
Türkiye, Suriye’den Libya’ya, Irak’tan Doğu Akdeniz’e birçok bölgede nüfuz alanları oluşturma arzusuyla giriştiği, çoğunlukla boyundan büyük işlerde, eli arttırmaya, gerilimi yükseltmeye devam ediyor. Türkiye egemen sınıfının politika uygulayıcıları, bu bölgelerde gerilimi arttırarak emperyalist dünya savaşının gidişatının yarattığı boşluklardan, dengesizliklerden faydalanmaya, önlerini açmaya, ilerlemeye çalışıyorlar. Bu dış politikayla ayrılmaz bir bütünlük oluşturan iç politika da yönetimdeki gerici blokun ihtiyaçları doğrultusunda otoriterliğin şiddeti arttırılacak biçimde sürdürülüyor. Bu durum normal olarak değişik meşreplerden muhalif kesimlerin gündemine giriyor ve çeşitli yönleriyle bu kesimler içerisinde değerlendiriliyor, tartışılıyor. Son dönemde yoğunlaşan bu tartışmalar içerisinde belki de en önemli olanlardan biri Türkiye’nin dünya sisteminde bulunduğu yerin niteliğiyle ilgili olan “Türkiye alt-emperyalist bir ülke mi, değil mi?” konusu. İç ve dış politikadaki bütün değerlendirmelerin sonuçlarını, dolayısıyla bu konularda alınacak politik tutumları belirleyecek denli önemli olan bu sorunun cevabı alt başlıklarıyla birlikte çeşitli farklılıklar gösteriyor. Kimisi Türkiye’nin pozisyonunu doğru bir şekilde alt-emperyalist olarak tanımlasa bile, bunu Lenin’in emperyalizm tespitlerinin de eskidiğini kendince ilan ederek yanlış bir emperyalizm değerlendirmesinin parçası olarak ortaya koyuyor. Kimisi de alt-emperyalist değerlendirmelerini eleştirerek Türkiye’nin aslında bir taşeron ülke olduğunu yazıyor. Bazıları ise Türkiye’ye doğrudan taşeron sıfatını yakıştırmasa da sadece seçtiği ekonomik veriler üzerine değerlendirmeler yaparak Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke olamayacağını söylüyor. Çoğunlukla yarım doğrular ya da büsbütün yanlış değerlendirmeler içeren muhalif medyadaki bu yaklaşımlar gerçekliği bütün yönleriyle kavramanın çok uzağında duruyor. Oysa Elif Çağlı’nın Kolonyalizmden Emperyalizme kitabı ve Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye broşürü, yine Mehmet Sinan’ın Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP yazı dizisi, Türkiye’nin dünya sisteminde tuttuğu yer ve buradan hareketle hayata geçirmeye çalıştığı politikalar konusunda sağlam bir düşünce zemini sağlıyor. Çağlı’nın, Marx’ın Kapital’de verdiği ipuçlarını ve Lenin’in isabetli biçimde kapitalizmin en yüksek aşaması olarak niteleyerek çok önemli politik sonuçlar çıkardığı değerlendirmelerini esas alarak, günümüzün olgularını da kapsayacak biçimde geliştirdiği yaklaşımı, işçi sınıfının devrimci mücadelesini yürütenlerin mevcut gerçekliği kavraması için ileri bir çerçeve sunuyor. Bu nedenle emperyalizm ve alt-emperyalizm kavramları bağlamında bazı tartışma noktalarını incelerken Çağlı’nın ve Sinan’ın değerlendirmelerini hatırlamak yerinde olacaktır diye düşünüyoruz.
Emperyalist ülkelerin kendi aralarında ve hiyerarşinin daha alt basamaklarında yer alan diğerleriyle, bir kere oluştuktan sonra değişmeyen ve aynı biçimde kendini tekrar eden ilişkileri olduğu düşüncesi gerçek dünyada olup bitenleri kavramaktan uzaktır. Emperyalizmde ilişkiler ve pozisyonlar durağan olmayan bir yapıya sahiptir. Güçlenen ya da zayıflayan ülkeler arasındaki ilişkiler de ülkelerin hiyerarşideki pozisyonları da değişime uğrayabilir. Kapitalist basamaklarda yükselmek için ekonomik ve askeri hamleler yapan ve bunlar sonuç verdiğinde ilerleyerek daha üst pozisyonlara ulaşan ülkeler vardır. Türkiye de bu ülkelerden birisidir. NATO üyesi olmasından itibaren gelişen askeri gücü, 80’li yıllardan itibaren dünyayla giderek daha fazla entegre hale gelen ekonomisi ve belirli bir olgunlaşma döneminin ardından özellikle 2000’li yıllarda dünya konjonktürünün de elvermesiyle sıçrama yapan sermaye gücü sayesinde Türkiye, bulunduğu konumdan daha üst basamaklara doğru tırmanma imkânı elde etmiştir. Burjuvazisinin bazı unsurlarının yakın coğrafyasında etkili hale gelmesinin yanı sıra yürütülmekte olan emperyalist paylaşım savaşının yarattığı özel durumlar ve bunlardan faydalanmaya odaklanmış gözü kara politikalar da bu yükselişe katkıda bulunmuştur. AKP’nin ve tabii ki onun baskın lideri Erdoğan’ın, izlediği saldırgan politikalar ve girişimlerle Türkiye’yi bu konuma taşımakta önemli etkileri olduğunun da altını çizmek gerekir. Egemen sınıf içinde yaşanan yoğun iç çatışmalara rağmen, emperyalist hamleler yapma ihtiyacındaki burjuvazi, buna uygun siyasi lideri, kadroları, uygun ideolojiyi ve cesareti AKP’de bulmuştu. Mehmet Sinan Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP adlı broşüründe bu konuyu geniş biçimde ele almaktadır: “AKP hükümetinin ve özellikle de hırslı bir işadamı gibi pazar peşinde koşturan başbakan Erdoğan’ın girişimleri sayesinde, hem Türkiye sermayesinin uluslararası sermayeyle entegrasyon süreci eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde ilerledi, hem de devletin ve özel sermaye gruplarının bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkileri çok yönlü olarak gelişti. Bu dönemde Türkiye’ye önemli ölçüde uluslararası sermaye girişi oldu ve sermayesi Türk menşeli olan pek çok bankanın hisseleri yabancı sermaye tarafından satın alındı. Aynı şekilde, Türk banka sermayesi de dışarıda uluslararası sermaye gruplarıyla ortaklıklara girişti. Yani ciddi bir yerli ve yabancı finans-kapital kaynaşması yaşandı Türkiye kapitalizminde. Türkiye bu süreçte, ekonomik büyüklük bakımından kapitalist ülkeler sıralamasında 17. sırada yer alan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yatırımlar yapan büyük sermaye gruplarına sahip bir kapitalist ülke haline geldi. Elif Çağlı’nın tespitiyle söylersek, «Türkiye artık alt-emperyalist bir ülke, bir bölge gücü» idi.” Bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkileri çok yönlü olarak gelişen Türkiye sermayesi, özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren bölgesinde önemli bir ekonomik etki yaratmaya başladı. Artık belirli bir düzeye ulaşan sermaye grupları, bu süreçte hükümetin öncülüğünü yaptığı onlarca bölgesel anlaşmayla ciddi bir yol almış ve beraberinde yatırımlara girişmeye yönelmişti. Türkiye’nin bankaları, GSM operatörleri, müteahhitlik hizmetleri, gıda zincirleri özellikle bölgesindeki ülkelerde yayılma alanı bulmuştu. Türk şirketlerinin dünyadaki önemli bazı şirketleri satın alarak yaptıkları yatırımlar da ulaşılan düzeyi resmetmesi bakımından önemli bilgiler vermektedir.[1] Bu satın almalar Türkiye kapitalistlerinin hangi düzeyde dış yatırımlara giriştiğini somutlarken genel veriler de buna uygun sonuçları göstermektedir. 2020 Ağustos sonu itibarıyla, Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP) verilerine göre, Türkiye’de yerleşik olanların yurtdışı varlıkları 227,4 milyar dolar değerindedir. 2016’da 215,5 milyar, 2017’de 233 milyar, 2018’de 230,5 milyar, 2019’da 253,3 milyar dolar olan bu varlıklar son yıldaki azalmaya rağmen yine de anlamlı bir düzeydedir.[2] Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü UNCTAD’ın verilerine göre, dünya çapında gerçekleşen toplam doğrudan yabancı yatırımlar 2008 krizinden bu yana devam eden bir eğilimle yavaşlama seyrindedir. Buna rağmen Türkiye burjuvazisinin yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar bu yıllar boyunca genelde artmış, bu tür yatırımların toplam sermaye büyüklüğü 2018 yılında yaklaşık 46 milyar dolara ulaşmıştır. Bu tablo Türkiye sermayesinin nüfuz edebildiği alanlara sermaye ihracında bulunma iştahını net bir biçimde ortaya koymaktadır. Sermaye ihracının meta ihracıyla etkileşim içinde geliştiği, birbirlerini desteklediği de açıktır. Nüfuz alanları oluşturma süreçlerinde dış ticaretin önemli bir yeri vardır. Burada özellikle sanayi ürünlerinin ihracattaki payının yükselmesi Türkiye sıkletindeki ülkeler için önemli bir göstergedir. Yıllar içerisinde Türkiye’nin ihracatında sanayi ürünlerinin payı sürekli yükselmiştir. 1980’li yılların başında sanayi ürünlerinin toplam ihracattaki payı %27 iken, bu oran 2000 yılında %81’e çıkmıştır. Son yıllarda ise %95’e yaklaşmıştır. Ancak bu noktada hatırlatmak gerekir ki, buna rağmen Türkiye emperyalist ülkelere oranla sermaye birikim düzeyi düşük olan bir ülkedir. Geçtiğimiz yıllarda sağlanan yüksek büyüme oranları ancak ülkeye giren yoğun yabancı sermaye akışı ve dışarıdan alınan ucuz kredilerin yarattığı ekonomik yapı sayesinde mümkün olabilmiştir. Türkiye burjuvazisinin dışarıya yönelen sermaye yatırımlarının bu durumun yarattığı imkânlarla birlikte söz konusu olabildiğinin altını çizmek gerekir. Çünkü Türkiye sermayesinin gücünün sınırlarını bu mali bağımlılıklar belirlemektedir. TÜSİAD burjuvazisinin emperyalistleşme hedefine ancak Batılı emperyalist güçlerle uyum ve işbirliği temelinde varılabileceğini düşünmesinin nesnel zemini de bu zorunluluklardır. UNCTAD verilerine bakıldığında, Türkiye kapitalistlerinin sermaye ihracının bir kısmını oluşturan Doğrudan Yurtdışı Yatırımlarının (DYY) dünyadaki payının yüzde 0,22 düzeylerinde olduğu görülmektedir. Bu oran 2004’de yüzde 0,09’du. Karşılaştırma yapılabilmesi bakımından örnek verilecek olursa ABD’nin payı 2004’te yüzde 32,55 iken 2019’da yüzde 9,51, Fransa’nın yüzde 2,53 iken yüzde 2,94, Rusya’nın yüzde 1,51 iken yüzde 1,71 olmuştur. Yani Türkiye sermaye ihracı bakımından bu emperyalist güçlerin epeyce gerisinde bir paya sahiptir. Ancak dünyadaki doğrudan yurtdışı yatırımlarının yüzde 80’inden fazlasını yapan ilk 20 ülkenin de içindedir. Bu tablo, Türkiye için emperyalist bir güçmüş gibi abartılı değerlendirmeler yapmanın da onun kapitalist hiyerarşideki pozisyonunu önemsizleştirmenin de yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Sermaye gücünün gelişmesiyle birlikte Türkiye’nin dünya sisteminde oynadığı, oynayacağı rolü belirleyen bir başka önemli etmen de askeri gücüdür. Malûm, emperyal hevesler militarist bir gelişmişlik düzeyine ulaşılmamışsa heves olarak kalmaya mahkûmdur. Bugün, Türkiye’nin askeri kapasitesi de önemli bir seviyeye gelmiştir. Türkiye, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olmasıyla yıllar boyunca sağladığı askeri bilgi ve teçhizat gelişmelerine ek olarak silah sanayiinde de önemli ilerlemeler kat etmiştir. Artık, dünyanın en önemli 100 askeri şirketinin içinde 7 tane Türkiye şirketi de bulunmaktadır. Hatta bunların en önde geleni olan ASELSAN son yıllarda yaptığı ataklarla ilk 50 şirket içerisine girmiştir. Bu alanda dışarıya olan bağımlılığını azaltmak için attığı adımlar sonucunda, silah ihracatı da belli bir düzeyde artmıştır. Ama vurgulayalım ki halen büyük ölçüde ithalatçı konumundadır. Yine de askeri olarak ulaşılan bu düzey Türkiye’nin bölgesel bir güç haline gelmesinde pay sahibidir. Türkiye’nin, askeri kapasitesiyle ve burjuvazinin önde gelen kesimlerinin sermaye birikimi düzeyiyle emperyal politikalar izleyebilme kapasitesine ulaştığı, bu göstergelerden rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Burjuvazi de bir bütün olarak emperyal politikaların izlenmesini istemekte, siyasi iradeyi bu yönelimde desteklemektedir. Ancak bu noktada, Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke olarak izleyeceği politikalar konusunda burjuvazi içerisinde zamanla önemli ayrımların ortaya çıktığını da belirtmek gerekir. Türkiye’nin emperyal emellerinin sürükleyici gücü olan AKP, hükümet olduğu ilk dönemlerde, en güçlü sermaye kesimlerinin örgütü olan TÜSİAD’la örtüşen politikalar izlemiş, ancak özellikle “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçle birlikte bu kesimler arasında önemli ayrışmalar yaşanmaya başlamıştır. TÜSİAD’da temsil edilen baskın burjuva güçler tarihsel olarak bağlarının kuvvetli olduğu Batılı emperyalist güçlerin politikalarıyla büyük ölçüde uyumlu adımlar atılarak emperyal hedeflere ulaşma yolunu benimsemektedir. Bu çizgiden sapmalara karşı tepkilidirler. Ancak hükümetteki ilk yıllarında TÜSİAD’ın çizgisiyle büyük ölçüde uyumlu hareket eden AKP pozisyonunu değiştirmiş, Batılı emperyalist güçlerin çizgisinin dışına çıkan politikaları da hayata geçirmek için pek çok adım atmıştır. Türkiye’nin boyunu aşan hedeflere gözünü dikmiş bir politik çizgiyi ısrarla sürdürmektedir. Bu durum emperyalist politikalar izleme konusunda ortaklaşmış ancak bunun yolu yöntemi konusunda derinden ayrışmış olan burjuvalar arasında önemli bir gerilimi beslemektedir.