
Ek | Boyut |
---|---|
![]() | 702.44 KB |
Ocak ayı, adları mücadeleleriyle ölümsüzleşen pek çok devrimci önderin ölüm tarihlerini içeren bir ay olarak hafızalarımıza kazınmıştır. Alman devriminin yiğit önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht 15 Ocak 1919’da karşı-devrimin kanlı saldırısıyla katledildiler. Ekim Devriminin önderi Lenin’i 21 Ocak 1924’te yitirdik. Türkiye komünist hareketinin Onbeşleri Mustafa Suphi ve yoldaşları ise, 28 Ocak 1921’de burjuvazinin kalleşçe planlarıyla Karadeniz’in sularında öldürüldüler.
Onlar ve benzeri devrimci önderler enternasyonalist komünist geleneğimizin temel taşlarını oluşturuyorlar. Onları ölümsüz kılmak her devrimci kuşağın görevidir. Bu da ancak, miras bıraktıkları devrimci fikir ve eylemlere fiili mücadele süreçleri içinde sahip çıkmakla; yaşam ve mücadele çizgilerinden feyiz almaya, eserlerinden öğrenmeye ve eleştiri silahını elden bırakmaksızın devrimci miraslarını sahiplenip geliştirmeye çalışmakla mümkün olacaktır.
Alman devrimi ve onun başta gelen iki yiğit önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 2009 yılı Ocak ayında ölümlerinin 90. yılında tüm dünyada devrimci mücadele zeminlerinde hatırlanacaklar. Biz de bu yıl Ocak ayındaki devrimci kayıplarımızı, Alman devrimiyle özdeşleşmiş bu iki devrimci önderin hatırasını tazeleyerek analım. Ayrıca Rosa’nın devrimci mücadelesini yansıtan fikirleri üzerinde durarak, vaktiyle Lenin’in de hatırlattığı önemli bir enternasyonalist devrimci görevi yerine getirmeye çalışalım. Türkiye’de sol harekette Stalinizmin güçlü etkisi nedeniyle bu görev uzun yıllar boyunca hasıraltı edilmiştir ve Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist komünist bir önder, devrimci fikirleri itibarıyla hiç de lâyıkıyla tanınmamaktadır. Bu durum, daha önce de çeşitli vesilelerle bir ölçüde yerine getirmeye çalıştığımız söz konusu görevi bizler için daha da önemli kılıyor. Rosa’nın devrimci mirasını bir kez daha hatırlamakla, devrimin ateşleri içinde bizlere veda eden tüm Spartakistlerin ve diğer tüm devrimci önderlerin anısını da tazelemiş olalım!
Ocak ayı, adları mücadeleleriyle ölümsüzleşen pek çok devrimci önderin ölüm tarihlerini içeren bir ay olarak hafızalarımıza kazınmıştır. Alman devriminin yiğit önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht 15 Ocak 1919’da karşı-devrimin kanlı saldırısıyla katledildiler. Ekim Devriminin önderi Lenin’i 21 Ocak 1924’te yitirdik. Türkiye komünist hareketinin Onbeşleri Mustafa Suphi ve yoldaşları ise, 28 Ocak 1921’de burjuvazinin kalleşçe planlarıyla Karadeniz’in sularında öldürüldüler. Onlar ve benzeri devrimci önderler enternasyonalist komünist geleneğimizin temel taşlarını oluşturuyorlar. Onları ölümsüz kılmak her devrimci kuşağın görevidir. Bu da ancak, miras bıraktıkları devrimci fikir ve eylemlere fiili mücadele süreçleri içinde sahip çıkmakla; yaşam ve mücadele çizgilerinden feyiz almaya, eserlerinden öğrenmeye ve eleştiri silahını elden bırakmaksızın devrimci miraslarını sahiplenip geliştirmeye çalışmakla mümkün olacaktır. Alman devrimi ve onun başta gelen iki yiğit önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 2009 yılı Ocak ayında ölümlerinin 90. yılında tüm dünyada devrimci mücadele zeminlerinde hatırlanacaklar. Biz de bu yıl Ocak ayındaki devrimci kayıplarımızı, Alman devrimiyle özdeşleşmiş bu iki devrimci önderin hatırasını tazeleyerek analım. Ayrıca Rosa’nın devrimci mücadelesini yansıtan fikirleri üzerinde durarak, vaktiyle Lenin’in de hatırlattığı önemli bir enternasyonalist devrimci görevi yerine getirmeye çalışalım. Türkiye’de sol harekette Stalinizmin güçlü etkisi nedeniyle bu görev uzun yıllar boyunca hasıraltı edilmiştir ve Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist komünist bir önder, devrimci fikirleri itibarıyla hiç de lâyıkıyla tanınmamaktadır. Bu durum, daha önce de çeşitli vesilelerle bir ölçüde yerine getirmeye çalıştığımız söz konusu görevi bizler için daha da önemli kılıyor. Rosa’nın devrimci mirasını bir kez daha hatırlamakla, devrimin ateşleri içinde bizlere veda eden tüm Spartakistlerin ve diğer tüm devrimci önderlerin anısını da tazelemiş olalım!
Rosa Luxemburg’un devrimci Marksizmi savunma çabası içinde çarpıcı biçimde öne çıkan konulardan birini, onun reformizme karşı yürüttüğü ideolojik-teorik mücadele oluşturuyor. Bu konunun geçmişte büyük bir önem kazanması, o yıllar boyunca Avrupa sosyalist hareketinde yaşanan bazı somut gelişmelerin bir sonucuydu. Marksizmin toplumsal devrim anlayışının karşısına dikilen reformist çizgi 1890’lar ve sonrasında Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içinde giderek güç kazanmış ve bu partinin geniş etkinlik alanı nedeniyle de II. Enternasyonal’de egemen eğilim haline gelmişti. Engels’in ölümünden sonra II. Enternasyonal’i ve II. Enternasyonal partilerini adım adım uzlaşmacı ve işbirlikçi bir çizgiye çeken reformizmin yükselişinde en büyük pay da kuşkusuz Eduard Bernstein’a aitti. Bernstein’ın görüşleri pek çok açıdan Marksizmin devrimci çizgisine bir saldırı niteliği taşır. Bernstein bu saldırısını başlangıçta kuşkusuz Marksizmden açık bir kopuş biçiminde ortaya koyamamıştır. Bunun yerine, görüşlerini ve tezlerini, değişen somut koşullar gereği Marksizmde yapılması gereken masumane bir “yenileme” (revizyon) olarak sunmuştur. Oysa düşünsel alanda onun giriştiği eylem, düpedüz, Marksizmin devrimci özünü karartan ve eylem çizgisini saptıran bir revizyondur. İşin özünü vurgulamak gerekirse, Bernstein’ın yaptığı revizyonun içeriği ve kapsamı aslında devrimci mücadelenin tam anlamıyla inkârı anlamına gelir. Bernstein kapitalizmi devrimci tarzda yıkarak ondan kurtulmayı değil, kapitalizmi reformlarla ehlileştirerek yaşatmayı esas alır. Ona bakılacak olursa, talep edilecek reformlar sayesinde kapitalist devleti de demokratik tarzda dönüştürmek mümkündür! Bu nedenle aslında siyasal bakımdan Bernstein’ın yaptığı, işçi mücadelesi alanından çaktırmadan uzaklaşmak ve reformist bir burjuva siyasetini biçimlendirmektir. Avrupa ülkelerinde sosyal demokrasi akımı olarak ete kemiğe bürünen burjuva sol siyasetin, neticede Bernstein ve benzeri dönek Marksistlerin çaba ve katkılarıyla vücut bulduğu da aşikârdır. Öte yandan, burjuvazi de kitleleri havuç politikasıyla avutup yatıştırmak istediğinde, her zaman bu tür siyasi akım ve siyasi düşünürlere ihtiyaç duymuş ve meydanı bu gibilerin hizmetine açmıştır. Bu olgular kapitalizm altında dünden bugüne yaşanmış gerçeklerdir ve bugün de burjuvazinin, sırası geldiğinde yine Bernstein’lara ihtiyaç duyacağı açıktır. Kapitalizmin tarihinin defalarca örneklediği üzere, bu sistem yaşanan büyük krizler nedeniyle işçi ve emekçi kitleler tarafından daha bir sorgulanır hale geldikçe, burjuva düzen güçlerinin bir bölümü faşizm gibi açık baskı politikalarına yönelir. Bir başka bölümü ise, kapitalizmi daha istikrarlı biçimde ve daha uzun zaman boyunca yaşatabilme kaygısıyla havuç politikasına, reform vaatlerine sarılmak ister. Bu tespitler yalnızca tarihsel geçmişi ilgilendiren ya da teorik soyutlamalar mahiyetindeki bir takım çıkarsamalardan ibaret değildirler. Günümüz koşullarında dünya ölçeğinde yaşanan siyasal gelişmeler ve ideolojik propagandalar, bu tespitlerin güncelliğini ve somutla bağını fazlasıyla doğrulamaktadır. Kapitalizmi reforme ederek katlanılır kılmaya yönelik bayatlamış fikirler, bugünlerde kimi burjuva ideologlar veya sol akademisyenler tarafından mal bulmuş mağribi edasıyla piyasaya sürülmektedir. Yaşanan siyasal istikrarsızlık ve kaos döneminde önümüzdeki sürecin, birbiriyle çelişen ve çok yönlü siyasal gelişmelere açık olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bununla birlikte, muhtemel gelişmelerin tartıştığımız konuyla doğrudan ilgili bir boyutuna özellikle dikkat çekmek yararlı olacak. Yaşanan sistem krizinin tetiklediği siyasal sarsıntılar devrimci düşünceye yeni bir ivme kazandırıp Marksizmi güncel ve önemli kıldıkça, revizyonizm ve reformizm cephesinde de “daha adil bir kapitalizm”, “yeni bir kapitalizm” türünden saçmalıkların üretimine hız verilecek. Oysa diyebiliriz ki, kapitalist sistem devam ettiği sürece aslında bir bakıma güneşin altında hiçbir şey yeni değil. Fakat bu genellemenin yalnızca yukarda değindiğimiz hususla sınırlı olmayan farklı bir boyutu da bulunuyor. Burjuva düşün dünyası Bernstein gibi reformistleri parlatıp öne çıkardığı sürece, Rosa gibi devrimci Marksist önderlerin reformizme karşı yürütmüş oldukları mücadele de öneminden ve güncelliğinden hiçbir şey yitirmeyecek.
İşçi sınıfının kitle eylemlerinin tarihsel rolüne derinden inanan ve güvenen Rosa Luxemburg’un teorik açılımları içinde kitle grevleri konusu önemli bir yer tutar. Rosa aslında oldukça erken tarihlerde, daha 1890’larda bu konu üzerinde dikkatle durmaya başlamıştır. Çünkü o dönemde çeşitli Avrupa ülkelerinde gerçekleşen kitlesel eylemler, bu sorunun derinlemesine incelenmesi bakımından onun ilgisini çekmiştir. Rosa Luxemburg bu eylemlerde işçi sınıfının sergilediği kitle inisiyatifini değerlendirecek ve kitle grevlerini işçi sınıfının son derece etkin bir mücadele silahı olarak görecektir. Bu konu Alman Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) 1899 Hannover kongresinde de gündeme getirilip tartışılır, ama neticede dişe dokunur kararlar niteliğinde bir sonuç elde edilemez. 1905 Rus devrim deneyimi, Rosa’nın kitle grevlerine ilişkin gözlem ve düşüncelerini derinleştirip olgunlaştırması açısından yeni ve daha verimli fırsatlar sunacaktır. O dönemlerde Rusya, işçilerin art arda patlak veren kitlesel grevleriyle sarsılmaktadır. Nitekim Lenin de bu devrimci tarihsel kesitten dersler çıkartırken, işçi sınıfının kitlesel gücünü harekete geçiren ve başlangıçta yaygın ekonomik taleplerden hareket eden grev ve direnişler üzerinde ciddi biçimde durmuştur. II. Enternasyonal’in 1907 yılında toplanan Stuttgart kongresinde ise, hem Lenin hem de Rosa bu önemli konuyu tartışma gündemine getirirler. Kitle grevlerinin taşıdığı mücadele potansiyeli bu sayede çeşitli açılardan aydınlatılmış olur. Bir kere kitle grevleri, emperyalist savaşı engelleme veya zaten başlamış olan emperyalist bir savaşı durdurma yöntemi olarak mutlaka savunulmalıdır. Fakat Rosa ve Lenin’in kitle grevlerinin önemine dair değerlendirmeleri yalnızca bununla sınırlı değildir. Onlar kitle grevlerinin, siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesinde son derece önemli bir araç olabileceğini de sezmiş ve bu görüşü savunmuşlardır. Rosa Luxemburg’un çeşitli konularda olduğu gibi kitle grevleri konusunda da SPD’nin uzlaşmacı ve reformist yöneticilerinden tamamen farklı bir siyasal çizgi izlediği aşikârdır. Rosa 1905 Rus devriminden pek çok ders çıkartmış ve işçi sınıfının sergilediği kitlesel eylem gücü karşısında büyük bir coşkuya kapılmıştır. SPD liderliği işçi sınıfının aktif kitle gücünü ve kitle grevlerinin siyasallaşma potansiyelini küçümserken, bu gibi konularda devrimci Marksizmi savunmaya ve zenginleştirmeye çalışan Rosa olmuştur.
20. yüzyılın tarihi, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin çeşitli paylaşım savaşlarıyla yol aldığı gerçeğini tartışma götürmez biçimde gözler önüne seriyor. 21. yüzyılın girişi de bu açıdan hiçbir şeyi değiştirmedi. Tersine, çürüyen kapitalizmin sistem krizi derinleştikçe büyük kapitalist güçler arasındaki çıkar çatışmaları yoğunlaşmakta ve bölgesel savaşlar zinciri şeklinde cereyan eden emperyalist paylaşım savaşının alanı genişlemektedir. Kapitalizmin büyük krizi ve emperyalist savaş sorunu geçmişte olduğu gibi günümüzde de o denli yakıcı bir önem taşıyor ki, bu sorunlar çerçevesinde sergilenen yaklaşımlar dünya sosyalist hareketinde yer alan farklı siyasal eğilimleri ayırt etmeyi mümkün kılıyor. Birinci Dünya Savaşı döneminin, çeşitli ülkelerin sosyalistlerini ulusal ve uluslararası düzeyde sıkı bir sınavdan geçiren çarpıcı ve unutulmaz bir örnek teşkil ettiği hatırlanacaktır. Bu sınav dönemi, II. Enternasyonal’in ya da onun en önde gelen partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) liderliğinin ihanetini, çürümüşlüğünü gözler önüne sererken, yanı sıra devrimci Marksizmi ölümüne ve ödünsüz biçimde savunan devrimci önderleri de tarih sahnesinin önüne çıkartmıştır.
Rosa Luxemburg’un reformizme karşı yürüttüğü mücadelenin önemli kesitlerinden birini de, kapitalizmin işleyiş yasalarına ilişkin Marksist çözümlemeleri çarpıtan yaklaşımlarla hesaplaşması oluşturur. Onun Sosyal Reform ya da Devrim adlı çalışmasından başlayarak üzerinde önemle durduğu bir husus da, kapitalist ekonomi içinde büyüyen anarşinin bu düzeni kaçınılmaz bir çöküşe sürükleyeceği yolundadır. Marksist düşünce kapitalist düzenin kendi iç çelişkileri nedeniyle giderek daha ciddi krizlerle boğuşacağını ortaya koymuşken, reformizmin ve revizyonizmin başlıca uğraşı, kapitalizmin uyum yeteneğini arttırdığını iddia eden tezler ileri sürmek olmuştur. Örneğin revizyonizmin ünlü düşünürü Bernstein, ekonomik gelişme ve üretim dallarındaki çeşitlenme neticesinde büyük krizleri tetikleyecek nedenlerin ortadan kalktığını iddia eder. Bunun yanı sıra o, proletaryanın geniş tabakalarının orta sınıfa yükseldiğini ve sendikal mücadeleyle elde edilen kazanımlar neticesinde işçi sınıfının düzenle çelişkisinin hafiflediğini propaganda eden bir öğreti de yaratmıştır. Marksizmden uzaklaşan ve Marksizmi yadsıyan görüşleriyle, Bernstein, kendisinden sonra gelecek benzer yapıdaki düşünür ve yazarlara da yol açmıştır. Bu bakımdan, vaktiyle Rosa’nın Bernstein’lara karşı yürütmüş olduğu mücadele güncel düzeyde önem taşıyan boyutlara sahip bulunmaktadır.