve kitlelere sesleniyordu. Çok çarpıcı, kesin bir dil kullanıyor ve olguları tüm yönleriyle sergileyerek ayaklanmanın kaçınılmazlığını ortaya koyuyordu. Devrimin aldığı seyri, değişimi ve uluslararası durumu analiz ediyordu. Temmuzda iktidarı almaya hazır olmayan kitlelerin, gelinen aşamada bunu arzuladığını, üstelik kararsız küçük-burjuva saflarda muazzam bir yalpalama olduğunu ve bunun bir sonucu olarak Menşeviklerin ve Sosyal-Devrimcilerin geçici hükümetten koptuklarına dikkat çekiyordu. Avrupa’da işçi sınıfının hareketlendiğini, Almanya’da bir devrimin eşiğine gelindiğini, emperyalist düşmanların geçmişe nazaran zayıfladıklarını ve bu açılardan da devrimin koşullarının olgunlaştığını ifade etmekteydi. Dolayısıyla bir dakika zaman kaybetmeden ayaklanma başlatılmalı ve hükümet tutuklanmalıydı. 29 Eylül tarihli Kriz Olgunlaşmıştır adlı mektubunda, merkez komitesinin kendisine yanıt vermediğini ve yazılarına sansür uygulandığını belirtir. Ön Parlamentoya katılma kararını utanç verici bulduğu yönündeki ifadelerinin yayınlanmadan önce metinden çıkartıldığını, bu tutumun, MK’nın “dilini tut ve uzaklaş” ikazı olarak algıladığını, bu nedenle merkez komitesinden istifa ederek parti tabanında ajitasyon yürütmeye geçeceğini açıklıyordu. Sağ kanadın bastırmasıyla partinin Ön Parlamentoya katılması ve parlamenter kürsüyü kullanmaktan dem vurması trajiktir. Sanki kitleler ayaklanma çizgisine gelmemişler, sanki sovyetler Bolşeviklerin eline geçmemiş ve “bütün iktidar sovyetlere” sloganı son derece yakın bir ihtimal haline gelmemiş gibi, Kamanev çizgisi, Lenin’in zamanında boykot karşıtı tutumu üzerinden burjuvazinin nefes almak için ileri sürdüğü uyduruk Ön Parlamentoya katılmayı haklı çıkarmaya çalışıyordu. Lenin, durmaksızın yazıyor, parti örgütlerine sesleniyor ve ayaklanma karşıtı eğilimi yenmeye çalışıyordu. Zaman kaybetmenin ölüm olacağının, hem Rus hem de dünya devriminin başarısının iki ya da üç günlük savaşa bağlı olduğunun altını çiziyordu. Zaman kaybetmek istemeyen Lenin, 10 Ekimde saklandığı yerden Petersburg’a döndü ve merkez komitesi yaptığı uzun toplantı neticesinde Kamanev ve Zinovyev’in karşı çıkmasına rağmen ayaklanma kararı aldı. Bu ikili ilerleyen günlerde ayaklanma kararını düşman gazetelere yazdıkları bir yazıda açık edecek ve “grev kırıcı” damgası yiyerek Lenin’in tüm şimşeklerini üzerlerine çekeceklerdi. Ancak ayaklanma kararı alınmasına rağmen, bunun ne zaman başlatılacağına dair bir tarih belirlenmemişti. Lenin, derhal hazırlıklara girişilmesini ve ayaklanmanın başlatılmasını isterken, Troçki’nin de içinde olduğu grup, ayaklanma kararının bir iki hafta içinde toplanacak olan Tüm Rusya Sovyet Kongresinde alınmasının politik açısından daha uygun olacağını savunuyordu. Böylece geniş emekçi kitlelerin gözünde, tartışmalara yer vermeyecek şekilde meşruiyet sağlanmış olacaktı. Lenin ise, önce Kerenski’yi yen, sonra kongreyi topla; önemli olan fırsat kaçmadan iktidarın alınmasıdır diye karşılık veriyordu. Parti içinde süren tartışmalar gerek parti tabanında gerekse işçi ve asker kitlesi içinde muazzam bir gerilim yaratmıştı. Artık tahammülü kalmayan Lenin, 24 Ekim gecesi son mektubunu yazıp ayaklanmayı başlatmak üzere harekete geçti. Ne var ki ayaklanma hazırlıklarını bastırmak üzere davranan burjuva hükümetin müdahalesiyle ayaklanma başlamıştı bile. İki gün içinde işçi sınıfı iktidarı ele geçirecek ve tarihteki ilk muzaffer proleter devrim böylece gerçekleşmiş olacaktı. Troçki, eğer Bolşevikler Ekimde iktidarı almasalardı, bir daha asla alamazlardı diye belirtir. Kuşkusuz bunu sağlayan, sınıf mücadelesinin nabzını tüm yönleriyle duyumsayıp ölçen, biriken devrimci basıncın işçi sınıfı iktidarına hayat vermesini sağlayan Lenin’di.